george sabine
schopenhauer hem doğanın hem de insan yaşamının arkasında "istenç" diye adlandırdığı kör bir gücün kavgasını, sonu gelmeyen bir amaçsız uğraşıyı, her şeyi arzulayan ve hiçbir şeyde doyum bulmayan, yaratan ve yıkan; ama hiçbir zaman ulaşamayan huzursuz ve anlamsız bir çabayı görüyordu. bu usdışı güç burgacında yalnız insan kafası, görünüşte bir düzene sahip, usa uygunluk ve amaç düşünün kararsız bir biçimde yer aldığı bir küçük ada kurar.
schopenhauer'un kötümserliği, böyle bir dünyada insan dileklerinin boşluğunun, insan çabasının küçüklüğünün ve insan yaşamının umutsuzluğunun ahlaki bir sezinlemesi üzerine kuruluydu. köklerini, özellikle maddeci bir insanın küçük değer ve erdemlerine, yaşam ve gerçeğin anlaşılmaz güçlerini, adet ve mantık kurallarıyla bağlayabileceğini düşleyen silik ve bayağı kimselerin kendini beğenmişliğine, durumundan memnunluğuna ve rahatlığına karşı duyduğu tiksintiden alıyordu. schopenhauer, pek de haklı olmadan, bu yarı kör manevi gururun, karşıtı olan hegel'de bulunduğuna inanıyordu. tarihin mantığına karşı, istence onu denetleyerek değil, yadsıyarak egemen olan dahinin, sanatçının ve evliyanın yaratıcılığını çıkardı.
schopenhauer'a göre insanoğlunun umudu ilerlemede değil, yok olmadadır; çaba ve başarısının düşlerden başka bir şey olmadığını anlamadadır. bu kurtuluşa, arzusuz bilinçlilik olan dine aşırı bağlılıkla ya da güzelliği tasarlayarak ulaşacağını düşünüyordu. schopenhauer günlük yaşamın ahlakını, acıma duygusundan, acının kaçınılmaz olduğu ve bütün insanların sefalette asıl olarak birbirlerine eşit oldukları anlayışından çıkarıyordu.
usdışıcılıkla insanseverliğin, istenç ile tasarlamanın bu tuhaf bileşimi nietzsche tarafından parçalandı. çünkü eğer yaşam ve doğa gerçekten usdışı iseler, usdışılık usça olduğu gibi ahlakça da onaylanmalıdır. eğer başarının, insan doğasının körü körüne çabalamaya sürüklendiği anlamı dışında bir anlamı yoksa, insan başarısının yerine yalnız çabalaması kabul edilebilir ve olanak varsa bunu zevkle yapar; değerli olan şey uğraş verme, hatta doğrudan doğruya uğraşmanın umutsuzluğudur. kişiliğin iç güçleri acıma ve vazgeçme değil, yaşamın onaylanması ve erk sahibi olma istencidir.
nietzsche bayağı, kendini beğenmiş ve sahtekar insanların schopenhauer'un söylediği kadar aşağılık olduklarını kabul ediyor; ama bunları aşan insanın evliya değil kahraman olduğunu söylüyordu. bütün ahlaki değerlerin buna uygun olarak değiştirilmesi gerekir: eşitliğin yerine doğuştan üstünlüğün kabul edilmesi, demokrasinin yerine mert ve güçlü olanın aristokrasisi, kendini silme ve insancıllığın yerine katılık ve kendini beğenme, mutluluğun yerine kahramanca yaşam, çöküşün yerine yaratış.
nietzsche'nin de dirençle belirttiği gibi bu, gerçekten yığınlara uygun bir felsefe değildi; başka bir deyişle yığınlara aşağı düzeyde varlıklar olarak uygun düşecek bir yer vermekte ve onlar için sağlıklı içgüdünün önderi izleme olduğunu söylemektedir. bir kez bu sağlıklı içgüdü bozulursa, yığınlar yalnızca bir köle ahlakı, bir insancıllık, acıma ve kendini yadsıma kuramı yaratır; bu bir ölçüde onların kendi aşağılıklarını yansıtır. ama daha doğru olarak yaratıcıların güçlerini kısırlaştıracak keskin bir zehir, aşağılık ve aldatıcı bir buluştur. çünkü bayağı insanın özgünlüğün bozucu gücü kadar tiksindiği ya da korktuğu başka hiçbir şey yoktur.
böyle bir köle ahlakının iki büyük yapısını nietzsche demokrasi ve hristiyanlıkta buluyordu; bunların her birinin, kendi yönünden, bayağılığın sonsuzlaştırılması ve bir çöküş simgesi olduğu inancındaydı. nietzsche, muhalefeti ezen, mutluluğu hor gören ve kendi kurallarını yaratan kahramanını, üstün insanı, "büyük sarışın canavar"ı betimlemek için ağır deyimler bulmak üzere sözlüğün altını üstüne getirmiştir. ama felsefesini her türlü devrimciye ve özellikle genç devrimcilere beğendiren şey, çağdaş burjuvanın madde düşkünlüğünü ve bayağılığını suçlamasıydı.