epikuros: haksız kazanılan parayı sevmek dine aykırıdır; haklı kazanılan para bile insanı utandırmalı.
alexandre dumas: ağaç hiçbir zaman çiçeğini bırakıp gitmez; ağacı bırakıp giden her zaman çiçektir.
we ling kung: yetkin kişinin arayışı hep benliğindedir. küçük adam hep başkalarından alır.
maureen freely: bir yalanın gerçek olmasını sağlamanın en iyi yolu, onu sonsuz kere tekrarlamaktır.
william faulkner: her erkek ve kadın, o anda evli olsunlar olmasınlar, o zaman ya da daha sonra evlensinler ya da evlenmesinler, ikisinin birlikte olduğu o anda tanrıdırlar.
oğuz atay: kötülükten ancak kötülük çıkar. bayağılık insan ruhunu öldürür.
charles bukowski: evlilik onaylanmış düzüşme demektir ve onaylanmış düzüşmeler, hiç şaşmaz, sonunda sıkıcı olmaya başlar, bir iş haline gelir.
robin sharma: gerçek anlamda aydınlanmış kişiler, hiçbir zaman başkalarına öykünmez. bunun yerine onlar kendilerinin önceki halini aşmaya çalışırlar.
james baldwin: insana yalnızca bir kadının verebileceği bazı şeyler vardır.
sun tzu: askerlerini kaçışın olanaksız olduğu noktalara sür ki, ölesiye savaşsınlar. ölümle karşı karşıya olan bir askerin beceremeyeceği iş yoktur.
gerard de nerval: bir çeyrek saatlik merhamet, yetmiş saat dua etmekten daha iyidir.
voltaire: insanlara uymaktansa tanrı'ya uymayı yeğlediğini söyleyen, bunun sonucu olarak da sizi boğazlayınca dosdoğru cennete gideceğine inanan bir adama ne yanıt vereceksiniz?
29.11.2016
26.11.2016
kaybın türküsü
kiran desai
canavarlıklar hep haklı bir davanın görüntüsü altında işlenir.
eski şarkılar gibisi yoktur.
aşk, duygunun kendisinden çok onun sızısı, beklentisi, inzivası ve çevresindeki şeylerdir.
en büyük sevgi hiçbir zaman belli edilmeyen sevgidir.
beyaz kadınlar gençken iyi görünür; ama çabuk çökerler; kırkına geldiler mi çirkinleşirler, saçları dökülür, her yerleri kırışır, şu lekelerle damarlar da cabası.
bir yolculuğun bir kez başladı mı sonu yoktur.
sürülecek yağ azsa ekmeğinizin yağsız kalmasını göze almak zorundasınız. güçlüler kazanır ve yağı da onlar kapar.
köle olarak yaşamaktansa ölmek yeğdir.
güzel huylu olmak eskiden kızlar için bir gurur meselesiydi.
bu hayatta tek parça kalmak istiyorsan düşüncelerini durdurmalısın; yoksa suçluluk ve acıma duyguları senden her şeyini alır, seni bile.
kıyı insanları iç taraftakilerden daha akıllı olurlar.
aşk böyle akışkan bir şeydi işte: onun kararsız bir nesne olduğunu, değişmez bir hakikat olmadığını yeni öğreniyordu. ihanete açık, neyin içine doldurulursa onun şeklini alan oynak bir şeydi. kendini tutup onu değişik kaplara doldurmamak çok zordu. çünkü türlü amaçlara hizmet edebiliyordu. keşke onunla kendini zaptedebileceği bir şey olsaydı. yoksa şu haliyle onu gerçekten korkutmaya başlamıştı.
canavarlıklar hep haklı bir davanın görüntüsü altında işlenir.
eski şarkılar gibisi yoktur.
aşk, duygunun kendisinden çok onun sızısı, beklentisi, inzivası ve çevresindeki şeylerdir.
en büyük sevgi hiçbir zaman belli edilmeyen sevgidir.
beyaz kadınlar gençken iyi görünür; ama çabuk çökerler; kırkına geldiler mi çirkinleşirler, saçları dökülür, her yerleri kırışır, şu lekelerle damarlar da cabası.
bir yolculuğun bir kez başladı mı sonu yoktur.
sürülecek yağ azsa ekmeğinizin yağsız kalmasını göze almak zorundasınız. güçlüler kazanır ve yağı da onlar kapar.
köle olarak yaşamaktansa ölmek yeğdir.
güzel huylu olmak eskiden kızlar için bir gurur meselesiydi.
bu hayatta tek parça kalmak istiyorsan düşüncelerini durdurmalısın; yoksa suçluluk ve acıma duyguları senden her şeyini alır, seni bile.
kıyı insanları iç taraftakilerden daha akıllı olurlar.
aşk böyle akışkan bir şeydi işte: onun kararsız bir nesne olduğunu, değişmez bir hakikat olmadığını yeni öğreniyordu. ihanete açık, neyin içine doldurulursa onun şeklini alan oynak bir şeydi. kendini tutup onu değişik kaplara doldurmamak çok zordu. çünkü türlü amaçlara hizmet edebiliyordu. keşke onunla kendini zaptedebileceği bir şey olsaydı. yoksa şu haliyle onu gerçekten korkutmaya başlamıştı.
20.11.2016
adsız sansız bir jude
thomas hardy
kadınları yola getirmek için esaretten, sağır bir işkence ustasından iyi ilaç yoktur.
kendini bilen bir erkek, bir kadının oyunlarına, işvelerine kendisini kaptırsa bile, sonunda ipi koparır.
hayat kitaptan öğrenilmez, yaşamak gerek.
bilgi bir savunma aracıdır, para da öyle; yalnız, bilginin üstünlüğü şudur ki, parası olana bile hayat veren odur.
bir erkeğin ellerinde yaptığı işin izlerini görmek çok hoş bir şeydir.
dünyanın en ateşli, en erotik şairlerinin çoğu günlük hayatlarında kendilerini tutmayı çok iyi bilen insanlardır.
iyilikseverlik kendi soyundan olanların peşine düşmez.
insanlar, doğal güçlere karşı koyamayacaklarını bile bile, birçoğu da bir aylık mutluluğu bir ömür boyu rahatsız olmak pahasına elde ettiklerini belki bildikleri halde, gene de evleniyorlar.
gülmek her zaman yanlış anlamaktan ileri gelir. doğru dürüst bakacak olursak yeryüzünde gülünecek hiçbir şey bulamayız.
kadınları yola getirmek için esaretten, sağır bir işkence ustasından iyi ilaç yoktur.
kendini bilen bir erkek, bir kadının oyunlarına, işvelerine kendisini kaptırsa bile, sonunda ipi koparır.
hayat kitaptan öğrenilmez, yaşamak gerek.
bilgi bir savunma aracıdır, para da öyle; yalnız, bilginin üstünlüğü şudur ki, parası olana bile hayat veren odur.
bir erkeğin ellerinde yaptığı işin izlerini görmek çok hoş bir şeydir.
dünyanın en ateşli, en erotik şairlerinin çoğu günlük hayatlarında kendilerini tutmayı çok iyi bilen insanlardır.
iyilikseverlik kendi soyundan olanların peşine düşmez.
insanlar, doğal güçlere karşı koyamayacaklarını bile bile, birçoğu da bir aylık mutluluğu bir ömür boyu rahatsız olmak pahasına elde ettiklerini belki bildikleri halde, gene de evleniyorlar.
gülmek her zaman yanlış anlamaktan ileri gelir. doğru dürüst bakacak olursak yeryüzünde gülünecek hiçbir şey bulamayız.
19.11.2016
üç büyük usta
stefan zweig
hiçbir şey gerçekleşen çocukluk hayallerinden daha müthiş değildir.
dostoyevski: insanların, var olduğunu ve sevildiğini bildikleri bir ağacın yanından mutluluk duymadan nasıl geçebildiklerini anlayamıyorum. hayatın her adımı en soysuz kişilerin bile bir mucize olarak duyumsadığı ne çok harika şeyle dolu!
hakiki yazar için yaratmaktan, hayal kurmaktan başka her türlü tutku bir sapmadır.
dostoyevski: ölümden daha geri döndürülemez mutsuzluk yoktur.
balzac: dahi, düşüncelerini her an gerçekleştirebilen kişidir. ama gerçekten büyük bir dahi bu eylemini aralıksız sürdürmez; aksi halde tanrı'ya çok fazla benzerdi.
charles dickens: küçük şeyler, hayatın anlamını oluşturan şeylerdir.
dostoyevski: insan için, önünde eğitebileceği bir şey bulmaktan daha kesintisiz ve daha acı verici bir korku yoktur.
büyüklük çabayla elde edilmez, kahramanlıksa öğrenilmez.
mutluluğun en yüksek noktası kimi insanlarda bir manzarayı izlemek, bir kadına sahip olmak, ahenk duygusu; ama her seferinde dünyevi durumlardan elde edilen kazanımdır.
dostoyevski: sadece acı sayesinde hayatı sevmeyi öğrenebiliriz.
geleceğe ulaşmak isteyen, onu aşmak zorundadır.
dünyayı genişletenler soğukkanlı bilim adamları, kendi memleketini tanıyan coğrafyacılar değil, bilinmeyen okyanusları aşıp yeni hindistan'a varan o öfkeli adamlar oldu. modern ruhun bütün derinliklerine ulaşanlar psikologlar, bilim insanları değil, ölçüsüz yazarlar, sınırları aşan şairler oldu.
dostoyevski: hayatı, hayatın anlamından daha çok sevin.
hiçbir şey gerçekleşen çocukluk hayallerinden daha müthiş değildir.
dostoyevski: insanların, var olduğunu ve sevildiğini bildikleri bir ağacın yanından mutluluk duymadan nasıl geçebildiklerini anlayamıyorum. hayatın her adımı en soysuz kişilerin bile bir mucize olarak duyumsadığı ne çok harika şeyle dolu!
hakiki yazar için yaratmaktan, hayal kurmaktan başka her türlü tutku bir sapmadır.
dostoyevski: ölümden daha geri döndürülemez mutsuzluk yoktur.
balzac: dahi, düşüncelerini her an gerçekleştirebilen kişidir. ama gerçekten büyük bir dahi bu eylemini aralıksız sürdürmez; aksi halde tanrı'ya çok fazla benzerdi.
charles dickens: küçük şeyler, hayatın anlamını oluşturan şeylerdir.
dostoyevski: insan için, önünde eğitebileceği bir şey bulmaktan daha kesintisiz ve daha acı verici bir korku yoktur.
büyüklük çabayla elde edilmez, kahramanlıksa öğrenilmez.
mutluluğun en yüksek noktası kimi insanlarda bir manzarayı izlemek, bir kadına sahip olmak, ahenk duygusu; ama her seferinde dünyevi durumlardan elde edilen kazanımdır.
dostoyevski: sadece acı sayesinde hayatı sevmeyi öğrenebiliriz.
geleceğe ulaşmak isteyen, onu aşmak zorundadır.
dünyayı genişletenler soğukkanlı bilim adamları, kendi memleketini tanıyan coğrafyacılar değil, bilinmeyen okyanusları aşıp yeni hindistan'a varan o öfkeli adamlar oldu. modern ruhun bütün derinliklerine ulaşanlar psikologlar, bilim insanları değil, ölçüsüz yazarlar, sınırları aşan şairler oldu.
dostoyevski: hayatı, hayatın anlamından daha çok sevin.
16.11.2016
günlükler
max frisch
vicdanımız ne kadar güçlüyse çöküşümüz de o kadar kesindir.
aşık insan her şeyi ilk kez görmüş gibidir. aşk bizi her türlü tasarıdan özgür kılar. işte sevdiğimiz insanla baş edemeyişimizdeki asıl heyecan, macera ve gerçek gerilim de budur; onu sevdiğimiz için, onu sevdiğimiz sürece.
her üniforma insanın karakterini bozar.
sürekli akan bir şerit üzerinde yaşıyoruz ve kendi kendimizi telafi etmek ve bir anlığına hayatımızı düzeltmek umudu yok. kabul etmesek de geçmiş bizi en az bugün kadar belirliyor.
birini övmek kadar zor bir şey yoktur hayatta.
insan, en azından ortaya çıktığı anda ve yerde doğru olan düşüncesini gizlemeyerek ve yazarak bu düşüncesine sahip çıkar. ve iki gün sonra tam aksini düşündüğünde, daha akıllı olacağını umut etmez. insan neyse odur.
dürüst olmak yalnız olmaktır.
önemli olan, sözcüklerin arasındaki ifade edilemeyen beyaz alandır. sözcüklerin anlattığı, gerçek düşüncemizi dile getirmeyen önemsiz şeylerdir hep. gerçek niyetimizi en iyi ihtimalle dolambaçlı bir yoldan ifade edebiliriz.
insanın edebiyle vazgeçmeden önce denemesi gereken şeyler vardır.
ancak işimizin bizi terk ettiği zamanlarda, mümkün olduğunda niye çalıştığımızı anlıyoruz. işimiz, bizi sabahları aniden ve acımasızca uyandıran, korkulardan koruyan, bizi çevreleyen labirentte ilerlememizi sağlayan tek şeydir; ariadne'nin ipidir.
"her harabenin kendine özgü bir çekiciliği vardır." (cesario)
bir şeye kanaat getirmiş insan, her şeyin üstesinden gelir. kanaatler, canlı-hakiki şeyler karşısında en iyi korunaktır.
kadın, doğası gereği oyuncudur.
insanın yaşadığı, idrak ettiği şeylerin çoğu sezilerdir; yaşamanın diğer bölümünü oluşturan hatırladıklarımız bile çok daha azdır bundan. böyle olmasaydı hiç edebiyatçı olmaz, sadece muhabirler olurdu.
bize ait olmayan tesadüfler yaşamayız. sonunda payımıza düşen, vadesi gelmiş olanlardır.
vicdanımız ne kadar güçlüyse çöküşümüz de o kadar kesindir.
aşık insan her şeyi ilk kez görmüş gibidir. aşk bizi her türlü tasarıdan özgür kılar. işte sevdiğimiz insanla baş edemeyişimizdeki asıl heyecan, macera ve gerçek gerilim de budur; onu sevdiğimiz için, onu sevdiğimiz sürece.
her üniforma insanın karakterini bozar.
sürekli akan bir şerit üzerinde yaşıyoruz ve kendi kendimizi telafi etmek ve bir anlığına hayatımızı düzeltmek umudu yok. kabul etmesek de geçmiş bizi en az bugün kadar belirliyor.
birini övmek kadar zor bir şey yoktur hayatta.
insan, en azından ortaya çıktığı anda ve yerde doğru olan düşüncesini gizlemeyerek ve yazarak bu düşüncesine sahip çıkar. ve iki gün sonra tam aksini düşündüğünde, daha akıllı olacağını umut etmez. insan neyse odur.
dürüst olmak yalnız olmaktır.
önemli olan, sözcüklerin arasındaki ifade edilemeyen beyaz alandır. sözcüklerin anlattığı, gerçek düşüncemizi dile getirmeyen önemsiz şeylerdir hep. gerçek niyetimizi en iyi ihtimalle dolambaçlı bir yoldan ifade edebiliriz.
insanın edebiyle vazgeçmeden önce denemesi gereken şeyler vardır.
ancak işimizin bizi terk ettiği zamanlarda, mümkün olduğunda niye çalıştığımızı anlıyoruz. işimiz, bizi sabahları aniden ve acımasızca uyandıran, korkulardan koruyan, bizi çevreleyen labirentte ilerlememizi sağlayan tek şeydir; ariadne'nin ipidir.
"her harabenin kendine özgü bir çekiciliği vardır." (cesario)
bir şeye kanaat getirmiş insan, her şeyin üstesinden gelir. kanaatler, canlı-hakiki şeyler karşısında en iyi korunaktır.
kadın, doğası gereği oyuncudur.
insanın yaşadığı, idrak ettiği şeylerin çoğu sezilerdir; yaşamanın diğer bölümünü oluşturan hatırladıklarımız bile çok daha azdır bundan. böyle olmasaydı hiç edebiyatçı olmaz, sadece muhabirler olurdu.
bize ait olmayan tesadüfler yaşamayız. sonunda payımıza düşen, vadesi gelmiş olanlardır.
14.11.2016
bireyselleşmiş toplum
zygmunt bauman
"toplum, insan hayatının önemli olduğuna dair bir mit, cüretkar bir anlam yaratma girişimidir." (ernest becker)
henry ford: tarih oldukça saçmadır. gelenek istemiyoruz. bizler bugünü yaşamak istiyoruz. dikkate alınabilecek yegane tarih bugün yapmakta olduğumuz tarihtir.
sigmund freud: uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir.
"birey yurttaşın en kötü düşmanıdır." (tocqueville) birey, "ortak çıkar", "iyi toplum" ya da "adil toplum" konusunda kayıtsız, kuşkucu ya da ihtiyatlı olma eğilimi gösterir.
knud logstrup: hiç kimse önceden verilen direktifleri uygulamaya ve gerçekleştirmeye özen gösteren kişiden daha düşüncesiz değildir.
karl marx: tarihi insanlar yapar; ancak seçtikleri koşullar altında değil.
jeffrey weeks: insanlık gerçekleştirilecek bir öz değil, en geniş anlamda insanlığımızı oluşturan çeşitli bireysel projelerin, farklılıkların ifade edilmesiyle geliştirilecek pragmatik bir yapı, bir perspektiftir.
henry ford: egzersiz saçmadır. eğer sağlıklıysanız ona ihtiyacınız yoktur; eğer hastaysanız, zaten yapamazsınız.
bir nesnenin değeri onun edinilmesindeki zorlukla ölçülür.
sigmund freud: mutluluk, büyük ölçüde bastırılmış ihtiyaçların tatmininden gelir.
"hedefe ulaştığım zaman özgürlüğümü kaybederim; birisi olduğum zaman kendim olmaktan çıkarım." (zbyszko melosik / tomasz szkudlarek)
seneca: en çabuk gerçekleşen haz aynı zamanda ilk yok olandır.
ludwig wittgenstein: hiçbir ıstırap çığlığı tek bir insanın çığlığından daha büyük olamaz. hiçbir ıstırap tek bir insanın çekebileceği acılardan daha büyük olamaz. bütün gezegen tek bir candan daha büyük bir acı çekemez.
victor hugo: ütopya, yarının gerçeğidir.
"şimdi" hayat stratejisinin parolasıdır. böylesine güvenliksiz ve kestirilemeyen bir dünyada, akıllı ve becerikli gezgin hafif seyahat eder ve kendi hareketlerini kısıtlayan herhangi bir şey için asla gözyaşı dökmez.
"toplum, insan hayatının önemli olduğuna dair bir mit, cüretkar bir anlam yaratma girişimidir." (ernest becker)
henry ford: tarih oldukça saçmadır. gelenek istemiyoruz. bizler bugünü yaşamak istiyoruz. dikkate alınabilecek yegane tarih bugün yapmakta olduğumuz tarihtir.
sigmund freud: uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir.
"birey yurttaşın en kötü düşmanıdır." (tocqueville) birey, "ortak çıkar", "iyi toplum" ya da "adil toplum" konusunda kayıtsız, kuşkucu ya da ihtiyatlı olma eğilimi gösterir.
knud logstrup: hiç kimse önceden verilen direktifleri uygulamaya ve gerçekleştirmeye özen gösteren kişiden daha düşüncesiz değildir.
karl marx: tarihi insanlar yapar; ancak seçtikleri koşullar altında değil.
jeffrey weeks: insanlık gerçekleştirilecek bir öz değil, en geniş anlamda insanlığımızı oluşturan çeşitli bireysel projelerin, farklılıkların ifade edilmesiyle geliştirilecek pragmatik bir yapı, bir perspektiftir.
henry ford: egzersiz saçmadır. eğer sağlıklıysanız ona ihtiyacınız yoktur; eğer hastaysanız, zaten yapamazsınız.
bir nesnenin değeri onun edinilmesindeki zorlukla ölçülür.
sigmund freud: mutluluk, büyük ölçüde bastırılmış ihtiyaçların tatmininden gelir.
"hedefe ulaştığım zaman özgürlüğümü kaybederim; birisi olduğum zaman kendim olmaktan çıkarım." (zbyszko melosik / tomasz szkudlarek)
seneca: en çabuk gerçekleşen haz aynı zamanda ilk yok olandır.
ludwig wittgenstein: hiçbir ıstırap çığlığı tek bir insanın çığlığından daha büyük olamaz. hiçbir ıstırap tek bir insanın çekebileceği acılardan daha büyük olamaz. bütün gezegen tek bir candan daha büyük bir acı çekemez.
victor hugo: ütopya, yarının gerçeğidir.
"şimdi" hayat stratejisinin parolasıdır. böylesine güvenliksiz ve kestirilemeyen bir dünyada, akıllı ve becerikli gezgin hafif seyahat eder ve kendi hareketlerini kısıtlayan herhangi bir şey için asla gözyaşı dökmez.
12.11.2016
delilik
charles bukowski
insanlarla birlikteyken iyi hissetmem kendimi. benden uzak şeylerden söz ediyorlar, benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. ama onlarla birlikteyken kendimi güçlü hissediyorum.
şöyle düşünüyorum: onlar bütünün küçücük parçaları ile hayatlarını sürdürebiliyorlarsa ben de sürdürürüm. ama yalnız kaldığımda, kendimi bir duvarla, soluk almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. zayıf bir adamım ben anlaşılan.
incil'i denedim, filozofları denedim, şairleri denedim; ama hepsi bir şekilde hedefi ıskalamışlardı. tamamen farklı şeylerden söz ediyorlardı. ben de uzun süre önce okumaktan vazgeçtim. içki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu. yaşantımla cemiyetin, kentin, ülkenin bir ferdi gibiydim; ancak tek fark benim başarma isteği duymamamdı. bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, iyi bir iş istemiyordum.
böyleydim: entelektüel değildim, sanatçı değildim, sıradan insanı kurtaran köklerden de yoksundum. arada derede kalmış bir şeydim, bu da deliliğin başlangıcı olsa gerek.
en iyisi birilerinin yanında olmak, durumun gerçekliğini sınamaktı. gerçeğin gerçek olabilmesi için en az iki oy gerekiyordu. yaşadıkları zamanın ilerisinde olan insanlar bunu bilirler, deliler ve sanrı görenler de. bir hayali sadece sen görüyorsan ya aziz derler adama ya da deli.
delilik mi? olabilir. ne delilik değildir ki? maval delilik değil miydi? kurmalı oyuncaklardan farksızdık. birkaç kez kuruluyorduk, sonra da güle güle. ortalıkta dolanıp varsayımlarda bulunuyor, planlar yapıyor, valiler seçiyor, bahçemizdeki çimleri biçiyorduk. delilik tabii, ne delilik değildir ki?
insanlarla birlikteyken iyi hissetmem kendimi. benden uzak şeylerden söz ediyorlar, benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. ama onlarla birlikteyken kendimi güçlü hissediyorum.
şöyle düşünüyorum: onlar bütünün küçücük parçaları ile hayatlarını sürdürebiliyorlarsa ben de sürdürürüm. ama yalnız kaldığımda, kendimi bir duvarla, soluk almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. zayıf bir adamım ben anlaşılan.
incil'i denedim, filozofları denedim, şairleri denedim; ama hepsi bir şekilde hedefi ıskalamışlardı. tamamen farklı şeylerden söz ediyorlardı. ben de uzun süre önce okumaktan vazgeçtim. içki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu. yaşantımla cemiyetin, kentin, ülkenin bir ferdi gibiydim; ancak tek fark benim başarma isteği duymamamdı. bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, iyi bir iş istemiyordum.
böyleydim: entelektüel değildim, sanatçı değildim, sıradan insanı kurtaran köklerden de yoksundum. arada derede kalmış bir şeydim, bu da deliliğin başlangıcı olsa gerek.
en iyisi birilerinin yanında olmak, durumun gerçekliğini sınamaktı. gerçeğin gerçek olabilmesi için en az iki oy gerekiyordu. yaşadıkları zamanın ilerisinde olan insanlar bunu bilirler, deliler ve sanrı görenler de. bir hayali sadece sen görüyorsan ya aziz derler adama ya da deli.
delilik mi? olabilir. ne delilik değildir ki? maval delilik değil miydi? kurmalı oyuncaklardan farksızdık. birkaç kez kuruluyorduk, sonra da güle güle. ortalıkta dolanıp varsayımlarda bulunuyor, planlar yapıyor, valiler seçiyor, bahçemizdeki çimleri biçiyorduk. delilik tabii, ne delilik değildir ki?
mesaj
yuval noah harari
20 temmuz 1969'da neil armstrong ve buzz aldrin, ay'ın yüzeyine indiler.
apollo 11 astronotları bu seyahatten önceki aylarda abd'nin batısında ay'a benzeyen ıssız bir çölde eğitim gördüler. bu alan pek çok kızılderili topluluğuna ev sahipliği yapıyordu. bir yerliyle astronotlar arasında geçen bir diyaloğa dair şöyle bir hikaye vardır:
bir gün eğitim esnasında astronotlar yaşlı bir kızılderiliyle karşılaşır. adam orada ne yaptıklarını sorar. astronotlar kısa süre içinde ay'a yapılacak bir araştırma seyahatinin parçası olduklarını söylerler. yaşlı adam bunu duyunca bir an sessiz kalır, sonra astronotlardan kendisine bir iyilik yapmalarını ister. astronotlar "ne istiyorsunuz?" diye sorar. yaşlı adam, "kabilemdeki insanlar ay'da kutsal ruhların yaşadığına inanır. onlara halkımdan önemli bir mesaj iletmenizi isteyecektim." astronotlar "mesaj nedir?" diye sorar. adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, sonra da astronotlara bunu ezberleyene kadar tekrar etmelerini söyler. astronotlar " bu ne demek?" diye sorar. adam "bunu size söyleyemem. sadece bizim kabilemizle ay ruhlarının bilebileceği bir sır." der.
üsse geri döndüklerinde astronotlar uzun uğraşlardan sonra yerel dili konuşabilen birini bulurlar ve ondan mesajı tercüme etmesini isterler. ezberledikleri şeyi söyleyince çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. nihayet sakinleşince, astronotların o kadar dikkatle ezberlediği sözlerin, "bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın. topraklarınızı çalmaya geldiler." olduğunu söyler.
20 temmuz 1969'da neil armstrong ve buzz aldrin, ay'ın yüzeyine indiler.
apollo 11 astronotları bu seyahatten önceki aylarda abd'nin batısında ay'a benzeyen ıssız bir çölde eğitim gördüler. bu alan pek çok kızılderili topluluğuna ev sahipliği yapıyordu. bir yerliyle astronotlar arasında geçen bir diyaloğa dair şöyle bir hikaye vardır:
bir gün eğitim esnasında astronotlar yaşlı bir kızılderiliyle karşılaşır. adam orada ne yaptıklarını sorar. astronotlar kısa süre içinde ay'a yapılacak bir araştırma seyahatinin parçası olduklarını söylerler. yaşlı adam bunu duyunca bir an sessiz kalır, sonra astronotlardan kendisine bir iyilik yapmalarını ister. astronotlar "ne istiyorsunuz?" diye sorar. yaşlı adam, "kabilemdeki insanlar ay'da kutsal ruhların yaşadığına inanır. onlara halkımdan önemli bir mesaj iletmenizi isteyecektim." astronotlar "mesaj nedir?" diye sorar. adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, sonra da astronotlara bunu ezberleyene kadar tekrar etmelerini söyler. astronotlar " bu ne demek?" diye sorar. adam "bunu size söyleyemem. sadece bizim kabilemizle ay ruhlarının bilebileceği bir sır." der.
üsse geri döndüklerinde astronotlar uzun uğraşlardan sonra yerel dili konuşabilen birini bulurlar ve ondan mesajı tercüme etmesini isterler. ezberledikleri şeyi söyleyince çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. nihayet sakinleşince, astronotların o kadar dikkatle ezberlediği sözlerin, "bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın. topraklarınızı çalmaya geldiler." olduğunu söyler.
papatya
ismet özel
yokum arkadaş düşünmekle varılan tada
hayata yalnızca kafanı banmak
gövdende namusluca güdebilmek sevinci
elbet burkulup kalmaktan iyi
kara gözlerimde uğuldayan bu değil ancak
elde tüfenk, elde alet, yürekte kor
cebelleşmek yalanla, kirle, tahvilatlarla
damarlarına papatyalar doldurarak
bir serinlik olup dünyaya sokulmak
sefalet
halit ziya uşaklıgil
bazen birden, hiç beklenmeyen bir zamanda zihne çarpıvermiş hakikatler vardır ki senelerden beri damla damla, çeşitli zamanlarda döküle döküle birikmiş belirtilerin, küçük küçük, başlı başlarına manasız işaretlerin birdenbire doğuveren neticesidir. bir hiç, fikirden geçen bir rüzgâr, o manasız belirtileri, işaretleri açıverir. bunlar, aralarından engelleyici duvarla kalkıvermiş zerreler gibi birbirine katılır, birbirini bulur, onlardan bir küme meydana gelir ki görülmemesi mümkün olmayan bir hakikat hükmünü alır.
insan kendisinin sefaletini bir servetin ihtişamı yanında, talihsizliğinin hükmünü bir saadet görünüşü karşısında daha büyük bir acıyla anlar.
bazen birden, hiç beklenmeyen bir zamanda zihne çarpıvermiş hakikatler vardır ki senelerden beri damla damla, çeşitli zamanlarda döküle döküle birikmiş belirtilerin, küçük küçük, başlı başlarına manasız işaretlerin birdenbire doğuveren neticesidir. bir hiç, fikirden geçen bir rüzgâr, o manasız belirtileri, işaretleri açıverir. bunlar, aralarından engelleyici duvarla kalkıvermiş zerreler gibi birbirine katılır, birbirini bulur, onlardan bir küme meydana gelir ki görülmemesi mümkün olmayan bir hakikat hükmünü alır.
insan kendisinin sefaletini bir servetin ihtişamı yanında, talihsizliğinin hükmünü bir saadet görünüşü karşısında daha büyük bir acıyla anlar.
11.11.2016
hayal
william blake
coşkunluk güzelliktir.
budalalık hilekârlığın maskesidir. gururun pelerini utançtır.
şimdi kanıtlanan, eskiden sadece hayal edilirdi.
yeterli olanın fazlasını bilmedikçe, neyin yeteceğini asla bilemezsin.
tatlı hazzın ruhu asla kirletilemez.
bir kartal gördüğünde dehanın bir parçasını görürsün. kaldır kafanı!
küçük bir çiçek yaratmak çağlara malolur.
doyurulmamış arzuları emzireceğine, bebeği daha beşikteyken öldür.
bağlayanları lanetle. gevşetenleri kutsa.
kadının çıplaklığı tanrının yapıtıdır. kederin aşırısı güler. neşenin fazlası gözyaşı döker.
en iyi şarap en eskisidir, en iyi su en tazesidir.
dualar toprağı sürmez, şükürler ekin biçmez.
hazlar gülmez, kederler gözyaşı dökmez.
coşkunluk güzelliktir.
budalalık hilekârlığın maskesidir. gururun pelerini utançtır.
şimdi kanıtlanan, eskiden sadece hayal edilirdi.
yeterli olanın fazlasını bilmedikçe, neyin yeteceğini asla bilemezsin.
tatlı hazzın ruhu asla kirletilemez.
bir kartal gördüğünde dehanın bir parçasını görürsün. kaldır kafanı!
küçük bir çiçek yaratmak çağlara malolur.
doyurulmamış arzuları emzireceğine, bebeği daha beşikteyken öldür.
bağlayanları lanetle. gevşetenleri kutsa.
kadının çıplaklığı tanrının yapıtıdır. kederin aşırısı güler. neşenin fazlası gözyaşı döker.
en iyi şarap en eskisidir, en iyi su en tazesidir.
dualar toprağı sürmez, şükürler ekin biçmez.
hazlar gülmez, kederler gözyaşı dökmez.
ilahiyat
jean meslier
insanların görüşlerini yumuşak bir üslupla incelemek istediğimizde şu durumu öğrenmekle büyük bir hayrete düşeriz: en esaslı saydıkları görüşlerinde bile, en sade gerçekleri tanımak, en açık, en boş, en gereksiz şeyleri, saçmalıkları reddetmek, en açık çelişkilerden tiksinmek için sağduyuyu, yani muhakeme yetisini, insanlar pek ender olarak kullanır.
bu durumun bir örneğini her zaman, her ülkede, insanların büyük çoğunluğunca saygı duyulan "ilahiyat"ta, toplumların mutluluğu için en önemli, en yararlı ve en gerekli saydıkları bu konuda buluruz. gerçekten, bu adı geçen bilimin dayandığı ilkeler biraz incelenecek olursa, anlaşılır ki, itiraz kabul etmez olduklarına hükmedilmiş olan bu ilkeler gelişigüzel varsayımlardır. ve bu varsayımlar cehaletin hayal ürünüdür, heyecan ya da ikiyüzlülük yaymıştır. utangaç safdillik, bunu kabul etmiştir. asla muhakeme etmeyen alışkanlıklar tarafından korunmuş ve kendisinden hiçbir şey anlaşılmadığı için saygıdeğer tutulmuştur.
montaigne şöyle der: "bazıları, inanmadıkları şeylere inandıklarına halkı inandırırlar; sayıları daha çok olan bazıları da inanmanın içeriğine nüfuz etmeyi bilmediklerinden inanmadıkları şeye kendi kendilerini inandırırlar, yani nefislerini aldatırlar."
sözün kısası, dini görüşler hakkında sağduyusuna danışan ve bu inceleme ve araştırmada halk arasında dikkate değer varsayılan şeylere özenle eğilen herkes kolayca görür ki, bu görüşlerin hiçbir sağlam temeli yoktur. her din temelsiz bir binadır; teoloji, tabiat bilgisi nedenlerinin sistemleştirilmiş cehaletinden ve kocaman bir ham hayal ve çelişkiler yumağından başka bir şey değildir.
her ülkede ilahiyat, dünya kavimlerine, bir kahramanda birleştirilmesi mümkün olmayan sıfatlardan ibaret olan ve gerçeğe benzeyen hiçbir yanı bulunmayan bir romandan başka bir şey sunmaz. bu romanın, her kalbe saygı ve korku ilham etmek yeteneğinde olan kahramanının adı, belirsiz bir kelimedir. insanlar bu kelimeye, hiçbir zaman hiçbir sıfat ekleyemezler ki, önceki olaylar onu yalanlamasın.
bu fikirsiz mevcut kavramı ya da daha doğrusu bu mevcudu ifade eden kelime, yani "tanrı", yeryüzüne sayısız zarar vermemiş olsaydı, ihmal edilebilir, ilgilenilmezdi.
insanlar, bu hayalin, yani tanrısallığın kendileri için çok önemli bir gerçek varlık olduğu düşüncesiyle yoğrulmuşlardır. bu nedenle anlaşılmaz olmasından, onu düşünmelerine ihtiyaçları olmadığı sonucunu çıkaracakları yerde, insanlar tersine, onunla ne kadar ilgilenseler az olduğu, onu aralıksız düşünmek, sonsuza kadar onu iyice düşünmek, gözden bir an bile kaybetmemek gerektiği sonucunu çıkarırlar. bu konuda kuşatılmış bulundukları yenilmez cehalet, insanları bu imkansız endişelerden uzaklaştırmak şöyle dursun, fikri meraklarına zarar vermekten başka bir şey yapmaz. hayal gücünün etkisinden sakındıracağı yerde, bu cehalet onları yobaz, inanç düşkünü ve zorba yapar. dimağlarının doğurduğu kuruntu ve hayallere biraz kuşku ve tereddüt telkin edenlerin tümüne karşı hiddetlenmelerine neden olur.
çözülmeyen bir sorunu çözmek gündeme geldiğinde ne büyük şaşkınlık görülür! anlaşılabilir, bununla birlikte, kendisi için pek önemli saydığı bir şey hakkında rahatsızlık veren bir düşünce, işin sonunda insanı oldukça huysuzlaştırır ve kanın beynine toplanmasına neden olabilir. bu sıkıntılı ruhsal durumlara çıkar, büyüklük taslama, hırs da eklendiğinde, toplumda karışıklık kaçınılmaz olur. işte bunun içindir ki, boş düşüncelerini sonsuz gerçekler sayan ya da o suretle satan birkaç ahmak hayalcinin garabetlerine nice milletler sahne olmuş ve bu hayalciler, hükümdarların ve kavimlerin heyecanlarını alevlendirmişler ve tanrısallığın şanı ve ülkelerin mutluluğunun temeli dedikleri görüşler doğrultusunda hükümdarları silahlandırarak birbirlerinin üstüne sürmüşlerdir.
yeryüzünün her yerinde sarhoş bağnazların birbirlerini boğazladıkları, diri diri yaktıkları, hiçbir üzüntü ve acıma duymaksızın, görev adına, en büyük cinayetleri işledikleri, insan kanını sel gibi akıttıkları bin kez görülmüştür. niçin? birkaç meczubun küstah zanlarını sonuna kadar korumak ve yaymak için ya da birkaç madrabazın oyunlarını, yalnız hayallerinde var olan, ancak yeryüzünde yapmış olduğu yıkımlar, çekişmeler, deliliklerle kendini tanıtan bir zatın hesabına geçirmek için. "yani kendi arzu ve hilelerini, tanrı'nın işleri ve eylemleri olarak halka sürmek için."
insanların görüşlerini yumuşak bir üslupla incelemek istediğimizde şu durumu öğrenmekle büyük bir hayrete düşeriz: en esaslı saydıkları görüşlerinde bile, en sade gerçekleri tanımak, en açık, en boş, en gereksiz şeyleri, saçmalıkları reddetmek, en açık çelişkilerden tiksinmek için sağduyuyu, yani muhakeme yetisini, insanlar pek ender olarak kullanır.
bu durumun bir örneğini her zaman, her ülkede, insanların büyük çoğunluğunca saygı duyulan "ilahiyat"ta, toplumların mutluluğu için en önemli, en yararlı ve en gerekli saydıkları bu konuda buluruz. gerçekten, bu adı geçen bilimin dayandığı ilkeler biraz incelenecek olursa, anlaşılır ki, itiraz kabul etmez olduklarına hükmedilmiş olan bu ilkeler gelişigüzel varsayımlardır. ve bu varsayımlar cehaletin hayal ürünüdür, heyecan ya da ikiyüzlülük yaymıştır. utangaç safdillik, bunu kabul etmiştir. asla muhakeme etmeyen alışkanlıklar tarafından korunmuş ve kendisinden hiçbir şey anlaşılmadığı için saygıdeğer tutulmuştur.
montaigne şöyle der: "bazıları, inanmadıkları şeylere inandıklarına halkı inandırırlar; sayıları daha çok olan bazıları da inanmanın içeriğine nüfuz etmeyi bilmediklerinden inanmadıkları şeye kendi kendilerini inandırırlar, yani nefislerini aldatırlar."
sözün kısası, dini görüşler hakkında sağduyusuna danışan ve bu inceleme ve araştırmada halk arasında dikkate değer varsayılan şeylere özenle eğilen herkes kolayca görür ki, bu görüşlerin hiçbir sağlam temeli yoktur. her din temelsiz bir binadır; teoloji, tabiat bilgisi nedenlerinin sistemleştirilmiş cehaletinden ve kocaman bir ham hayal ve çelişkiler yumağından başka bir şey değildir.
her ülkede ilahiyat, dünya kavimlerine, bir kahramanda birleştirilmesi mümkün olmayan sıfatlardan ibaret olan ve gerçeğe benzeyen hiçbir yanı bulunmayan bir romandan başka bir şey sunmaz. bu romanın, her kalbe saygı ve korku ilham etmek yeteneğinde olan kahramanının adı, belirsiz bir kelimedir. insanlar bu kelimeye, hiçbir zaman hiçbir sıfat ekleyemezler ki, önceki olaylar onu yalanlamasın.
bu fikirsiz mevcut kavramı ya da daha doğrusu bu mevcudu ifade eden kelime, yani "tanrı", yeryüzüne sayısız zarar vermemiş olsaydı, ihmal edilebilir, ilgilenilmezdi.
insanlar, bu hayalin, yani tanrısallığın kendileri için çok önemli bir gerçek varlık olduğu düşüncesiyle yoğrulmuşlardır. bu nedenle anlaşılmaz olmasından, onu düşünmelerine ihtiyaçları olmadığı sonucunu çıkaracakları yerde, insanlar tersine, onunla ne kadar ilgilenseler az olduğu, onu aralıksız düşünmek, sonsuza kadar onu iyice düşünmek, gözden bir an bile kaybetmemek gerektiği sonucunu çıkarırlar. bu konuda kuşatılmış bulundukları yenilmez cehalet, insanları bu imkansız endişelerden uzaklaştırmak şöyle dursun, fikri meraklarına zarar vermekten başka bir şey yapmaz. hayal gücünün etkisinden sakındıracağı yerde, bu cehalet onları yobaz, inanç düşkünü ve zorba yapar. dimağlarının doğurduğu kuruntu ve hayallere biraz kuşku ve tereddüt telkin edenlerin tümüne karşı hiddetlenmelerine neden olur.
çözülmeyen bir sorunu çözmek gündeme geldiğinde ne büyük şaşkınlık görülür! anlaşılabilir, bununla birlikte, kendisi için pek önemli saydığı bir şey hakkında rahatsızlık veren bir düşünce, işin sonunda insanı oldukça huysuzlaştırır ve kanın beynine toplanmasına neden olabilir. bu sıkıntılı ruhsal durumlara çıkar, büyüklük taslama, hırs da eklendiğinde, toplumda karışıklık kaçınılmaz olur. işte bunun içindir ki, boş düşüncelerini sonsuz gerçekler sayan ya da o suretle satan birkaç ahmak hayalcinin garabetlerine nice milletler sahne olmuş ve bu hayalciler, hükümdarların ve kavimlerin heyecanlarını alevlendirmişler ve tanrısallığın şanı ve ülkelerin mutluluğunun temeli dedikleri görüşler doğrultusunda hükümdarları silahlandırarak birbirlerinin üstüne sürmüşlerdir.
yeryüzünün her yerinde sarhoş bağnazların birbirlerini boğazladıkları, diri diri yaktıkları, hiçbir üzüntü ve acıma duymaksızın, görev adına, en büyük cinayetleri işledikleri, insan kanını sel gibi akıttıkları bin kez görülmüştür. niçin? birkaç meczubun küstah zanlarını sonuna kadar korumak ve yaymak için ya da birkaç madrabazın oyunlarını, yalnız hayallerinde var olan, ancak yeryüzünde yapmış olduğu yıkımlar, çekişmeler, deliliklerle kendini tanıtan bir zatın hesabına geçirmek için. "yani kendi arzu ve hilelerini, tanrı'nın işleri ve eylemleri olarak halka sürmek için."
yabancı
nilgün marmara
en yakın yabancı sendin
daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza
yaslanırken boşlukta duran bir merdivene henüz
güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız
ilkyaz derken -kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla-
çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu
çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu
yabancıların en yakınıydın sen
intihar
charles bukowski
intihara meyilliydim, zaman zaman ağır bunalımlara giriyordum, kalabalığa ve özellikle de sıraya girip beklemeye tahammülüm yoktu. ve hayatlarını sıraya girip bekleyerek geçiren bir toplum olmaya doğru gidiyorduk. hava gazı ile intihar etmeyi denemiş, başarısız olmuştum.
ama başka bir sorunum vardı. sabahları yataktan çıkamıyordum. nefret ediyordum yataktan çıkmaktan. herkese, "insanlığın en büyük iki icadı yatak ve atom bombasıdır." diyordum. deli olduğumu düşünüyorlardı. çocuk oyunları.. ömürlerini çocuk oyunları oynayarak geçiriyordu insanlar. hayatın dehşetinden etkilenmeden rahimden mezara gidiyorlardı.
evet, nefret ediyordum sabahları yataktan çıkmaktan. hayata yeniden başlamak demekti. bütün geceyi yatakta geçirince insan kolay kolay vazgeçemeyeceği bir mahremiyet geliştiriyordu yatağı ile. ben hep yalnız biri olmuşumdur. bağışlayın, kafadan biraz kontağım galiba; ama arada sırada ayaküstü yapılan bir düzüşmeyi saymazsak dünyadaki bütün insanlar yok olsa umrumda olmaz. evet, hoş değil, biliyorum. ama bir sümüklü böcek kadar hoşnut olurdum. beni mutsuz eden insanlardı sonuç olarak.
çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. olmamalı oysa. ben ölümü sol cebimde taşırım.
korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır. insanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstüne, sıçıyorlar. geri zekalılar. tek düşündükleri düzüşmek, sinema, para ve düzüşmek. hiç düşünmeden yutuverirler tanrı'yı, hiç düşünmeden yutuverirler vatan'ı.
çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirir, başkalarının onlar için düşünmelerine izin verirler. pamuk beyinliler. görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çirkin, yürüyüşleri çirkin. yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın onlara, duymazlar. çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. ölecek bir şey kalmamıştır geriye.
ölümün tahammül edemediği bir şey varsa yüzüne gülünmesidir.
gitmesini bilmek lazım. depomuzdaki yakıttır ölüm. devam edebilmek için ihtiyacımız var. hepimize lazım. bana lazım. size lazım. zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz.
kanımca en tuhaf olan, ölmüş birinin ayakkabılarına bakmaktır. daha hüzün verici bir şey tasavvur edemiyorum. kişilikleri ayakkabılarında kalmıştır sanki. giysilerde, hayır. ayakkabılar. ya da şapka. ya da eldiven. yeni ölmüş birinin yatağına ayakkabılarını, şapkasını ve eldivenlerini koyup bir süre bakın, delirirsiniz. yapmayın.
intihara meyilliydim, zaman zaman ağır bunalımlara giriyordum, kalabalığa ve özellikle de sıraya girip beklemeye tahammülüm yoktu. ve hayatlarını sıraya girip bekleyerek geçiren bir toplum olmaya doğru gidiyorduk. hava gazı ile intihar etmeyi denemiş, başarısız olmuştum.
ama başka bir sorunum vardı. sabahları yataktan çıkamıyordum. nefret ediyordum yataktan çıkmaktan. herkese, "insanlığın en büyük iki icadı yatak ve atom bombasıdır." diyordum. deli olduğumu düşünüyorlardı. çocuk oyunları.. ömürlerini çocuk oyunları oynayarak geçiriyordu insanlar. hayatın dehşetinden etkilenmeden rahimden mezara gidiyorlardı.
evet, nefret ediyordum sabahları yataktan çıkmaktan. hayata yeniden başlamak demekti. bütün geceyi yatakta geçirince insan kolay kolay vazgeçemeyeceği bir mahremiyet geliştiriyordu yatağı ile. ben hep yalnız biri olmuşumdur. bağışlayın, kafadan biraz kontağım galiba; ama arada sırada ayaküstü yapılan bir düzüşmeyi saymazsak dünyadaki bütün insanlar yok olsa umrumda olmaz. evet, hoş değil, biliyorum. ama bir sümüklü böcek kadar hoşnut olurdum. beni mutsuz eden insanlardı sonuç olarak.
çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. olmamalı oysa. ben ölümü sol cebimde taşırım.
korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır. insanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstüne, sıçıyorlar. geri zekalılar. tek düşündükleri düzüşmek, sinema, para ve düzüşmek. hiç düşünmeden yutuverirler tanrı'yı, hiç düşünmeden yutuverirler vatan'ı.
çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirir, başkalarının onlar için düşünmelerine izin verirler. pamuk beyinliler. görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çirkin, yürüyüşleri çirkin. yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın onlara, duymazlar. çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. ölecek bir şey kalmamıştır geriye.
ölümün tahammül edemediği bir şey varsa yüzüne gülünmesidir.
gitmesini bilmek lazım. depomuzdaki yakıttır ölüm. devam edebilmek için ihtiyacımız var. hepimize lazım. bana lazım. size lazım. zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz.
kanımca en tuhaf olan, ölmüş birinin ayakkabılarına bakmaktır. daha hüzün verici bir şey tasavvur edemiyorum. kişilikleri ayakkabılarında kalmıştır sanki. giysilerde, hayır. ayakkabılar. ya da şapka. ya da eldiven. yeni ölmüş birinin yatağına ayakkabılarını, şapkasını ve eldivenlerini koyup bir süre bakın, delirirsiniz. yapmayın.
insan
pascal
ne iyiliğe ne gerçeğe muktediriz.
insanların bütün uğraşları, kendileri için iyi olan bir şeyi elde etmeye yöneliktir. fakat insanlar ne hakkaniyetle sahip olmaya ehildirler ne de emniyetle sahip olabilecek kadar güçlü. aynı şey bilgi ve haz için de geeçerli: ne hakikate ne iyiye sahibiz.
gerçeği arzularız; ama tereddütten başka şey bulamayız içimizde. mutluluğu ararız; ama sefalet ve ölümden başka şey bulamayız. gerçeği ve mutluluğu arzu etmemeyi beceremeyiz ve ne gerçeğe ne mutluluğa muktediriz. bu arzu, hem bizi cezalandırmak için hem de düşüşümüzün nereden olduğunu hissettirmek için bize bırakılmıştır.
insan, varlığını meydana getiren akılla hareket etmez.
bütün insanlar doğal olarak birbirlerinden nefret ederler. kamunun iyiliğine hizmet ettirmek üzere elden geldiğince dünya heveslerinden yararlanılır. fakat bu sadece bir yalan, sahte bir iyilikseverlik görüntüsüdür; çünkü aslında nefretten başka bir şey değildir.
bahtsızlara acımak dünya heveskârlığına aykırı değildir; tersine, hiçbir şey vermediğimiz halde, şefkatli payesi kazanmaktan ve böylesine bariz bir dostluk sergilemekten ötürü mutlu oluruz.
ne iyiliğe ne gerçeğe muktediriz.
insanların bütün uğraşları, kendileri için iyi olan bir şeyi elde etmeye yöneliktir. fakat insanlar ne hakkaniyetle sahip olmaya ehildirler ne de emniyetle sahip olabilecek kadar güçlü. aynı şey bilgi ve haz için de geeçerli: ne hakikate ne iyiye sahibiz.
gerçeği arzularız; ama tereddütten başka şey bulamayız içimizde. mutluluğu ararız; ama sefalet ve ölümden başka şey bulamayız. gerçeği ve mutluluğu arzu etmemeyi beceremeyiz ve ne gerçeğe ne mutluluğa muktediriz. bu arzu, hem bizi cezalandırmak için hem de düşüşümüzün nereden olduğunu hissettirmek için bize bırakılmıştır.
insan, varlığını meydana getiren akılla hareket etmez.
bütün insanlar doğal olarak birbirlerinden nefret ederler. kamunun iyiliğine hizmet ettirmek üzere elden geldiğince dünya heveslerinden yararlanılır. fakat bu sadece bir yalan, sahte bir iyilikseverlik görüntüsüdür; çünkü aslında nefretten başka bir şey değildir.
bahtsızlara acımak dünya heveskârlığına aykırı değildir; tersine, hiçbir şey vermediğimiz halde, şefkatli payesi kazanmaktan ve böylesine bariz bir dostluk sergilemekten ötürü mutlu oluruz.
tekinsiz
metin altıok
baldıran zehri yüzüğünün içinde
ve yanında kav taşıyan ben
tekinsizim size göre
ibret için yakılması gereken
gülünesi aşklar
milan kundera
insanlığın tarihinin, tarih öncesinden ayrılan yanı, insanın yazgısını kendi ellerine almış olması ve tanrı'ya ihtiyaç duymamasıdır.
bir erkeğin en büyük mutsuzluğu, mutlu bir evliliğinin olmasıdır. hiç boşanma umudu yoktur bu erkeğin.
gerçek aşkın sonunda ölüm vardır ve ancak ölümle sonuçlanan aşk aşktır.
her insan hayatı hesaba sığmaz anlamlar taşır.
mutlulukla kuşku arasında öyle pek büyük bir uzaklık yoktur.
insanın hayatta geri çekilmek zorunda kaldığı anlar vardır: yaşamsal konumları korumak için en az önemli konumları terk etmenin gerektiği anlar.
kadın ruhunun hamurunda olan katı usdışı engeline ussal olarak saldırmak boşunadır.
insanlığın tarihinin, tarih öncesinden ayrılan yanı, insanın yazgısını kendi ellerine almış olması ve tanrı'ya ihtiyaç duymamasıdır.
bir erkeğin en büyük mutsuzluğu, mutlu bir evliliğinin olmasıdır. hiç boşanma umudu yoktur bu erkeğin.
gerçek aşkın sonunda ölüm vardır ve ancak ölümle sonuçlanan aşk aşktır.
her insan hayatı hesaba sığmaz anlamlar taşır.
mutlulukla kuşku arasında öyle pek büyük bir uzaklık yoktur.
insanın hayatta geri çekilmek zorunda kaldığı anlar vardır: yaşamsal konumları korumak için en az önemli konumları terk etmenin gerektiği anlar.
kadın ruhunun hamurunda olan katı usdışı engeline ussal olarak saldırmak boşunadır.
10.11.2016
yüzleşme
emil cioran
her şey hiçtir, buna hiçlik bilinci de dahil.
tüm toplumların temelinde aynı şey yatar: itaat ediyor olma gururu. bu gurur artık var olmadığında toplum da çöker.
bir çiçek yalnızca solduğunda çiçek olmayı tamamlar, der japonlar. aynısını medeniyet için de söylemek mümkündür.
umut, hezeyanın olağan şeklidir.
başarılar, rütbeler ve geri kalan tüm o diğer şeyler, sadece bunu deneyimlemiş olan kişi sonunun çok fena olacağını hissetmişse bağışlanabilirdir. böylece kişi, o an geldiğinde, çöküşü tamamlandığında, onları sırf eğlenmek uğruna kabul etmiş olacaktır.
ümit ediyor oluşu tedavi edilmedikçe insan köledir ve öyle kalacaktır.
mücadelem dünyaya karşı değil, daha büyük bir güce karşı, dünyadan bezginliğime karşı.
var olmak köşeye sıkışmaktır.
kaderimi suçlamaktan asla vazgeçmedim, aksi halde onunla nasıl yüzleşebilirdim? kaderimi suçlamak, kendimi ona uyumlu kılacak ve ona dayanmamı sağlayacak tek ümidimdi.
sağlıklı olmak duyarsız olmaktır; hatta gerçek dışı olmaktır. acı çekmeyi durdurduğumuz an var olmayı durdururuz.
acı çekmemiş olan biri bir varlık değildir, olsa olsa bir yaratıktır.
bu mezarlar yığınına baktığımda, insanların ölümden başka endişeleri yokmuş gibi görünüyor.
biri bir şeyi anladığında, en iyisi oracıkta ölüvermesidir. anlaşılan nedir peki? gerçekten kavradığımı şey, hiçbir biçimde ifade edilemez veya bir başkasına aktarılamaz; hatta kendimize bile aktarılamaz. bundandır ki, kendi sırrımızın gerçek doğasını anlamaksızın ölürüz.
bir bedenin kaderinden daha gizemli bir şey yoktur.
hakiki ahlaki zarafet, kişinin kendi zaferlerini mağlubiyet olarak göstermesi sanatında yatar.
yaşlılık, en nihayetinde, yaşamış olmanın cezasıdır.
laos gibi bazı asya ülkelerinde ciddi bir hastalığı atlatmış olan kişi ismini değiştirir. bu geleneğin kökeninde biz vizyon yatmaktadır! aslına bakılırsa başımıza gelen önemli bir deneyimin ardından bizler de ismimizi değiştirmeliyiz.
via bir nevi dipnot!
her şey hiçtir, buna hiçlik bilinci de dahil.
tüm toplumların temelinde aynı şey yatar: itaat ediyor olma gururu. bu gurur artık var olmadığında toplum da çöker.
bir çiçek yalnızca solduğunda çiçek olmayı tamamlar, der japonlar. aynısını medeniyet için de söylemek mümkündür.
umut, hezeyanın olağan şeklidir.
başarılar, rütbeler ve geri kalan tüm o diğer şeyler, sadece bunu deneyimlemiş olan kişi sonunun çok fena olacağını hissetmişse bağışlanabilirdir. böylece kişi, o an geldiğinde, çöküşü tamamlandığında, onları sırf eğlenmek uğruna kabul etmiş olacaktır.
ümit ediyor oluşu tedavi edilmedikçe insan köledir ve öyle kalacaktır.
mücadelem dünyaya karşı değil, daha büyük bir güce karşı, dünyadan bezginliğime karşı.
var olmak köşeye sıkışmaktır.
kaderimi suçlamaktan asla vazgeçmedim, aksi halde onunla nasıl yüzleşebilirdim? kaderimi suçlamak, kendimi ona uyumlu kılacak ve ona dayanmamı sağlayacak tek ümidimdi.
sağlıklı olmak duyarsız olmaktır; hatta gerçek dışı olmaktır. acı çekmeyi durdurduğumuz an var olmayı durdururuz.
acı çekmemiş olan biri bir varlık değildir, olsa olsa bir yaratıktır.
bu mezarlar yığınına baktığımda, insanların ölümden başka endişeleri yokmuş gibi görünüyor.
biri bir şeyi anladığında, en iyisi oracıkta ölüvermesidir. anlaşılan nedir peki? gerçekten kavradığımı şey, hiçbir biçimde ifade edilemez veya bir başkasına aktarılamaz; hatta kendimize bile aktarılamaz. bundandır ki, kendi sırrımızın gerçek doğasını anlamaksızın ölürüz.
bir bedenin kaderinden daha gizemli bir şey yoktur.
hakiki ahlaki zarafet, kişinin kendi zaferlerini mağlubiyet olarak göstermesi sanatında yatar.
yaşlılık, en nihayetinde, yaşamış olmanın cezasıdır.
laos gibi bazı asya ülkelerinde ciddi bir hastalığı atlatmış olan kişi ismini değiştirir. bu geleneğin kökeninde biz vizyon yatmaktadır! aslına bakılırsa başımıza gelen önemli bir deneyimin ardından bizler de ismimizi değiştirmeliyiz.
via bir nevi dipnot!
başparmak
ahmet haşim
insanın en asil organı hangisidir diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: beyin! halbuki beyinden daha yüksek ve hatta insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkiye çıkaran beyin değil, sadece elinin başparmağıymış. başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki insana nesneler üzerinde üstünlük imkanını veriyor. bunu söyleyen doğa tarihidir.
gerçekten birçok hayvanın parmakları yoktur. parmakları oluşmuş olanlardaysa başparmak insanda olduğu gibi elin diğer parmaklarıyla uyum sağlayamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.
ilk insan zekâsıyla değil, sırf elinin organ haline gelmesi sayesinde taştan bir balta imal etmeyi başararak ağaç dallarını kesmiş ve mağara haricinde, güneş ve sema altında ilk mimari eseri vücuda getirebilmiştir. insan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan mahluklardan hiçbiri başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmayı başaramamıştır.
başparmak insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten sonradır ki beyin kemik mahfazasında tabii uykusundan silkinerek konuşmaya başlamış ve belki insan işlerine müdahalesi faydadan ziyade zarar vermiştir.
aklın başparmağa göre esaret veya galibiyetine bağlı olarak medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. bütün taş ve demir sanayisi başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. orta çağ'ı akıl, bugünkü amerika'yı ise başparmak yapmıştır.
bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin kutsal bir vazifesi olmalı.
insanın en asil organı hangisidir diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: beyin! halbuki beyinden daha yüksek ve hatta insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkiye çıkaran beyin değil, sadece elinin başparmağıymış. başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki insana nesneler üzerinde üstünlük imkanını veriyor. bunu söyleyen doğa tarihidir.
gerçekten birçok hayvanın parmakları yoktur. parmakları oluşmuş olanlardaysa başparmak insanda olduğu gibi elin diğer parmaklarıyla uyum sağlayamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.
ilk insan zekâsıyla değil, sırf elinin organ haline gelmesi sayesinde taştan bir balta imal etmeyi başararak ağaç dallarını kesmiş ve mağara haricinde, güneş ve sema altında ilk mimari eseri vücuda getirebilmiştir. insan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan mahluklardan hiçbiri başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmayı başaramamıştır.
başparmak insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten sonradır ki beyin kemik mahfazasında tabii uykusundan silkinerek konuşmaya başlamış ve belki insan işlerine müdahalesi faydadan ziyade zarar vermiştir.
aklın başparmağa göre esaret veya galibiyetine bağlı olarak medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. bütün taş ve demir sanayisi başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. orta çağ'ı akıl, bugünkü amerika'yı ise başparmak yapmıştır.
bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin kutsal bir vazifesi olmalı.
günah
marquis de sade
belki de gözetlediği insanın günahlarından dolayı isyan eden doğanın, emrindeki tüm felaketlerle onu bağrına yeniden geri döndürmeden kahretmeyi istediği durumlar vardır.
konu üstünde ciddiyetle düşünürsek, bir günahı affedilmez acelemiz yüzünden hayali günahlar uydurmaktan ve böylelikle yok yere gururumuzun kendilerine atfettiklerinden başka hiçbir zaman herhangi bir suç işlememiş insanları gözümüzde lekelemektense sonsuza kadar gizli bırakmak daha iyi olmaz mı? ve dünyamız bu ilkeye daima uyulsa daha iyi bir yer olmaz mı? bir suçu cezalandırmak bunun yayılmasını önlemenin esas olmasından çok daha az gerekli değil midir?
bunu aradığı karanlığın içinde bırakarak, adeta ortadan kaldırmış olmaz mıyız? ilan edilen skandal kesin skandaldır ve bunun anlatılması aynı tür suça meyilli olanların tutkularını uyandırır. suç kaçınılmaz olarak görünmez olduğundan, henüz ortaya çıkarılmamış suçun faili kendisinin suçu ortaya çıkarılmış suçludan daha şanslı olacağını sanır. bu kendisine verdiği bir ders değil, ancak bir tavsiyedir ve kendini adalet adına haksız yere yanıltılmış, fakat gerçekte eksik planlanmış bir sertlik ya da gizli bir kibirden başka bir şey olmayan aceleci açıklamalar olmaksızın girişmeye asla cesaret edemeyeceği aşırılıklara verir.
belki de gözetlediği insanın günahlarından dolayı isyan eden doğanın, emrindeki tüm felaketlerle onu bağrına yeniden geri döndürmeden kahretmeyi istediği durumlar vardır.
konu üstünde ciddiyetle düşünürsek, bir günahı affedilmez acelemiz yüzünden hayali günahlar uydurmaktan ve böylelikle yok yere gururumuzun kendilerine atfettiklerinden başka hiçbir zaman herhangi bir suç işlememiş insanları gözümüzde lekelemektense sonsuza kadar gizli bırakmak daha iyi olmaz mı? ve dünyamız bu ilkeye daima uyulsa daha iyi bir yer olmaz mı? bir suçu cezalandırmak bunun yayılmasını önlemenin esas olmasından çok daha az gerekli değil midir?
bunu aradığı karanlığın içinde bırakarak, adeta ortadan kaldırmış olmaz mıyız? ilan edilen skandal kesin skandaldır ve bunun anlatılması aynı tür suça meyilli olanların tutkularını uyandırır. suç kaçınılmaz olarak görünmez olduğundan, henüz ortaya çıkarılmamış suçun faili kendisinin suçu ortaya çıkarılmış suçludan daha şanslı olacağını sanır. bu kendisine verdiği bir ders değil, ancak bir tavsiyedir ve kendini adalet adına haksız yere yanıltılmış, fakat gerçekte eksik planlanmış bir sertlik ya da gizli bir kibirden başka bir şey olmayan aceleci açıklamalar olmaksızın girişmeye asla cesaret edemeyeceği aşırılıklara verir.
kumarbaz
john fowles
bizler, kötü talihi kabul etmeyi bir erdem haline getiren kumarbazlar gibi davranırız. şöyle deriz: yalnızca bir at kazanabilir. her şey oyunun talihinde. birisi kaybetmeli. ne var ki bunlar buyruklar değil, tanımlamalardır. bizler yalnızca kumarbazlar değiliz, üzerine kumar oynanan atlarız. gerçek yarış atlarından farklı olarak, kazansak da kaybetsek de eş ölçüde iyi muamele görmüyoruz. ve hiç de at falan değiliz; çünkü düşünebiliyoruz, karşılaştırabiliyoruz ve iletişim kurabiliyoruz. hepimiz de insan ırkının üyeleriyiz, onun içindeki rakipler değiliz.
bizler birer kumarbaz olsak da bu rastlantının böylesine saf ve görünen cezaların ve ödüllerin böylesine devasa şekilde ayrı olması kolaylıkla kabul edilebilir bir şey değildir. ancak, acı gerçekliği hoşgörülebilir kılmakta son derece etkili olan şey, en adil olmayan ödüllerin ve ayrıcalıkların bile karşılığında destekleneceği piyango analojisidir. ben bu analojinin kötü bir analoji olduğunu ve ona her türlü inanışın temelde adice olduğunu düşünüyorum.
bize, zeka ve karşı harekette bulunma ve bütün varoluşun altında yatan rastlantının etkilerini kontrol altında tutma özgürlüğü verilmiş; adaletsizliği onlarla haklı çıkarma özgürlüğü değil.
bizler, kötü talihi kabul etmeyi bir erdem haline getiren kumarbazlar gibi davranırız. şöyle deriz: yalnızca bir at kazanabilir. her şey oyunun talihinde. birisi kaybetmeli. ne var ki bunlar buyruklar değil, tanımlamalardır. bizler yalnızca kumarbazlar değiliz, üzerine kumar oynanan atlarız. gerçek yarış atlarından farklı olarak, kazansak da kaybetsek de eş ölçüde iyi muamele görmüyoruz. ve hiç de at falan değiliz; çünkü düşünebiliyoruz, karşılaştırabiliyoruz ve iletişim kurabiliyoruz. hepimiz de insan ırkının üyeleriyiz, onun içindeki rakipler değiliz.
bizler birer kumarbaz olsak da bu rastlantının böylesine saf ve görünen cezaların ve ödüllerin böylesine devasa şekilde ayrı olması kolaylıkla kabul edilebilir bir şey değildir. ancak, acı gerçekliği hoşgörülebilir kılmakta son derece etkili olan şey, en adil olmayan ödüllerin ve ayrıcalıkların bile karşılığında destekleneceği piyango analojisidir. ben bu analojinin kötü bir analoji olduğunu ve ona her türlü inanışın temelde adice olduğunu düşünüyorum.
bize, zeka ve karşı harekette bulunma ve bütün varoluşun altında yatan rastlantının etkilerini kontrol altında tutma özgürlüğü verilmiş; adaletsizliği onlarla haklı çıkarma özgürlüğü değil.
9.11.2016
insanlığın yıldızının parladığı anlar
stefan zweig
gününün yirmi dört saati boyunca yaratıcı olan hiçbir sanatçı yoktur.
savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler.
şans en çok sevdiklerine bile her zaman cömert değildir. ilahların insanoğluna iz bırakan işler başarma şansını bir defadan fazla verdikleri çok az görülmüştür.
insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybolmuş bir anın yakınıp dövünmekle geri getirilebildiği hiç görülmemiştir. bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl geri getiremez.
yeniden dirilişin doğruluğuna insanları inandırmak, ölümü bireysel olarak yaşamış olan birinin görevidir.
insanların, çağdaşları bir insanın ya da bir yapıtın büyüklüğünü ilk bakışta anladıkları pek görülmemiştir.
bir yapıtı oluşturan deha, kesinlikle uzun süre gizli kalmaz. bir sanatsal yapıt zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok edilebilir. ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı her zaman bilmiştir.
fatih sultan mehmet: eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçenleri öğrenmiş olsaydı, onu hemen yolardım.
gününün yirmi dört saati boyunca yaratıcı olan hiçbir sanatçı yoktur.
savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler.
şans en çok sevdiklerine bile her zaman cömert değildir. ilahların insanoğluna iz bırakan işler başarma şansını bir defadan fazla verdikleri çok az görülmüştür.
insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybolmuş bir anın yakınıp dövünmekle geri getirilebildiği hiç görülmemiştir. bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl geri getiremez.
yeniden dirilişin doğruluğuna insanları inandırmak, ölümü bireysel olarak yaşamış olan birinin görevidir.
insanların, çağdaşları bir insanın ya da bir yapıtın büyüklüğünü ilk bakışta anladıkları pek görülmemiştir.
bir yapıtı oluşturan deha, kesinlikle uzun süre gizli kalmaz. bir sanatsal yapıt zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok edilebilir. ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı her zaman bilmiştir.
fatih sultan mehmet: eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçenleri öğrenmiş olsaydı, onu hemen yolardım.
sevgi
halil cibran
sevgi; ışıktan bir elin, ışıktan bir sayfaya yazdığı, ışıktan bir sözdür.
birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın. daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun. birbirlerinizin bardaklarını doldurun; ancak aynı bardaktan içmeyin. ekmeklerinizi paylaşın; ama birbirinizinkini yemeyin. beraberce şarkı söyleyin, dans edin, coşun; fakat birbirinizin yalnızlığına izin verin; tıpkı bir lavtanın tellerinin ayrı ayrı olup yine de aynı müzikle titreşmeyi bilmeleri gibi. birbirinize kalbinizi verin; ama diğerinin saklaması için değil; çünkü yalnızca hayatın eli, sizin kalplerinizi kavrayabilir. ve yan yana ayakta durun; ama çok yakın değil, çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır ve meşe ağacıyla selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez.
sevgi; ışıktan bir elin, ışıktan bir sayfaya yazdığı, ışıktan bir sözdür.
birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın. daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun. birbirlerinizin bardaklarını doldurun; ancak aynı bardaktan içmeyin. ekmeklerinizi paylaşın; ama birbirinizinkini yemeyin. beraberce şarkı söyleyin, dans edin, coşun; fakat birbirinizin yalnızlığına izin verin; tıpkı bir lavtanın tellerinin ayrı ayrı olup yine de aynı müzikle titreşmeyi bilmeleri gibi. birbirinize kalbinizi verin; ama diğerinin saklaması için değil; çünkü yalnızca hayatın eli, sizin kalplerinizi kavrayabilir. ve yan yana ayakta durun; ama çok yakın değil, çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır ve meşe ağacıyla selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez.
boş zaman
guy standing
internette çok fazla zaman harcamak prekarya varoluşunun bir parçası haline gelmiş durumda ve araştırmalara göre bunun depresif etkileri olabiliyor; zira sosyal ağlar üzerinden kurulan bağlantılar, insanlarla kurulan fiili ilişkinin yerini alıyor.
gerçek anlamda boş zaman, üç taraftan kuşatma altında. boş zaman biçimlerinden birisi, insanın kendisini adadığı kültürel ve sanatsal aktivitedir. iyi müzik dinlemek, tiyatroya gitmek, önemli edebiyat eserlerini okumak, dünyanın ve içinde olduğumuz çevrenin tarihini öğrenmek, popüler tabirle "kaliteli zaman" geçirmek anlamına geliyor. kaliteli zaman geçirmek ise güvencesizliğin verdiği endişe ve uykusuzluğun yanı sıra çalışmayla da bölünmeyen zaman demek oluyor.
prekarya içinse boş zaman açığı söz konusu. zaman bir türlü yetmiyor ya da prekarya içindekiler bu tür boş zaman aktiviteleri yaptıklarında kendilerini suçlu hissediyor ve bunun yerine sosyal ağlarını genişletip beşeri sermayelerine yatırım yapmaları gerektiğini düşünüyor.
boş zamanın, özellikle de prekaryanın boş zamanının değerinin azalması, işçicilik doktrininin bırakmış olduğu en kötü miraslardan biri. değerlerin yeniden üretilmesini sağlayan eğitimin giderek aşınması, gençlerin kültürlerinden soğumasına ve içinde bulundukları toplulukta bir toplumsal hafıza kaybına neden olmakta.
günümüzde, kente dair imgelemde "sokak köşesi toplumu" kavramı ön plana çıkmış durumda. insanların zamanlarını geçirme biçimlerinden birisi olan "takılmak" baskın hale geldi. artık zamanı doldurmak bir mesele ve buna "boş zaman fakirliği" diyenler var. maddi yoksulluk, genç prekaryanın hayatını sınırlıyor.
prekaryanın elinde para ya da mesleki aidiyet olmadığı gibi zamanı kontrol edebilmek için gereken istikrar da yok. hal böyle olunca, çalışma dahil her türlü aktiviteye karşı kuralsızlığı ilke edinen bir tavır sergileniyor. işte bu, güvencesizliğin tuzaklarından birisi. sırf hayatta kalmaya yetecek kadar kamusal alana ihtiyaç duyulur ve bu alanlar da kemer sıkma politikaları nedeniyle yok ediliyor. nihayetinde neoliberal akıl, bütün bunları, doğrudan ekonomik büyümeye katkısı olmadığı gerekçesiyle bir lüks olarak görüyor.
iş ve oyuna dayalı hazcı mutluluk tehlikelidir. sürekli oyun oynamak sıkıcıdır. haz geçicidir ve insanın zamanından alır. yeteri kadar haz aldığımızı düşündüğümüzde dururuz. oyundan alınan zevk geçici olduğundan, buna dayalı olarak yaşayan insanların başarısız olması neredeyse kaçınılmazdır. hazcılık başarısızlığa mahkumdur.
paul martin'in "seks, uyuşturucu ve çikolata: hazzın bilimi" adlı kitabında da belirttiği gibi, oyun ve boş zamanla elde edilen hazcı mutluluk, nihayetinde bağımlılık ve zevk dışında kalan her şeye karşı hoşgörüsüzlük yaratır.
memnuniyet, kişinin kendisi ve hayatıyla ilgili genel olarak şikayetinin olmaması durumudur. ancak mutluluğu fetiş haline getirmek, medeni bir toplum için reçete olamaz.
internette çok fazla zaman harcamak prekarya varoluşunun bir parçası haline gelmiş durumda ve araştırmalara göre bunun depresif etkileri olabiliyor; zira sosyal ağlar üzerinden kurulan bağlantılar, insanlarla kurulan fiili ilişkinin yerini alıyor.
gerçek anlamda boş zaman, üç taraftan kuşatma altında. boş zaman biçimlerinden birisi, insanın kendisini adadığı kültürel ve sanatsal aktivitedir. iyi müzik dinlemek, tiyatroya gitmek, önemli edebiyat eserlerini okumak, dünyanın ve içinde olduğumuz çevrenin tarihini öğrenmek, popüler tabirle "kaliteli zaman" geçirmek anlamına geliyor. kaliteli zaman geçirmek ise güvencesizliğin verdiği endişe ve uykusuzluğun yanı sıra çalışmayla da bölünmeyen zaman demek oluyor.
prekarya içinse boş zaman açığı söz konusu. zaman bir türlü yetmiyor ya da prekarya içindekiler bu tür boş zaman aktiviteleri yaptıklarında kendilerini suçlu hissediyor ve bunun yerine sosyal ağlarını genişletip beşeri sermayelerine yatırım yapmaları gerektiğini düşünüyor.
boş zamanın, özellikle de prekaryanın boş zamanının değerinin azalması, işçicilik doktrininin bırakmış olduğu en kötü miraslardan biri. değerlerin yeniden üretilmesini sağlayan eğitimin giderek aşınması, gençlerin kültürlerinden soğumasına ve içinde bulundukları toplulukta bir toplumsal hafıza kaybına neden olmakta.
günümüzde, kente dair imgelemde "sokak köşesi toplumu" kavramı ön plana çıkmış durumda. insanların zamanlarını geçirme biçimlerinden birisi olan "takılmak" baskın hale geldi. artık zamanı doldurmak bir mesele ve buna "boş zaman fakirliği" diyenler var. maddi yoksulluk, genç prekaryanın hayatını sınırlıyor.
prekaryanın elinde para ya da mesleki aidiyet olmadığı gibi zamanı kontrol edebilmek için gereken istikrar da yok. hal böyle olunca, çalışma dahil her türlü aktiviteye karşı kuralsızlığı ilke edinen bir tavır sergileniyor. işte bu, güvencesizliğin tuzaklarından birisi. sırf hayatta kalmaya yetecek kadar kamusal alana ihtiyaç duyulur ve bu alanlar da kemer sıkma politikaları nedeniyle yok ediliyor. nihayetinde neoliberal akıl, bütün bunları, doğrudan ekonomik büyümeye katkısı olmadığı gerekçesiyle bir lüks olarak görüyor.
iş ve oyuna dayalı hazcı mutluluk tehlikelidir. sürekli oyun oynamak sıkıcıdır. haz geçicidir ve insanın zamanından alır. yeteri kadar haz aldığımızı düşündüğümüzde dururuz. oyundan alınan zevk geçici olduğundan, buna dayalı olarak yaşayan insanların başarısız olması neredeyse kaçınılmazdır. hazcılık başarısızlığa mahkumdur.
paul martin'in "seks, uyuşturucu ve çikolata: hazzın bilimi" adlı kitabında da belirttiği gibi, oyun ve boş zamanla elde edilen hazcı mutluluk, nihayetinde bağımlılık ve zevk dışında kalan her şeye karşı hoşgörüsüzlük yaratır.
memnuniyet, kişinin kendisi ve hayatıyla ilgili genel olarak şikayetinin olmaması durumudur. ancak mutluluğu fetiş haline getirmek, medeni bir toplum için reçete olamaz.
kara prens
iris murdoch
bir insan bedeninin belirli bir bedene karşı duyduğu dayanılmaz özlem ve onun yerini alabilecekler karşısında duyduğu kayıtsızlık yaşamın en büyük sırlarından biridir.
insanlar kendilerini gerçek anlamda, o uzun eylem süreçlerinde gösterirler; kendileriyle ilgili yarattıkları o kısa teorilerde değil.
bizler var olmak için havada asılı kalan uçuşlara mahkum değiliz, kendimizden sürekli uzaklaşıp tatile çıkarak yenileniyoruz. bizler fasılalı yaratıklarız, her zaman küçük sonlara düşer ve yeni, küçük başlangıçlar için yeniden kalkarız.
gerçek bir insan olabilmek için limitler koymak, çizgiler çekmek ve hayır diyebilmek gerekir. herkese belli belirsiz sempati göstermek, aynı zamanda bir insanı gerçekten iyi anlayabilmeyi de engelleyen bir şeydir.
insan ruhu sürekli yakınlaşmak üzere düzenlenmemiştir. aynı yerde kafese kapatılanların çektiği yalnızlık kadar gereksiz bir yalnızlık yoktur.
biz yalnızca kendimizi özdeşleştirdiğimiz şeyle ilgileniriz. aziz dediğimiz kişi kendisini her şeyle özdeşleştiren kişidir.
gerçek keder, kendisine uzanan her yolu tıkar.
eğer bir kadının yanında yıllarca yatarsan senin bir parçan haline gelir, ayrılman imkansızlaşır. dışarıdan bakan iyimserler evliliğin gücünü genellikle küçümserler.
yalnız insanlar onurlu olur. evli bir kadının onuru yoktur, tek başına kendini gösterebilecek düşünceleri yoktur. kadın, kocasının alt kategorisinde yer alır ve kocası isterse onun bilincine keder bile boşaltabilir, tıpkı suya boşaltılan mürekkep gibi.
hepimiz daha zengin, daha güzel, daha zeki, daha güçlü olmak, daha çok sevilmek ve "görünüşte" başkalarından daha iyi görünmek isteriz. gerçekten iyi olmanın verdiği yük içgüdüsel olarak dayanılmazdır.
bir insan bedeninin belirli bir bedene karşı duyduğu dayanılmaz özlem ve onun yerini alabilecekler karşısında duyduğu kayıtsızlık yaşamın en büyük sırlarından biridir.
insanlar kendilerini gerçek anlamda, o uzun eylem süreçlerinde gösterirler; kendileriyle ilgili yarattıkları o kısa teorilerde değil.
bizler var olmak için havada asılı kalan uçuşlara mahkum değiliz, kendimizden sürekli uzaklaşıp tatile çıkarak yenileniyoruz. bizler fasılalı yaratıklarız, her zaman küçük sonlara düşer ve yeni, küçük başlangıçlar için yeniden kalkarız.
gerçek bir insan olabilmek için limitler koymak, çizgiler çekmek ve hayır diyebilmek gerekir. herkese belli belirsiz sempati göstermek, aynı zamanda bir insanı gerçekten iyi anlayabilmeyi de engelleyen bir şeydir.
insan ruhu sürekli yakınlaşmak üzere düzenlenmemiştir. aynı yerde kafese kapatılanların çektiği yalnızlık kadar gereksiz bir yalnızlık yoktur.
biz yalnızca kendimizi özdeşleştirdiğimiz şeyle ilgileniriz. aziz dediğimiz kişi kendisini her şeyle özdeşleştiren kişidir.
gerçek keder, kendisine uzanan her yolu tıkar.
eğer bir kadının yanında yıllarca yatarsan senin bir parçan haline gelir, ayrılman imkansızlaşır. dışarıdan bakan iyimserler evliliğin gücünü genellikle küçümserler.
yalnız insanlar onurlu olur. evli bir kadının onuru yoktur, tek başına kendini gösterebilecek düşünceleri yoktur. kadın, kocasının alt kategorisinde yer alır ve kocası isterse onun bilincine keder bile boşaltabilir, tıpkı suya boşaltılan mürekkep gibi.
hepimiz daha zengin, daha güzel, daha zeki, daha güçlü olmak, daha çok sevilmek ve "görünüşte" başkalarından daha iyi görünmek isteriz. gerçekten iyi olmanın verdiği yük içgüdüsel olarak dayanılmazdır.
kötülüğün doğası
terry eagleton
"canavar", eskil inançların kimilerinde, pek çok şeye ek olarak başkalarından tamamen bağımsız bir yaratık olarak tanımlanır.
insanoğlu gerçekten de belli bir derece özerklik elde edebilir. ancak bunu sadece başka insanlara hissettiği derin bir bağımlılık, onu her şeyden önce bir insan yapan bağımlılık bağlamında elde edebilir. katışıksız bağımsızlık kötünün rüyasıdır.
çoğu kötülük kurumsaldır. bireylerin kötü niyetli eylemlerinin değil de menfaatlerin ve insanlardan bağımsız işlemlerin ürünüdür kötülük.
başkalarının gözünü oymak gibi ayırt edici hiçbir insani davranışımız, toplumsal belirlemelerden bağımsız anlamında özgür değildir. bir yığın sosyal beceri edinmeden işkence edemez, katliam yapamayız.
"canavar", eskil inançların kimilerinde, pek çok şeye ek olarak başkalarından tamamen bağımsız bir yaratık olarak tanımlanır.
insanoğlu gerçekten de belli bir derece özerklik elde edebilir. ancak bunu sadece başka insanlara hissettiği derin bir bağımlılık, onu her şeyden önce bir insan yapan bağımlılık bağlamında elde edebilir. katışıksız bağımsızlık kötünün rüyasıdır.
çoğu kötülük kurumsaldır. bireylerin kötü niyetli eylemlerinin değil de menfaatlerin ve insanlardan bağımsız işlemlerin ürünüdür kötülük.
başkalarının gözünü oymak gibi ayırt edici hiçbir insani davranışımız, toplumsal belirlemelerden bağımsız anlamında özgür değildir. bir yığın sosyal beceri edinmeden işkence edemez, katliam yapamayız.