djuna barnes
fanilik karşısında sıkılmış kaslarımızla bir nefes üzerine geçirilmiş tenden başka bir şey değiliz. kendimize yaslanıp uzun, utanç verici bir toz içinde uyuruz. acıya taktığımız adlara batmışızdır gırtlağımıza kadar. hayat, gecenin otlayıp bizi umutsuzluğa doyurarak geviş getirdiği otlaklar. hayat, ölümü bilme izni.
dünya acısında, meczubun durmaksızın ve ebediyen düştüğü bir boşluk vardır; yok olma ayrıcalığı elinden alınmış bir gövdenin, görünür uzayda düşüşü; acımasızca uzaklaşan bu ayrıcalık, tam da geri çekilişinin yarattığı tutma gücüyle, gövdeyi ebedi bir düşüşte ama hep aynı noktada ve sürekli göz önünde tutar sanki.
aşk kalbin tortusuna dönüşür, tıpkı bir mezardaki buluntular gibi. nasıl bir mezarda gövdenin, giysinin, öteki yaşam için gerekli aletlerin sınırları çizilebilirse, bir aşığın kalbinde de sevdiği, silinmez bir gölge gibi mevcuttur.
bir aşığın kalbini paralayan şey, sevgilisinin daldığı gecedir; sırf avanesini bırakırken yüzünde oluşan o sırtlansı gülümsemeye bakabilmek için onu aniden uyandırır.
zihin denen o eşsiz, yanlış bilgi galaksisi, ruh denen o muazzam ve pejmürde zorlama yığınına koşulmuş, iyi ve kötü denen rastgele tasarlanmış ve neredeyse aşınmış atlı yolunda rahvan gidiyor.