31.08.2016

uzun lafın kısası

alexandre dumas: bazı insanlarda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.

amin maalouf: gerçek, çok şey isteyen bir sevgilidir. hiçbir ihaneti kabul etmez, bütün inancın ona yönelik, yaşamının bütün anları ona aittir.

choderlos de laclos: insan ciltler dolusu yazar da bir çeyrek saatlik konuşmanın aydınlatıvereceği bir şeyi bir türlü anlatamaz.

epikuros: insanın ruhuyla ilgilenmesi için hiçbir zaman çok erken ya da çok geç değildir.

william s. burroughs: başarı kazanacağın bir yaşam biçimi hakkında yazılacak bir şey varsa şudur: bavulunu daima hazır tut ve yolculuğa hazır ol.

gustave flaubert: büyük yaradılışlar her şeyden önce müsrif insanlardır; kendilerini kolay harcarlar.

james baldwin: kadınlar erkekleri, erkeklerin görülmek istedikleri gibi görmezler. bütün zayıf noktaları, kanayabilecek yerleri bilirler.

wittgenstein: şu aşkın zırıltıları keselim; zira her şey insanın çenesine atılmış bir yumruk kadar açık.

klaus schröter: sanatsal üretimin anlamı ve değeri konusunda şüphe duymak entelektüel bir dürüstlüktür.

mehmet eroğlu: bir keresinde kendimi değerli hissetmiştim, yazabildiğimi sandığım gece. ama sabah beş para etmez birisi olarak uyandım.

oscar lewis: hayat bir güldürü, dünya bir tiyatro, bizler de oyuncuyuz.

sabahattin ali: şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?

26.08.2016

din

felicien challaye

din, şu üç ilkel eğilimin tinselleşmesi ve sosyalleşmesi ile açıklanır: korunma içgüdüsü, merak, sempati.

başkalarını yargılamaktan kaçınmalıdır. zamanın töresi, zina yapan kadının taşlanmasına izin veriyordu. isa, kadını suçlayanlara şöyle der: "içinizde hanginiz günahsızsa ilk taşı o atsın ona!"

tanrının çevresini saran melekler gibi, şeytanın yanında bulunan iblisler de ilkel animizmin kalıntılarıdır. meleklere tapınış, ilkel animizmin uzantısıdır.

bütün öteki kutsal kitaplar gibi, hristiyanlığın kutsal kitabı da insan elinden çıkmadır.

hristiyan tanrısına karşı birçok güçlü itirazların yapılmakta olduğu da kuşkusuzdur. bir tek insanın -yani adem'in- işlediği günahı bütün insanlara yükleyen; sonra bu zavallı insanlığı bağışlamak için onun hatalarını yüklenecek çilekeş bir kurbana gereksinimi olan; bu özverinin yaratacağı hoşnutluğu elde etmek için bir bakirenin -meryem'in- karnına kendi oğlu -isa- olacak olan tohumu yerleştiren bu yaratan da acayip bir tanrıdır doğrusu!

göksel bir baba'ya olan inanç, bütün gerçekleri tanrısallaştırmak gibi bir zorunluluk doğurmaktadır. insanlığa acı çektiren tüm kötülüklerin, onu küçük düşüren tüm adaletsizliklerin ardında iyi bir niyet bulmak gerekir; bu ise olacak iş değildir.

korunma içgüdüsü insanı yalnız bütün yaşamı boyunca gözetmekle kalmaz; aynı zamanda insanın ölümle yok oluş düşüncesi yüzünden acı çekmesine, bu düşünceye karşı başkaldırmasına da yol açar. insan bu yok oluş düşüncesini nahoş ve aşağılatıcı bularak reddeder. dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir parçasının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygıyı yatıştırır.

buddha: her iki aşırı uçtan, yani iğrenç ve boş olan bir zevk ve sefa yaşamından da, iç karartıcı ve boş olan bir perhiz ve oruç yaşamından da sakınmak gerekir. bilgiye, gönül rahatlığına, mutluluk dolu bir hiçliğe erişmek için ikisinin ortasından geçen yoldan gitmek gerekir.

24.08.2016

bilge

antisthenes

bilge için hiçbir şey yabancı ve ulaşılmaz değildir.

dalkavukların içine düşmektense akbabaların içine düşmek daha iyi; çünkü biri ölüleri yer, öbürü ise dirileri.

devletler, iyilerle kötüler arasında bir fark gözetilmediği zaman yıkılır.

ancak erdemli insanlar soyludur; mutluluk için erdem yeterlidir, erdemin de hiçbir şeye gereksinimi yoktur. erdem bir eylem işidir, çok söze ve bilgiye gereksinim duymaz.

insan düşmanlarını dikkate almalı; çünkü kusurlarını ilk fark eden onlardır.

dürüst insana akrabadan daha büyük önem verilmelidir.

bilge kendine yeter; çünkü başkalarının olan her şey onundur. ünlü olmamak bir nimettir. bilge kişi yürürlükteki yasalara göre değil, erdemin yasasına göre yaşar. bilge, en güzel kadınlarla bir arada olup çocuk yapmak için evlenecektir. ve sevecektir de; çünkü kimi sevmek gerektiğini bir tek bilge bilir.

akıl en sağlam surdur; çünkü ne yıkılır ne de ihanete uğrar.

dünyada en büyük mutluluk, mutlu ölmektir.

22.08.2016

toplu oyunlar

gülten akın



aklın olduğu yerde zayıflık barınmaz.

görmezler içte buncasını
benim kollarımda tek zincir
hey dünya ne verdin onlara
benden eksilttiğin nedir

alaca havada açan çiçeğim
sürsün, seni buralara taşıyan yel
bir, ölüm olmasın, mutluyum
varken soluğum, gözlerim

insan dost görüldüğü sürece sevilir. dostluklarsa, uzun sürmez.

dünyada ne kadar insan varsa, o kadar da zincir var. böylesi değil de öteki. içten içe taşır hepsi. daha ağır, daha sıkıntılı. kim söz açar bundan, kim yakınır? alışılagelmiştir.

dünyada her şeyin tek anlamı vardır. o anlamı ona biz veririz.

20.08.2016

ilk çember

aleksandr soljenitsin

gerçekten akıllı kişiler ileriyi görür, kaçamak ve dolambaçlı yollardan gider, her zaman sapasağlam ve özgür yaşarlar.


bir tek büyük ihtirasın ruhu kapladığı an geriye başka şey kalmaz. içimizde iki ihtirasa yer yoktur.

özgürlük insanlığın sonu olmalı. insanlığa gerçeği gösterebilecek tek şey sopadır.

mantıkla hiç ilgisi bulunmayan çok derin nedenlerle insanlar ya ilk bakışta anlaşır ya da hiç anlaşamazlar.

büyük bir savaştan önce büyük bir temizlik gereklidir.

stalin ürkünç biriydi, yanında yapılacak bir hata hemen önüne geçilmez bir patlamaya yol açabilirdi. ürkünçtü; özür dilemek için söylenenlere kulak vermez, suçlamazdı bile -kaplanınkileri andıran gözleri korkunç bir parıltıyla aydınlanır, göz kapakları hafifçe kapanırdı- ve içinden, mahkumun anlayamadığı kararı verirdi: rahat rahat çıkar giderdin, akşama tutuklayıp ertesi gün kurşuna dizerlerdi.

bir kadın, ancak erkeğin büyük başarılara ulaşmasını önler.

sıcaklık bir sanatçıda iki ağzı keskin bıçak gibidir: hayal gücünü besler ama günlük çalışmasını boşa harcamasına yol açar.

gerçek aşk mezara kadar uzanır. sevmenin tek yolu budur.

insanların iyi niyetinden yoksun kaldığımız zaman, bizi sevmeye devam eden kişinin değeri iki kat artar.

bize ihanet edecek olan, yiyeceğimizi paylaştığımız kişidir.

çocuk bütün özümüzü sömüren, hayatımızı kurutan, katlandıklarımız karşısında en basit minnet belirtisi bile göstermeyen bir ilahtır.

insanlar, en basit davranışlarının bile sandıklarından ters sonuçlar vereceğini düşünemezler.

hümanist ideal

stefan zweig

geniş bir dünya görüşünü, aydın yürekliliği temel alan her hümanist idealin kaderi, yalnızca tinsel-aristokrat bir ideal olarak kalmak, ender kişilerce benimsenmek ve bunlar tarafından bir miras gibi ruhlardan ruhlara, kuşaktan kuşağa aktarılmaktır; fakat öte yandan gelecekte bütün insanlığın kader birliği yapacağına olan bu inanç hiçbir zaman, en karışık dönemlerde bile tümüyle gücünü yitirmeyecektir.

ancak insan ruhunun kendi yaşam alanından yola çıkarak bütün insanlığa bulunduğu atıflar, tekil insana kendi gücü üzerinde bir güç kazanma olanağını armağan eder. insanlar ve toplumlar, gerçek ve kutsal ölçütlerini ancak kişilerüstü ve gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksız ideallerin evreninde bulabilirler.

özgür yaşanmışsa özgür ölünmelidir! özgür ve sıradan giysiler içinde, hiçbir işaret takmaksızın ve bu dünyanın sunacağı tüm onurlandırmalardan uzak, bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgür insanlar gibi yalnız ölmek.

18.08.2016

bekleyiş

türkan ildeniz


sayısını unuttuğum günlerce bekleyişten
ben yorgunum, rıhtım taşları yorgun
art arda geçen gemiler durmuyor bu limanda
duranlardan sen çıkmıyorsun

bil ki katıksız sancılara razıyım yokluğun olmasa
bil ki bir avuç biber gözlerime serpilen
ellerimde silinmemiş ellerinin izleri
durup şiirler okuyorum yoluna

içimde sıkıntının en dayanılmaz şekli
kaçıncı kere saatleri susturuyorum
bensiz çözülüp sensiz bağlanması yok mu halatların
tükeniyorum

william s. burroughs

halil turhanlı

"junk, kötü virüsün temel formülünü doğurur: gereksinim cebiri. kötünün yüzü daima bütüncül gereksinim yüzüdür. uyuşturucu bağımlısı, bütünüyle gereksinim içinde bulunan insandır. belirli yinelenmeler dışında, gereksinim hiçbir sınır veya denetim tanımaz." (william s. burroughs)

"bağımlılığın pek çok türü var ve kanımca hepsi de aynı temel yasalara tabidir." diyor burroughs. herkes bir şeye bağımlıdır ama kimse "ben bulmaca çözme bağımlısıyım" ya da "hi-fi tutsağıyım" demeye cesaret edemez. uyuşturucu bağımlısının dünyası, gerçekte içinde yaşayanların şuna ya da buna; fakat mutlaka bir şeylere tutsak düştükleri, bağımlı oldukları çok daha geniş bir dünyayı simgeler: insan virüs'ün taşıdığı hastalığa yakalanmış insanların dünyasını. virüs'ün belirtileri "açlık, nefret, savaş, polis suçları, bürokrasi ve cinnet"tir. bu belirtilerin görüldüğü deforme olmuş dünyada, yengeç adamlar, siyah dev kırkayaklar, küf tutmuş yaşlı insanların yarı saydam bedenlerini yiyerek beslenirler. kemirilip yıkıntıya dönüştürülen söz konusu insanlar umutsuz mahkumlardır: taşlaşmış bir toplumun duvarlarını ören tuğlalar.

burroughs'un evreninde devinen her şey, tüm objeler birer junk'tır ve bunlar bedeni denetler, baskı altında tutarlar. "junk" sözcüğünü iki anlamıyla kullanır. birinci anlamıyla junk, afyon -ve başta morfin ve eroin olmak üzere- türevlerini ifade eder; fakat yanı sıra, kullanılmış, tüketilmiş ve atılmış, çöp anlamlarına da gelir. uygar toplumumuz durmaksızın kullanılıp atılan, tüketilen objeler imal eden tüketim kültürüyle çevrelenmiştir. en çok çoğaltılan obje iğnedir (needle); bedene boşalır ve junkie mükemmel bir tüketicidir. insan bedeni de kullanılıp tüketilecek ve sonra bir yana atılacak bir yığındır.

burroughs'un temel izleği "denetim sistemleri" ve bunlara karşı direniştir. junk ve virüs sembollerini söz konusu izleği derinleştirmek için birer anahtar olarak kullanır. insanoğlu ile kişilik parazitleri arasında dur durak bilmeyen bir mücadele vardır. virüs güçleri insanlara utku aşılarlar ya da onları eroin için çırpınan kurbanlar haline getirirler. tenyalar, bin bir çeşit kurtçuk, insanın içini eşi görülmemiş bir oburlukla yiyip bitirir, hayalet gibi içini bomboş bırakırlar. burroughs'a göre, bütün siyasal sistemler asalak ve insanlık dışıdır.

toplumsal ve kişisel ilişkiler ise, sadistlik kertesinde ezici, sömürücü ve beyin yıkayıcıdır. denetim şiddet içerir, gerçekte insanlararası ilişkilerin kökeninde şiddet vardır. çünkü son kertede ben, öteki'ne, öteki'nin ruhuna ve bedenine sahip ve egemen olmayı hedefler. iki insan arasındaki ilişki sado-mazo bir öz taşır.

şunu iletmeye çalışır burroughs: "bütün denetim sistemlerini ve gerçeklik stüdyosu'nu sarsın." bu sömürüde "gevşek makine"lere imgeler gönderen kitle iletişim araçlarını özel bir düşman olarak gösterir. burroughs'a göre polis, uyuşturucular ve hatta dil de birer denetim aracıdırlar. "konuşmak yalan söylemektir" diyen burroughs, okuruna karşı dürüst olabilmek, "konuşmamak" için "cut up" tekniğine yönelir.

yazar da sözcüklerin kölesidir ve kendisini tuzağa düşüren kodlar ve sözcükler karşısında 3 seçeneğe sahiptir:

a. sözcük ve kodları kıskıvrak yakalayarak olağan işleyişlerine son vermek
b. onlara sert öldürücü darbeler indirmek
c. kod ve sözcüklerin kendisine ulaşamayacakları bir yerde konumlanmak

diğer bir deyişle, dilin ötesine geçerek sessizliğin alanına girmek. sözcükler, yaşamın ve duyguların baş düşmanıdır.

burroughs'un anarşist özü, bürokrasiyi eleştirirken netlik kazanır. bürolar, tıpkı uyuşturucu virüsü gibi kanser yapısıdır. toplumun dokularını sarmaşık gibi sararlar. suç işleme ya da suça azmettirme alışkanlığından vazgeçmeksizin yaşayamayan morfin polisi gibi, büro da devlet olmaksızın varlığını sürdüremez.

burroughs, dünyanın gidişinden duyduğu umutsuzluğu dile getiren bir "yeni zaman peygamberi"; fakat bir ahlakçı değil. olsa olsa bir nihilist. sansürün tarihçesinde bir dipnotu.  kendisiyle yapılan bir söyleşide, "çağdaş buluşların oluşturduğu yeni çağa ve çevreye uygun düşen bir mitoloji" yarattığını söylüyordu. bu "cool" yazar, bireyin kişiliğini sonuna dek sömüren çağımızın tüm baskılarını dramatize ederek bir mitoloji yarattı.

16.08.2016

din

schopenhauer: dinler ateş böceği gibidir. parlamak için karanlığa gereksinim duyarlar.

john adams: eğer din olmasaydı, hayal edilebilecek en güzel dünyada yaşıyor olurduk.

napolyon: dini olmayan bir devletle nasıl hükmedebilirsiniz? bir adam açlıktan ölürken, yanındaki başka biri fazla yemekten hastalanıyorsa, "bu tanrı'nın hikmetidir" diyen bir otorite olmadığı sürece, bu eşitsizliği kabullenemeyecektir. din, fakirlerin zenginleri öldürmesine engel olan şeydir.

henri frederic amiel: bir inancın kullanışlı olması, onun gerçekliğinin kanıtı değildir.

martin amis: ideoloji, kökenleri yeterince gerçekliğe dayanmayan bir inanç sistemi; din ise gerçeklikle hiçbir bağlantısı bulunmayan bir inanç sistemidir. dini inançlar mantıktan ve saygınlıktan yoksundur ve dünya çapında yol açtığı olaylar tüyler ürperticidir.

iain banks: insanlar, yanıltıcı olsa da, kesinliğe ulaşmak için yanıp tutuşurlar.

dan barker: içinde konuşan hayvanlar, büyücüler, cadılar, iblisler, yılana dönüşen sopalar, gökyüzünden düşen yemekler, suda yürüyen insanlar ve her çeşit büyülü, saçma ve ilkel hikayenin yer aldığı bir kitaba inanıyor, bir de yardıma ihtiyacı olanın bizler olduğumuzu mu söylüyorsunuz?

ingmar bergman: umarım asla dindar olacak kadar yaşlanmam.

buddhadasa: bu dünya bile gerçek değil. ahiret nasıl gerçek olabilir?

liste

boris vian


belediye iyi para veriyordu colin'e; ama artık çok geçti. bu işinde her gün çeşitli evlere gitmesi gerekiyordu. sabahtan eline bir liste veriyorlardı ve o da kapı kapı dolaşıp evdekilere, bir gün önceden başlarına gelecek felaketleri haber veriyordu.

her gün fakir, zengin bir sürü mahalleyi dolaşıyordu. bir sürü merdiven tırmanıyordu. her yerde kötü karşılanıyordu. kafasına ağır ve yaralayıcı cisimler, sert ve tatsız sözler fırlatıyorlar ve kapı dışarı ediyorlardı. buna karşılık para kazanıyor ve işverenlerini memnun ediyordu. uzun zaman kalabilecekti yeni işinde. yapabildiği tek şey buydu, kovulmak.

yorgunluk pençesine almıştı onu, dizlerini yapıştırıyor, suratını derin derin oyuyordu. gözleri artık insanların çirkinliğinden başka şey görmez olmuştu. durmadan dinlenmeden gelecek felaketleri haber veriyordu. durmadan dinlenmeden insanlar kovuyorlardı onu, yumruklarıyla, çığlıklarıyla, gözyaşlarıyla, sövgüleriyle.

iki basamağı çıktı, koridora yürüdü ve kapıyı çalıp hemen geri çekildi. içerdekiler kara şapkasını görünce tanıyorlar ve kötü davranıyorlardı. ama yakınmaya hakkı yoktu; çünkü böyle olması için ona para veriyorlardı. kapı açıldı. haberi verdi ve kaçtı. ağır bir odun havada uçtu ve sırtına vurdu.

listenin üstünde bundan sonra ziyaret edilecek kişinin adını aradı ve bunun kendi adı olduğunu gördü. fırlattı attı şapkasını bunu okuyunca ve sokakta yürümeye başladı. yüreği sanki kurşun dolmuş gibi ağırdı ve artık biliyordu yarın ölmüş olacağını chloé'nin.

yalnız bir avcıdır yürek

carson mccullers

öfke, yoksulluğun en değerli çiçeğidir.

bazı insanlarda, bütün kişisel şeyler, içinde mayalanıp zehirlemeden önce onlardan vazgeçme yeteneği vardır.

bir insan elde ettiği şey için dövüşmeli.

bir insanın yapabileceği en kötü şey, tek başına kalmaya çalışmaktır.

kuşlardan birini yakalar ve ayağına kırmızı bir ip bağlayıp bırakırsan sürünün geriye kalanı gagalaya gagalaya parçalar onu.

bilenler vardır, bilmeyenler vardır. ve on bin bilmeyene karşılık bir tane bilen vardır. bu mucize her zaman vardı; ne var ki milyonlar o kadar şey biliyor da bunu bilmiyor. tıpkı herkesin dünyanın dümdüz olduğuna inandığı on beşinci yüzyılda olduğu gibi, yalnızca kristof kolomb ve daha birkaç kişi biliyordu gerçeği.

bir mal parçasının ya da bir dükkandan satın aldığımız herhangi bir eşyanın değeri nedir? değer yalnızca bir şeye bağlıdır; bu da, bu eşyayı yapmak ya da yetiştirmek için harcanan emektir.

15.08.2016

alçaklığın evrensel tarihi

jorge luis borges

kimi zaman iyi okurların iyi yazarlardan bile ender bulunduğundan kuşkulanıyorum.

okuma, yazmadan sonra gelen bir etkinliktir. daha alçak gönüllü, daha az sıkıntı veren, daha entelektüel bir uğraştır.

1517'de, antiller'deki altın madenlerinin cehennemsi derinliklerinde eriyip giden yerlilere çok acıyan ispanyol misyoner bartolome de las casas, ispanya kralı v. carlos'a zenci ithal etmeyi önermişti. antiller'deki altın madenlerinin cehennemsi derinliklerinde zenciler eriyip gitsin diye. bizler, her iki amerika, bu ani, tuhaf, insancıl değişikliğe borçluyuz pek çok şeyi.

kainatın yaratılışını, hayaletimsi bir tanrı'ya atfeder hakim. bu ilahi varlığın başlangıcı olmadığı gibi, adı ya da yüzü de yoktur. değişmeyen bir tanrıdır ve görüntüsünün dokuz gölgesi lütfedip yaratılışı başlatmış; ilk cenneti peydahlayıp yönetmiştir. bu ilk yaratılış halkasından, kendi melekleri, güçleri ve tahtları olan bir ikincisi doğmuş ve bunlar, ilkinin simetrik aksi olan bir alt cennet oluşturmuşlardır. bu ikinci topluluk bir üçüncüsüne, üçüncüsü ise bir alttakine yansımış ve bu 999 kere tekrarlanmıştır.

en alt cennetin tanrısıdır bizi yöneten, gölgelerin gölgesinin gölgesidir ve tanrılık derecesi sıfıra yaklaşır, içinde yaşadığımız dünya, bir hata, beceriksizce, gülünç bir taklittir. taklidi çoğaltıp doğruladıkları için aynalar ve babalık iğrenilecek şeylerdir. en yüce erdem iğrenmektir. peygamberin bizi seçmekte özgür bıraktığı iki yoldan ulaşılır bu erdeme: dünyevi zevkleri reddetmek ya da bunların peşinden koşmak, bedeni bütünüyle reddetmek ya da üstüne düşmek.

tek bir bedenle çile çekersiniz bu yaşamda; ölüm ve cezada ise sayısız bedenle çekeceksiniz çileyi.

karanlığın sonu yoktur burada, taş çeşmeler ve havuzlar vardır. bu cennetteki mutluluk, ayrılığın, kendini inkarın ve uyumakta olduklarını bilenlerin mutluluğudur.

öldüğünü ve konuşamayacağını anladığım an ondan nefret etmekten vazgeçtim.

14.08.2016

dalgalar

virginia woolf

bütün dokunulabilir yaşantı biçimleri başarısızlığa uğrattı beni. uzanıp katı bir şeye dokunamazsam, ölümsüz koridorlarda sonsuza dek savrulacağım. öyleyse neye dokunabilirim? hangi kiremite, hangi taşa ki devsi girdaptan kendimi bedenime geri çekebileyim, güven içinde?

içim eğitilmemiş benim; korkuyorum, nefret ediyorum, seviyorum, sizi kıskanıyorum ve küçümsüyorum; ama hiçbir zaman mutlulukla katılamıyorum size. ağaçların, posta kutularının gölgelerine sığınmaya karşı çıkarak istasyondan gelirken önceden sezdim, paltolarınızdan, şemsiyelerinizden, uzaktan bile, sizin nasıl da birlikte akan anların yinelenmesinden yapılmış bir özün içine gömülü durduğunuzu, bir şeye bağlı olduğunuzu; çocuklar, yetki, ün, sevgi ve toplulukla nasıl da bir tavır aldığınızı, benim hiçbir şeyimin olmadığı yerde. yüzüm yok benim.

şimdiki zamanı içeren bir dünyada niçin ayrımlar yapmalı? böylelikle biz onu değiştirmediğimiz sürece hiçbir şey adlandırılmamalı. bırak, böylece var olsun, bu ırmak kıyısı, bu güzellik ve bir an için hazlara boğulan ben. güneş sıcak. ırmağı görüyorum. sonbahar güneşiyle benek benek, yanmış ağaçları görüyorum. kayıklar akıp gidiyor kırmızının içinden, yeşilin içinden. uzaklarda bir çan çalıyor; ama ölüm çanı değil. yaşam için çalan çanlar da vardır. bir yaprak düşüyor, hazdan. ah! yaşamaya aşığım!

esinti onları savurdukça bulutlar küme küme beyazlıklarını yitiriyor. bu mavi hep böyle kalabilseydi; bu açıklık hep böyle durabilseydi; bu an hep böyle kalabilseydi..

onların yanlarına oturacakları arkadaşları var. köşelerde anlatacakları özel şeyleri var. ama ben yalnız adlara ve yüzlere veririm kendimi; yıkımlara karşı muska gibi biriktiririm onları. salonun karşısında bilinmeyen bir yüz seçerim, o adını bilmediğim karşımda oturdukça güç bela içebilirim çayımı. tıkanırım. tutkumun şiddetinden bir o yana bir bu yana sallanırım. çalıların arkasından beni gözleyen bu adsız, bu kusursuz insanları düşlerim. onlar beni beğensinler diye yükseklere sıçrarım.geceleyin yatakta onları şaşkına çeviririm. bana ağlasınlar diye sık sık oklarla delik deşik olup ölürüm.eğer son tahlilde scarborough'da olduklarını söylerlerse ya da ben bavullarındaki etiketlerden anlarsam bunu, bütün kasaba altına dönüşür, bütün kaldırım süslerle donanır. işte bu yüzden nefret ediyorum bana gerçek yüzümü gösteren aynalardan. yalnızken çoğu zaman hiçliğe yuvarlanıyorum. ayağımı uzatmalıyım gizlice, düşüp gitmeyeyim diye dünyanın kıyısından hiçliğe. sert bir kapıya vurmalıyım elimi, kendimi yeniden bedenime çekebilmek için.

bizi bıraktıkları zaman bir gizemlilik vardır insanlarda. bizi bıraktıkları zaman havuza kadar eşlik edebilirim onlara, görkemli kılabilirim onları. aylar geçtikçe her şey katılığını yitiriyor; benim bedenim bile ışığı geçiriyor şimdi; omurgam mum alevinin yanındaymış gibi yumuşak. düşler görüyorum, düşler görüyorum.

yansımalara karşı çok az eğilimim olduğu bir gerçek. her şeyde somut olanı istiyorum. yalnızca bu yoldan yeryüzünü yakalıyorum. yine de iyi bir tümcenin bağımsız bir varlığı varmış gibi geliyor bana. ama sanırım en iyileri, yalnızken kurulanlardır.

dostlarımızın kendi gereksinimlerini karşılamak için bizi ele aldıkları gibi yalınkat değiliz. yine de sevgi yalındır.

şenlik alevleri yükseliyor. koca koca yeşil dallar fırlatarak, ellerindeki dalları sallayarak şenlik alayı geçiyor. boynuzlarından mavi bir duman çıkıyor; meşale ışığındaki derileri kırmızı, sarıyla benek benek. menekşeler atıyorlar. çelenklerle defne yapraklarıyla dolduruyorlar her yanını sevgilinin, orada, dik sırtlı tepelerin indiği çim halkası üzerinde. alay geçiyor. ve o geçerken biz yıkılışın bilincindeyiz. çürümeyi önceden duyuyoruz. gölge yana yatıyor. biz, soğuk bir ceset külü kabına eğilmek için bir araya sürülmüş kötülük hazırlayıcıları, eflatun alevin nasıl aşağılara sarktığını gösteriyoruz.

geçmiş, yaz günleri, oturduğumuz odalar, akıp gidiyor kızıl gözlerle dolu yanmış kağıtlar gibi. ne diye karşılaşıp yeniden başlamalı? ne diye konuşmalı, yemek yemeli, öbür insanlarla başka karışımlar oluşturmalı? bu andan sonra ben yalnızım. hiç kimse bilmeyecek beni şimdi.

ben, yine ben, yine ben. açık seçik, katı, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde duruyor işte orada, benim adım. açık seçiğim, kuşkuya yer bırakmıyorum ben de. ama koskoca bir deneyim kalıtı dertop olmuş içimde. binlerce yıl yaşadım. çok yaşlı bir meşe ağacının içinde yolunu kemiren kurtçuk gibiyim. artık, şimdi yoğunum, bu güzel sabahta bütünlendim.

şapkamı başıma geçirerek bir yeryüzüne attım adımımı, şapkalarını başlarına geçirmiş çok sayıda adamla dolu bir yeryüzüne ve itişip kakıştık, trenlerde, yeraltı trenlerinde yüz yüze geldikçe, yarışmacıların, yoldaşların duygudaşlığıyla birbirimize göz kırptık, binlerce tuzak ve kaçışla bağlanmıştık birbirimize, aynı sonuca varmak için, yaşamımızı kazanmak için.

hoştur yaşamak. iyidir yaşamak. yaşamın yalın ilerleyişi doyurucudur. sağlığı yerinde sıradan adamı al ele. yemek yemekten, uyumaktan hoşlanır. temiz havayı koklamaktan, strand'dan aşağı canlı adımlarla yürümekten hoşlanır. ya da kırlarda, bir bahçe kapısında öten bir horoz vardır; tarlanın çevresinde dörtnala koşturan bir tay vardır. hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler; salıyı çarşamba. her biri o aynı gönenç dalgacığını yayar; aynı ritim eğrisini yineler; taptaze kumu bir ürpertiyle örter ya da onsuz ağır ağır geri çekilir. böylece, varlık halkalar geliştirir, kimlik güçlenir. havaya fırlatılıvermiş, her dönemden yaşamın yabanıl, zorlu esintileriyle oraya buraya savrulmuş bir tohum serpintisi gibi coşkun ve sinsi olan şey, şimdi bir yönteme bağlı, düzenli ve bir amaçla savruluyor.

hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler, salıyı çarşamba. her biri aynı dalgacığı yayar. varlık, halkalar geliştirir; ağaç gibi. ağaç gibi yapraklar dökülür.

yaşam kusurlu, bitmemiş bir söz dizisi.

yazık! hindistan'da güneş başlığıyla at sürüp küçük bir eve dönemedim. senin yaptığın gibi, geminin güvertesinde hortumla birbirlerine su fışkırtan yarı çıplak oğlan çocukları gibi, ortalıkta yuvarlanamam. bu ateşi istiyorum ben, bu sandalyeyi istiyorum. gün boyu bu şeylerin peşinde koştuktan sonra, onun üzünçlerinden sonra, inlemelerinden, beklemelerinden, kuşkularından sonra yanına oturacağım birisini istiyorum. tartışmalardan, uzaklaşmalardan sonra özel yaşamımı istiyorum, seninle yalnız olmak, bu yaygarayı düzene sokmak. çünkü, alışkılarım konusunda kedi denli düzenliyim. yeryüzünün pisliğine, bozulmuşluğuna karşı çıkmalıyız; dönen, girdaplar oluşturan, kusulmuş, ezen kalabalığına. kişi, kağıt keseceğini bile romanın sayfaları arasında tam bir düzenle kaydırmalı, mektup paketlerini yeşil ipekle düzgünce bağlamalı, faraşla külleri toplamalı. bozulmuşluğun korkusunu sindirmek için elinden geleni yapmalı. romalıların dayanıklılığını ve erdemlerini yazanları okuyalım, kumlar içinde yetkinlik arayalım. evet; ama soylu romalıların erdemini, dayanıklılığını senin gri gözlerinin ışığı altına kaydırmayı seviyorum, dans eden çimenlerin, yaz esintilerinin, oynayan oğlanların kahkahaları, bağrışmaları altında, gemi güvertelerinde hortumla birbirlerini ıslatan çıplak kamarotların. bu nedenle yan tutmaz bir arayıcı değilim. her zaman renkler lekeliyor sayfayı, bulutlar geçiyor üzerinden. ve şiir, düşünüyorum da, yalnızca senin konuşan sesin. alkibiades de ajax, hektor, percival de sensin. ata binmeyi sevdiler, umursamazca tehlikeye attılar yaşamlarını onlar; kitaplara çok düşkün de değillerdi öyle. ama sen, ne ajax'sın ne percival. senin kendine özgü tavırlarınla burunlarını kırıştırmadılar, alınlarını kaşımadılar. sen sensin. birçok şeyin yokluğuna karşın beni avutan da bu işte -çirkinim, güçsüzüm- yeryüzünün aktöre çöküşüne karşın, gençliğin uçuşuna. percival'in ölümüne, sayısız acılara, kinlere, kıskançlıklara karşın.

ama bir gün kahvaltıdan sonra gelmezsen, bir gün seni bir aynada, belki de bir başkasının ardından bakarken görürsem, telefon senin boş odanda çınlar çınlarsa, ondan sonra ben, anlatılmaz acılardan sonra ben -çünkü insan yüreğinin çılgınlığına sınır yoktur- bir başkasını arayacağım, bir başka sen bulacağım. bu arada, gel, zaman saatinin tiktaklarını bir vuruşta susturalım. yaklaş.

aşk üzerine

alain de botton

aşkın en büyük sakıncalarından biri, kısa bir süre için de olsa bizi mutlu etme tehlikesi taşımasıdır.

bütün eski sevgililer, bir zamanlar sürekli sandığın duygunun hiç de öyle olmadığının birer göstergesidir.

karşılıklı bir çekimin işaretleri arandığında, hayran olunan kişinin söylediği ya da yaptığı her şey hemen her anlama çekilebilir.

en cazibeli olanlar, ne onları hemen öpmemize izin verenler -nankörleşiriz sonra- ne de asla öpmemize izin vermeyenlerdir -onları da çok geçmeden unuturuz- bu ikisi arasında cilveleşenlerdir.

aşırı ilgi duymadığımız kişileri baştan çıkarırken daha çok özgüven duymamız ve daha kolay başarmamız aşkın ironilerinden biridir.

çekici olmayan bir insanla birlikteyken sessizlik olduğunda sıkıcı olan karşınızdakidir. çekici bir insanla birlikteyken sessizlik olduğunda ise sıkıcı olanın siz olduğunuza emin olabilirsiniz.

anatole france: insanın sahip olduğu bir şeyi sevmesi alışıldık bir durum değildir.

gerçek bir aşık tutarlı olamaz, sahici aşıklar ancak darmadağın cümleler kurabilir. dil aşkın çalımına takılır, arzu güzel söz söyleme yeteneğinden yoksundur.

aşk kancaları, görünür tüm mantıksal yasaların üzerindedir.

düşünceye seksten daha zıt az şey bulunur. gövdenin ürünüdür seks, düşünceyi dışlar; diyonizyaktır, anlıktır, aklın bağlarından bir kaçıştır, fiziksel arzunun haz dolu çözülüşüdür.

montaigne: aşk, bizden kaçanı yakalamak için duyulan çılgın arzudan başka bir şey değildir.

bir gül gibi

ursula k. le guin


kendini bir örnek olarak mı sunuyorsun
bir gül gibi açabilir mi insan
kendi hassas özünü çoğaltarak
yoksa işini yapmak yeterli mi
çünkü iş denmez
bir gül olmak için yapılana
tanrı, pencereden dışarı bakarken
eve çekidüzen veriyor

13.08.2016

arzu

pascal bruckner

aşıklar kavuştukları anda küle dönüşürler.

kalçalar cennetin bir tasviri, zenginliğin bir simgesi, yaşayan bir bolluklar ülkesidir. inananlara ve yoksullara çekici gelmeleri bundan kaynaklanır.

sevmek demek, karşıdakinin sizin üzerinizde sonsuz bir iktidar uygulamasına razı olmak demektir.

hoşgörü en müstehcen durumları engelledi; cinsellik bugün artık kutsallığın erdemlerine bile sahip olmayan zavallı bir günah. çağdaş sefihi tehdit eden şey gözden düşme değil, can sıkıntısıdır.

büyük şehvet anları, genellikle uyuklayan güçleri yeniden canlandırdıkları için derhal gaddarlığa dönüşebilirler. sarhoşluktan ayılmada her zaman bir öfke vardır.

birbirini sevmek demek, tamamen masum budalalar olmak için birlikte olma özgürlüğü adına sözlüğü durmadan güncellemek demektir.

kötülüğün görünüşte iç karartıcı tekdüzeliğindeki tahrikler, şehvetinkilerden daha yoğundur.

hasretinden prangalar eskittim

ahmed arif



bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün
seni doğuran ana

seni, anlatabilmek seni
iyi çocuklara, kahramanlara
seni, anlatabilmek seni
namussuza, haldan bilmez, kahpe yalana

gitmek
gözlerinde gitmek sürgüne
yatmak
gözlerinde yatmak zindanı
gözlerin hani

tütünü bilir misin
"kız saçı" demiş zeybekler
su içmez her damardan
yerini kolay beğenmez
üşür
naz eder
darılır
iki yaprak arasında kıyılmış
bir parçası var kalbimin
incecik, ak kağıtlara sarılır
dar vakit yanar da verir kendini
dostun susan dudağına

evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu
hani, kurşun sıksan geçmez geceden
anlatamam, nasıl ıssız, karanlık
ve zehir zıkkım cıgaram
gene bir cehennem var yastığımda
gel artık

sus, kimseler duymasın
duymasın, ölürüm ha
aymışam yarı gecede
seni bulmuşam sonra
seni, kaburgamın altın parçası
seni, dişlerinde elma kokusu
bir daha hangi ana doğurur bizi

ne alnımızda bir ayıp
ne koltuk altında
saklı haçımız
biz bu halkı sevdik
ve bu ülkeyi
işte bağışlanmaz

korkunç suçumuz

gör, nasıl yeniden yaratılırım
namuslu, genç ellerinle
kızlarım
oğullarım var gelecekte
her biri vazgeçilmez cihan parçası
kaç bin yıllık hasretimin koncası

gözlerinden
gözlerinden öperim
bir umudum sende
anlıyor musun?

12.08.2016

ölü ve kayıp

norah mcclintock

uğraşılmaya değer olan her şey doğru yapılmayı hak ediyor demektir.

birini, eli kurabiye kavanozunun içindeyken yakaladığınızda, genellikle yüzünde suçlu bir ifade olur.

kızlar, konuşmak ya da gülmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz.

işi sıkı tutmak, sonradan üzülmekten iyidir.

insanlar kızların erkekler kadar rekabetçi olmadığını, o kadar sert oynamadığını düşünür. oysa yapıyorlar, en azından sporcu olanlar.

bir silahı televizyonda ya da bir filmde görürsünüz, büyütülecek bir şey değildir. ancak polislerin belinde gördüğünüzde fark ettiğiniz ilk şey, silahların küçük ya da büyük bir ekranda göründüğünden çok daha büyük ve ürkütücü olduğudur.

sanat sevdası

pierre bourdieu / alain darbel

mağaza, yoksulun müzesidir.

mesaj izleyicinin kavrama olanaklarını aştı mı, "maksadı" çıkaramayan ziyaretçi alacalı bulacalı bir renk cümbüşü, gereksiz birtakım renkler olarak gördüğü şeye ilgisini kaybeder. diğer bir deyişle, kendisi için fazlasıyla zengin olan, -iletişim kuramının deyişiyle- mesaj tufanı karşısında "boğulduğunu" hisseder ve mesajın üstünde pek durmaz.

halk sınıflarının müze ziyaretlerinin, sadece giriş ücretlerindeki indirime bağlı olarak artmasını beklemekten daha safiyane bir düşünce olamaz. müzeye gidenlerin toplam içindeki payı, üstelik o gün müzeye giriş ücretli olmamasına rağmen, toplumsal hiyerarşi basamağında yukarı çıkıldıkça düzenli bir biçimde düşüyorsa, bunun nedeni her şeyden önce halk sınıflarının boş vakit etkinliklerinin hayat temposuna tabi olmasıdır.

"eğitim doğuştandır."

her bireyin, eserin sunduğu "bildiriyi" kavraması için belirli ve sınırlı bir kapasitesi vardır; bu kapasiteyse -ister genel olarak resim, ister belli bir döneme, ekole ya da sanatçıya ait bir resim söz konusu olsun- değerlendirilen mesajın tür kodu hakkında sahip olduğu genel bilginin sonucudur; bu da çevresinin veya aldığı eğitimin sonucudur.

bilgelik, bizi çocukluğa götürür.

her teknik mükemmelen öğrenilebilir veya anlaşılabilir; ama kuvveden fiile çıkmasını sağlayacak koşullar sunulmazsa veya ona anlam kazandırabilecek, üstünde durabileceği biricik şey olan tutum ve alışkanlıklar sistemiyle bütünleşmezse daha sonra unutulabilir.

kitap satın alma ve okuma alışkanlığı öğrenim düzeyiyle yakından ilişkilidir ve yaşla birlikte azalmaktadır. tiyatro ve konsere gitme alışkanlığı ile müzeye gitme alışkanlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

10.08.2016

gariban

goethe

bizi hayata sokuyor
suça koşuyorsunuz garibanları
sonra acıyı bırakıyorsunuz onlara
çünkü her suç karşılık bulur dünyada.

kötülüğün sıradanlığı

hannah arendt

çağımızdaki totaliter hükümetlerin en çok geliştirdikleri özelliklerden biri, muhaliflerinin, kanaatlerinden dolayı bir şehit gibi, onurlu ve etkileyici bir biçimde ölmesine izin vermemeleridir. totaliter devlet, muhalifinin adsız sansız, sessiz sedasız ortadan kaybolmasını sağlar. ama her zaman geriye hikâyeyi anlatacak biri kalacaktır.

belli bir şey yapmadığı halde kendini suçlu hisseden biri, ahlaki açıdan, gerçekten yaptığı bir şey yüzünden suçlu olan ama kendisini hiç suçlu hissetmeyen birisinden daha az hatalı değildir.

adolf eichmann: pişmanlık küçük çocuklara mahsustur.

almanya'nın resmen yenilgiye uğradığı 8 mayıs 1945 tarihinin eichmann için önemli olmasının başlıca nedeni, artık şuraya veya buraya üye olmadan yaşamak zorunda olduğunun kafasına dank etmesiydi: "zorlu bir hayatı lidersiz, tek başıma sürdürmek zorunda olduğumu anladım; kimseden direktif almayacaktım, artık kimse bana emir vermeyecekti, gerektiğinde başvurabileceğim bir yönetmelik olmayacaktı; uzun lafın kısası, hiç bilmediğim bir hayat bekliyordu beni."

"insan her türlü yasanın idaresinde yaşayabilir. gelgelelim, neye izin verildiğini ve neyin yasaklandığını bilmeden yaşayamaz. faydalı ve saygıdeğer bir vatandaş bile, büyük bir halkın içindeki bir azınlığın üyesi haline gelebilir."

david rousset: ss'in zaferi, işkence kurbanının hiç karşı çıkmadan darağacına götürülmeyi kabul etmesini, kimliğini olumlamayı bırakacak kadar kendinden vazgeçmesini gerektirir. ss'ler kurbanın yenilgiye uğramasını yok yere, sırf sadistliklerinden istemezler. kurbanını daha darağacına çıkmadan yok etmeyi beceren sistemin, koca bir halkı esaret altında almak için tartışmasız en iyi sistem olduğunu gayet iyi bilirler. bu insanların kendilerine söyleneni harfiyen yapıp ölüme gitmelerinden daha korkunç bir şey yoktur.

adolf eichmann: bir insan işini severek yapmazsa yaptığı iş de bir şeye benzemez.

yasalara bağlı olmak insanın salt yasalara uyması anlamına değil, uyduğu yasaları kendisi koymuş gibi hareket etmesi anlamına da gelir. ancak görev duygusunun ötesine geçince başarılı olunacağı inancının kaynağı budur.

"bazı açılardan çok zor olan sorunların, halkımızın daimi güvenliği için, bazen amansız sertlikle çözülebilmesi eşyanın tabiatı icabıdır." (nazi parti şansölyeliği)

adolf eichmann: hayatım boyunca ne bir yahudiyi ne de yahudi olmayan birini öldürdüm. bir yahudiyi veya yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim.

cinayet aletini kendi elleriyle kullanan kişiden uzaklaşıldıkça sorumluluk derecesi artar.

sınır dışı etme, başka ülkelere karşı bir suçtur; soykırım ise bizatihi insan çeşitliliğine, yani "insan statüsünün" belirleyici bir özelliğine yönelik bir saldırıdır; bu özellik olmadan ne "insanlık" ne de "beşeriyet" kelimelerinin bir anlamı kalır.

avukat caniyi savunur, cinayeti değil.

yogal rosat: büyük bir suç doğayı kızdırır; bu yüzden dünya intikam diye haykırır; kötülük doğal bir uyumu bozar ve bu uyum da ancak kötülüğün cezalandırılmasıyla yeniden sağlanabilir; ahlaki düzene karşı sorumluluklardan biri de, mağdur tarafın suçluyu cezalandırmasıdır.

"bir şahsın vicdanına veya inancının gereklerine göre hareket etmiş olması, fiilinin veya ihmalinin cezalandırılmayacağı anlamına gelmez." (alman iç hizmet kanunu)

insan doğası gereği, bir kere baş gösteren ve insanlık tarihine kaydedilen her fiil, gerçekliği tarihe gömülüp gittikten uzun zaman sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır. gelmiş geçmiş hiçbir cezanın, suç işlenmesini önleyecek kadar caydırıcılığı yoktur. bilakis, cezası ne olursa olsun, belli bir suç bir kere ortaya çıktı mı, tekrar ortaya çıkması, ilk ortaya çıkışının olup olabileceğinden çok daha olasıdır.

8.08.2016

ebedi aşk

arturo perez-reverte

güzel aşk hikayesinin, 6 ay sonra yabancı bir memlekette, bir kış akşamı, sularından sis yükselen bir nehrin kıyısında, gözyaşlarıyla, en mutlak yalnızlık içinde sona erdiğini söylemekle yetineceğim. o gri sular kızı büyülerdi, biliyor musunuz? öylesine büyülüyorlardı ki şairlerin unutmanın tatlı huzuru dedikleri şeyi onlarda aramayı düşünmüştü. her şey o zaman oldu. genç kız kendi sis duvarını aşmaya hazırlanırken, yaşantısına bir başka adam girdi. öyle bir adam ki, karşılığında hiçbir şey istemeden, gri nehrin kıyıları arasında kaybolmuş olan kıza baktı, onun yaralarını sardı, gülümsemeyi geri verdi ona. kızın hiç tanımadığı baba, hiç sahip olmadığı ağabey, artık asla sahip olamayacağı koca oldu ve işi asaletinin sınırlarına kadar vardırıp asla kızdan belki de kendisine ait olması gereken hiçbir hak talep etmeye kalkışmadı. iki yıl boyunca, o adam nehrin akıntısını seyrederek titreyen o kızdan çok farklı bir kadın yaratmaya adadı kendini. ve karşılığında yine hiçbir şey istemedi. aslında davranışında bencillik yok değildi. belki de kendi eserinden memnuniyet duymasıydı söz konusu olan; kullanılmayan ama orada, bir yerlerde çarpan bir tür sahiplenme duygusunun gururu. "yarattığım en güzel şeysin" demişti bir keresinde. belki doğruydu; çünkü bu işte eksik olan hiçbir şey yoktu: ne çaba, ne para, ne sabır. bir gün, işleri yüzünden, o adam ülkesine dönmek zorunda kaldı. genç kızı omuzlarından tuttu, onu bir aynanın karşısına götürdü ve bir süre kendisini seyrettirdi. "güzel ve özgürsün" dedi ona. "kendine iyi bak. işte benim ödülüm bu." adam evliydi, bir ailesi ve sorumlulukları vardı. ama ne olursa olsun, eseri için her şeyi yapmaya hazırdı. gitmeden önce, hediye olarak uygun bir yaşam sürebileceği bir ev verdi kıza. ve bu koruyucu çok uzaklardan, büyük bir özenle bütün eksiklerini gidermeye çalıştı. yedi yıl böyle geçti.

sabırsız yürek

stefan zweig

insanın, kendini kandırma güdüsü sayesinde, aslında çok iyi bildiği tehlikelerle onları yok sayarak başa çıkmaya çalışması, doğruluğu kanıtlanmış bir gerçektir.

görev duygusundan dolayı kahraman olmaktansa kişisel sorumluluk nedeniyle asker kaçağı olmak çok daha iyi aslında!

iki tür acıma duygusu vardır. birincisi, duygusal ve zayıf olanı, başka birinin yaşadığı felaketlerden kaynaklanan acı ve hüzünden olabildiğince çabuk kurtulmak için çırpınan yüreğin sabırsızlığıdır. bu, bir acıyı birlikte hissetmek değil, ruhun yabancı bir derde karşı kendini içgüdüsel olarak savunması anlamındaki acıma duygusudur. diğeri, tek gerçek acıma duygusu ise duygusal olmayan; ama yaratıcı olan, ne istediğini bilen, sabırla, gücü yettiğince, hatta gücünün bile ötesinde katlanmaya ve dayanmaya kararlı olunan acıma duygusudur. insan yalnızca sonuna kadar dayanabildiği, en acı ve en zor sona kadar sabredebildiği zaman karşısındakine yardımcı olabilir. yalnızca kendini feda ettiği zaman, ancak o zaman!

eğer bir şeyi yapmakta tereddütleriniz varsa, kaçamak yollar her zaman daha çekici gelir.

kişi ancak başkaları için de bir değeri olduğunu anladığında varlığının anlamını ve önemini kavrayabiliyordu.

sağlıklı biriyle sağlam birinin, özgür biriyle bir mahkumun ilişkilerinin uzun vadede rayında gitmesi olanaksızdı. şanssızlık insanı alıngan, sürekli acı adaletsiz kılar.

gençliğin anlamı her öğrenilenden coşku duyup yeni keşiflere doyamamasıdır.

gerçek bir beraberliğin bir elektrik şalteri gibi istenildiğinde açılıp kapanamayacağını, başka birinin kaderinde rol oynamanın kendi özgürlüğünden de fedakarlık etmek anlamına geldiğini anlamaya başlıyordum.

hiç beklenmedik bir anda bir görev üstlenmek ve bu görevi kendi inisiyatifiyle ve kendi gücüyle çözmek kadar, gençbir insanın kendine güvenini artıran ve karakterinin biçimlenmesini sağlayan bir başka şey daha yoktur.

dünyada bir şeyi yarım söylemek ya da yarım bırakmak kadar kötü bir şey yoktur. her kötülük bu yarım işlerden çıkar.

insanoğlunun kıskançlık duygularını tutuşturmakta hiçbir şey, kendi aralarından birinin başına devlet kuşu konarak sınıf atlaması kadar etkili olamaz. dünyanın en zengin prensinden hiçbir şey esirgenmezken, kendileriyle beraber aynı zincirin halkalarından birini oluşturan kader yoldaşlarının bu zinciri kırarak özgür olması katlanılmaz bir durumdur.

bu genelde böyledir, kişi birine haksızlık ettiği zaman, zarar uğrayanın da basit, bir noktada da olsa yanlış yaptığını veya haksız davrandığını saptamaya ya da bu şekilde kendini kandırmaya uğraşır ve bundan gizemli bir hoşnutluk duyar. aldatılanın küçük de olsa bir suçu olduğunu belirlemek bir anlamda vicdanı rahatlatır.

bize en şaşırtıcı görünen şeyler, çoğunlukla en doğal olanlardır.

kişinin acının pençesinde nasıl kıvrandığını yaptığı saçmalıklar sanırım en güzel şekilde belirtir.

nietzsche: iyileşmeyecek hastanın doktoru olmaz.

üniversiteye devam ettiğim yıllarda bizlere özellikle "iyileşmez" olarak öğretien frengi hastalığının da sonradan çaresi bulundu; tabi nietzsche, schumann, schubert ve daha adını sayamadığım sayısız kurbandan sonra.

yapılan her işlem, ister limon yiyin, ister süt için; ister soğuk suya girin, ister sıcak banyo alın, organizmada belirli bir değişime yol açarak hastaya bir canlılık kazandırır ki bu, her zaman iyimser olan hastalar tarafından genellikle iyileşme olarak nitelendirilir.

tıbbın etikle hiç alakası yok; her hastalık kendi başına bir anarşik eylem, doğaya bir başkaldırış; bundan dolayı onu yenmek için elden gelen her şeyin, ama her şeyin yapılması gerekiyor.

şiddetli duygusal çalkantıların ardından insanın uykusu da derin ve deliksiz oluyordu.

mutluluk duygusunun da tüm uyarıcılar gibi uyuşturucu bir yanı vardır. anı derinlemesine yaşamak genellikle geçmişi bir an için de olsa unutturur.

yoksul, basit insanlar nedense zenginlerin de başlarına büyük felaketlerin gelebildiğini, onların da mutsuz olabildiklerini görüne altüst olurlar.

düğün törenleri genç kızları her zaman duygulandırmıştır; çünkü böylesi anlarda kadınların ruhunda gizemli bir ortaklık duygusu hakim olur.

hastalara yakınlarının diğer normal insanlardan çok farklı bir sözlükleri olduğunu, onlar için "belki" sözcüğünün "kesinlikle" anlamına geleceğini, bundan dolayı da onlara umudun ancak ufak parçalar halinde sunulabileceğini, aksi takdirde iyimserliklerinde aşırıya kaçacaklarını ve delice şeyler yapmaya başlayacaklarını bilemezdiniz ki.

acımak iki yanı keskin bir bıçak gibidir; kullanmayı bilmeyen, elini ve özellikle de kalbini ondan uzak tutmalıdır. tıpkı morfin gibi acıma duygusu da hasta için sadece başlangıçta bir nimet, bir ilaç, bir devadır; ama dozunu ayarlamasını ve azaltmasını bilmediğiniz zaman, öldürücü bir zehir olabilir. ilk birkaç iğnede hasta kendini rahatlamış hisseder, artık ağrılarını hissetmemektedir. ancak ne yazık ki organizmanın, hem bedenin hem de ruhun inanılmaz bir alışma yeteneği vardır, sinirlerin hep daha fazla morfine ihtiyaç duyması gibi, duygular da hep daha çok acımaya ihtiyaç duyar, ta ki siz bunu karşılayamayıncaya kadar. sonunda öyle bir nokta gelir ki, kendinizi "hayır" demeye ve artık onunla ilgilenmemeye zorunlu hissedersiniz ve işte o anda, ta başında ona yardımcı olmasaydınız duyacağı nefretin o andan belki de daha az olacağını fark edersiniz.

acımak gerçekten sınırlanması gereken bir duygudur, aksi takdirde ilgisizlikten çok daha kötü zararlara yol açabilir. bunu doktorlar, hakimler, avukatlar, tefeciler çok iyi bilirler. eğer bu kişiler kendilerini acıma duygusuna kaptırsalardı, dünyamızın düzeni altüst olurdu.

bizim dünyamızda önemli olan, neyi ne niyetle yaptığınız değil, yaptıklarınızın doğuracağı sonuçlardır.

korkunç bir biçimde iyileşmesi olanaksız denilmiş bir hastaya umudun zerresini gösterirseniz, ne yazık ki bundan bir kiriş, kirişten de bir ev inşa eder.

bu gibi hayal şatoları hastalar için çok sağlıksızdır; doktor olarak benim görevim, yanlış umutlar iyice yerleşmeden bu hayal şatolarını yerle bir etmektir.

bir doktor olarak ben, olayın başından çok seyrini ve sonucunu düşünmekle sorumluyum. bu tür delicesine bir umudun ardından gelecek çöküşü de hesaba katmak zorundayım. üstelik bu çöküş kaçınılmaz, evet kesinlikle kaçınılmaz! bir doktor olarak satranç oyuncusu, sabır oyuncusu olarak kalabilirim; ama yıkıcı olamam, özellikle de bedelini karşımdaki ödemek zorunda kalacaksa..

olacağı geciktirmenin hiçbir yararı yok.

yolun ortasında yığılmış, felçli bir ihtiyarla karşılaşan delikanlının masalı. masaldaki felçli ihtiyar, genç adama yürüyemediğini, çok zavallı durumda olduğunu söyleyerek yardım dileniyor, delikanlının onu sırtına alarak şehre kadar taşıması için yalvarıyordu. genç adamsa ona acıyarak eğilip adamı sırtına alıyordu. niçin acıyorsun, aptal, acımana ne gerek var? ancak bu yardım dilenen, zavallı görünümlü ihtiyar aslında kötü yürekli bir cin, bir büyücüydü. delikanlının sırtına yerleşince kıllı, çıplak bacaklarını sıkıca boynuna dolamıştı. artık yardımsever delikanlının onu silkeleyerek ondan kurtulması olanaksızdı. böylece artık ihtiyar büyücü onu kamçılayarak, azarlayarak yardımsever kurtarıcısına eziyet ediyor, onu dur durak bilmeden acımasızca her istediği yere götürmeye zorluyordu. genç adam ne yaptıysa ondan kurtulamıyor; artık kendi istediği hiçbir şeyi yapamıyordu. bir binek hayvanı, zavallı gördüğü adamın esiri olmuştu. dizleri dayanamayacak kadar ağrısa da, dudakları susuzluktan kurusa da, vücudu onu taşıyamayacak kadar bitkinleşse de o artık merhametinin cezasını çekmeye, bu kötü, hain, kurnaz ve yaşlı adamı kurtulması olanaksız bir kader gibi sonsuza dek sırtında taşımaya zorunluydu.

yaşamında ilk kez, yeryüzündeki en büyük kötülüklerin kaynağının vahşet ve kötü niyet değil, kişilerin yenemedikleri zayıflıkları olduğunu anlıyordum.

ancak şimdi, yazar ve şairlerin çoğunlukla dile getirmekten kaçındıkları gerçeği, çirkinlerin, sakatların, toplum dışına itilmişlerin, evde kalmışların, ihtiyarlayıp çökmüşlerin, sokağa atılmışların mutlu ve sağlıklı insanlardan çok daha tutkulu, çok daha tehlikeli bir ihtirasla bağlanacaklarını ve arzu duyabileceklerini anlıyordum. onların sevdası takıntılı, karanlık ve karaydı; yeryüzündeki hiçbir tutku, yalnızca sevmek ve sevilmekle yeryüzündeki varlıklarına bir anlam kazandırmaya çalışan tanrı'nın bu mutsuz, çaresiz üvey evlatlarınınki kadar ihtiraslı ve umutsuz olamazdı.

karşılıksız bir aşka tutulan biri bu tutkusunu biraz olsun kısıtlama olanağına sahiptir; çünkü o, bu yoksunluğun yalnızca kölesi, kulu değil, aynı zamanda da yaratıcısıdır. aşık olan bu tutkusuna karşılık almayı başaramıyorsa bu, hiç değilse onun kendi suçudur. ama karşılıksız olarak sevilen kişi, ölçüsünü ve sınırlarını kendisinin belirleyemediği bu tutkuya gem vurmakta çaresizdir. bir başkası tarafından sevilen herkes o kişinin karşısında çaresiz kalır.

niçin en aptallar genellikle en iyi niyetli kişiler oluyordu acaba?

hızın insan ruhunda da bedeninde de uyuşturucu, huzur verici bir etkisi vardır.

tüm davranışlarımızda kendini beğenmenin hiç de küçümsenemeyecek bir rolü vardır. özellikle de zayıf kişilikler dışarıya karşı kendilerini güçlü, cesur ve kararlı gösterecek şekilde davranmak çabasındadırlar.

genel kabul gören dar çerçevenin dışında kalan bir şeyin yapılması insanları meraklandırır ve kızdırır.

kişinin boş, anlamsız bir yaşam sürmediğini, bir insan ya da bir amaç uğruna yaşadığını bilmesi çok önemli. eğer yaptığınızla başka birinin yaşamını kolaylaştırıyorsanız hiç çekinmeden en ağır yüklerin bile altına girmeye değer.

kaderin yaraladığı bir insan ne olursa olsun hep yaralı kalıyor.

kişi her şeyden kaçabilir, yalnızca kendinden asla!

insanı yalnızca ölçemediği, eliyle tutup anlayamadığı şeyler korkutuyordu; buna karşılık sınırlarını belirleyebildiğin, kesinlikle saptayabildiğin şeylerle baş etmek ise bir deney, gücün ölçebileceği bir sınavdı.

bedensel başarı genellikle ruhsal rahatlamaya da temel olur.

öylesine alaycı ve kendine güvenen bir hali vardı ki bu ancak kötü, tehlikeli bir şey yapmayı planlayan, buna kararlı insanlarda görülürdü.

bir şeyi saklayan ya da saklamak zorunda kalan kişinin gözlerinin doğal, özgür ve samimi bakması olanaksızdır.

başka birini mutlu ediyorsa yalan bile gerçeklerden daha önemli ve değerli olabiliyordu.

insan kendini satıyorsa hiç değilse pahalıya satmalı.

yaşamım boyunca hiçbir konuyu kendi ölümüm kadar soğukkanlı, sağlıklı, net ve düzgün şekilde planlamadığımı yeniden belirtmek isterim. her şey bir sicil kaydı kadar net bir biçimde düzenlenmişti.

ancak tüm intihar edecekler her nedense bu türden anlamsız saçmalıklar yapıyorlardı. kadavra haline gelmeden on dakika önce bile yakışıklı ve kusursuz görünme hevesine kapılıp kafasına bir kurşun sıkmadan, yaşamdan temiz ve düzenli ayrılmak için, özellikle sinekkaydı tıraş olur ya da temiz çamaşırlar giyerlerdi.

püriten: ingiltere'de koyu protestan olan kişilere verilen ad.

zaten kişi her zaman en ağır küfürlere bile, komşusunun başına da aynı şey geliyorsa daha rahat katlanmaya hazır değil midir? adalet, gizemli bir biçimde gücü ve şiddeti telafi eder.

kararlarımız, kabul etmek istemesek de büyük ölçüde sosyal konumumuzla sağladığımız uyuma ve çevreye bağlıdır. düşüncelerimizin büyük kısmı genellikle önceden edinilmiş izlenimlerin ve etkileşimlerin doğal bir sonucudur.

iyileşmiş bir hasta rahatlığıyla oradan ayrıldım. yaşamın darbesini yemiş, sakat bir insana yaşamının kalanını sonsuza kadar adamış olmayı ilk kez bir fedakarlık olarak nitelemiyordum. yaşamda sevgiye gerek duyanlar sağlıklılar, kendine güvenenler, gururlular, neşeliler, yaşamın zevkini çıkaranlar değildi. onların buna ihtiyacı yoktu. onlar sevgiyi yalnızca kendilerine sunulması gerekli bir şey olarak niteliyor, kayıtsız, kendini beğenmiş bir tavır takınıyorlardı. sevgi onlar için yalnızca bir olgu, saçtaki bir toka, koldaki bir bilezik gibi başkaları tarafından sunulan bir armağandı; asla yaşamın anlamı ve ulaşılabilecek en yüce mutluluk değil! kaderin sillesini yemişlere, sakatlara, engellilere, toplumun dışladıklarına, aşağıladıklarına, çirkinlere, yokluk çekenlere, umudu kırılmışlara gerçekten de sevgiyle ulaşılıp yardımcı olunabilirdi. onlara yaşamını adayan, yaşamın onlardan esirgediğini onlara bağışlamış oluyordu. yalnızca onlar olması gerektiği gibi sevmeyi ve sevilmeyi biliyorlardı: alçakgönüllülük ve minnettarlıkla!

cesur olmak, aslında korkmamaktan başka bir anlam içermediğine göre, cephede gerçekten cesur ve yürekli olduğumu inançla, güvenle söyleyebilirim.

unutmak kaçınılmaz olunca, insan yüreği de ona pekala uyuyor ve unutmayı istiyor.

vicdan anımsadıkça, hiçbir suç unutulmaz!