patti smith
1957 yazında en küçük kardeşim kimberly doğdu. benden on yıl sonra gelmiş, annem dahil herkese sürpriz olmuştu. annemle babamın hastaneye gitmek üzere evden çıkışlarını hatırlıyorum. televizyonda kağıt havlu üreticisi kimberly-clark şirketinin reklamı oynuyordu. annem kardeşime ismini bu reklamdan esinlenerek verdi. bebeği ilk gördüğünde, "ben bu yüzü bir yerden tanıyorum." diye düşünmüş annem; ama nereden olduğunu çıkartamamış. sonradan fark etmiş ki kendi yüzüne bakıyormuş. kimberly, astım ve çeşit çeşit alerjiden muzdarip olsa da son derece neşeli bir çocuktu.
annemin kedisi mittens'la köpeğim bambi'yi de sayarsak küçük evimizde toplam sekiz can olmuştuk. annem kedisini çok severdi, ben de bambi'yi çocuğum gibi severdim. köpeğim iyi bir dosttu, akıllıydı, sessizdi, söz dinlerdi. new jersey'nin güneyinde yeni bir hayat kurmak üzere germantown'dan gelirken onu da yanımızda getirmiştik.
babam, cebinde fazladan bozuk para bulduğunda saçını kestirmeye giderdi. berberi arada sırada beni de kocaman sandalyesine oturtup kaküllerimi düzeltirdi. ama her nasılsa kaküllerim hep yamuk olurdu.
bir gün dükkanına bir sepet dolusu köpek yavrusu getirmişti. minicik collie'si koca bir alman kurduyla çiftleşmişti. yavruların hepsi uzun tüylüydü, en zayıfları hariç. alman kurdunun tüylerini almıştı bu yavru; ama şekli collie gibiydi. küçük bir geyiği anımsatıyordu. sepetin içinde öylesine tatlı ve korunmaya muhtaç görünüyordu ki ona bambi adını verdim.
babam yeni bir köpeğe bakacak paramız olmadığını söyledi. benim payıma düşen yiyecekten yiyebileceğini söyledim. ama babam aslında hâlâ köpeği sambo'nun yasını tutan annemi düşünüyordu. cocker spaniel cinsi, hareketli bir köpek olan sambo, biz ailecek tren yoluna saçılan kömürleri toplarken, bir trenin altında ezilip ölmüştü. ocağımızı yakmaya yetecek kadar kömür dökülürdü o trenlerden. sambo asla söz dinlemez, hep trenin önünde koşardı. annem ölümüyle adeta yıkılmıştı. babam annemin başka bir köpek istemeyeceği düşüncesindeydi. ama bambi o kadar sevgi dolu ve uysaldı ki babam insafa geldi. kısa süren protestolardan sonra -mittens'ın bile ondan hoşlanmış oluşu da dikkate alınarak- ailemize kabul edildi.
aslında şehirden taşınmayı hiç istememiştim. german-town, philadelphia'ya tramvayla kısacık bir mesafedeydi. philadelphia ise kocaman kütüphaneler, sayısız kitaplarla doluydu. ancak yine de woodbury gardens'taki o küçük eve taşındık. burası ailemize ait ilk evdi. hemen sağında bir domuz çiftliği ile bataklık vardı. sokağın karşı tarafındaysa büyük, bakımsız bir çayırlık arazi, onun içinde de eski bir ahır vardı. bu bilmediğim yerleri dolaşırken köpeğimin yanımda olması bana güven verirdi.
mahallemizin ardındaki küçük ormanı keşfe çıkar, bambi'yle birlikte uzun saatler geçirirdik. ne görsem isimlendirirdim. kırmızı kil dağı. gökkuşağı deresi. punk bataklık. her yer hayat doluydu: merak uyandırıcı, enerjik.. zamanla çevremizi takdir etmeye başladım. üzgün bakışlı peri köpeğim bambi'yle birlikte peter pan tarzı yaşayıp gidiyorduk.
kimberly sık sık hastalanıyordu. doktor evimizin alerji yapabilecek her türlü maddeden arındırılmasını emretti ki, değerli ev hayvanlarımız da bu işe dahildi. büyük bir darbe olmuştu bu bana. gerçi durumu anlıyordum, ne bebeğe ne de doktora öfkeleniyordum. hepimiz biliyorduk, kimberly'e yardımcı olmak bizim görevimizdi. ancak mittens'la bambiden vazgeçmek fikri de yüreğimizi burkuyordu.
bambi'yle birlikte kaçmayı düşündüm. ama nereye giderdik? geceleri hayalperestlerin görünmez örtüsüyle örtülü çayırda yatabilirdim. ormanın içine saklanabilir, ağaçların arasına bir kulübe inşa eder, peter pan'daki kayıp çocuklardan biri gibi yaşayabilirdim. ama hayır, asla kardeşlerimi terk edemezdim. kimberly'den asla ayrılamazdım. annemle babam çalışırken beşiğini kim sallayacaktı? kim onu uyurken gözetecek, nefesini tutup bizi sonsuza dek bırakıp gitmediğinden emin olacaktı?
günler hızla geçiyordu. bambi'yi evlerine almayı öneren ailenin gelmesine çok kalmamıştı. birini okuldan hayal meyal tanıyordum. bambi'yi vereceğimi düşündükçe midem bulanıyordu. önceden hiç hissetmediğim derecede yoğun bir sahiplenme duygusu içindeydim. başka birinin benim köpeğime sahip olması fikrine tahammül edemiyordum.
o sabah erkenden kalkıp bambi'yle evden çıktım. sevdiğimiz neresi varsa onu son bir kez götürmek niyetindeydim. kırmızı kil dağı'na yürüyecek, gökkuşağı deresi'nde mola verecektik. yanımda yer fıstığı ezmeli sandviçle biraz köpek bisküvisi getirmiştim.
bambi'yle birlikte oturduk. o, ayaklarımın dibindeydi. etrafı kolaçan ettim. onun için getirdiğim yiyecekleri yemiyordu. biliyor, diye düşündüm. biliyor. neler olacağını saklamaktan vazgeçip ona her şeyi anlattım, tek bir sözcük bile kullanmadan. ona gözlerimle, kalbimle anlattım. yüzümü yaladı. anlamıştı, biliyordum.
bambi nadiren havlardı. üzgün, derin gözlerinde sadece sessizlik vardı. çok geçmeden eve dönme vakti geldi. ama önce onu thomas'ın arazisine götürdüm. otların üzerine uzanıp bulutlara baktık. güneş yüzümü ısıtıyordu. içim geçmiş; bambi'nin çenesiyle patisi göğsümde, uyumuşum.
uyandım. eve dönmek için acele etmemiz gerektiğinin farkındaydım. annemin beni aradığını hisseder gibi olmuştum. koşa koşa araziyi geçtim. ev hemen yolun karşısındaydı.
bambi önümden fırladı. ona seslendim. aniden yolun ortasında durdu. tekrar seslendim ama hareket etmedi. doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. o mesafeden bile kendi yansımamı gözlerinde görür gibi oldum. donakaldım. nereden geldiği belli olmayan itfaiye aracı ona çarparken orada öylece durdum.
itfaiyeci aracı durdurup dışarı çıktı. babam koşarak evden geldi. bambi'yi yerden kucakladığı gibi çalıların -kutsal çalıların- yanına yatırdı. kimse bir şey demedi. kimse ne olduğunu sormadı. itfaiyeci bambi'nin ölümüne neden olduğu için kendisini çok kötü hissediyordu. ama ben biliyordum, onun hatası yoktu.
eğilip köpeğime baktım. hâlâ sıcaktı. üzerinde en ufak bir yara, tek bir kan damlası bile yoktu. uyuyor gibi görünüyordu; ama ölmüştü. annem ağlıyordu. kız kardeşim linda'nın hayret verici güzellikteki mavi gözleri, merhametli yüzünün tümünü ele geçirmiş gibiydi. köpeğimi eski bir battaniyeye sardım babam. dualarımız eşliğinde onu evimizin yanına gömdü.
ağlamadım. duygularım öylesine yoğundu ki beni gözyaşlarının ötesinde bir yere taşıdı. o günü sonradan çok düşündüm. ölmesini ben mi dilemiştim, yoksa o mu yapmıştı? mutlaka biliyordu. ikimiz de onun bir başkasının olmasını istemedik.