27.06.2017

yanlış yaşamak *

henry david thoreau

"ye, iç ve aşkla eğlen; geri kalan her şey boş."**

nice zavallı ölümsüz ruh gördüm; kocaman tahıl ambarlarını, augeas'ınkine benzer hiç temizlenmemiş ahırları, onlarca dönüm arazisi, çiftlikleri, ekini, otlakları ve ağaçlıkları sırtlanmış, hayat yokuşundan inerken yüklerinin altında ezilip bunalıyorlar! yığınla mirasın yükünü sırtlamak gibi bir dertleri olmayan kısmetsizlerse, yalnızca bedenlerini eğitip nefislerine hükmetmeyi iş ediniyor.

ama insanoğlu yanlış yoldadır. en değerli varlığı çok geçmeden toprağa gömülüp çürümeye bırakılır. insan sahte yazgısına aldanır; gereksinim diye bir kılıf uydurarak, eski bir kitapta söylendiği gibi, güvelerin ve pasın çürüteceği ve hırsızların girip talan edeceği servetler biriktirmeye çalışır. bu ahmakça bir yaşamdır. eğer daha önce öğrenmezse, mutlaka öğrenecek yolun sonuna geldiğinde.

çoğu insan, bu görece özgür ülkede bile, yalnızca bilgisizlik ve yanlış algılama nedeniyle, sahte yaşam kaygıları ve gereksiz harcadıkları fazladan emekle öyle kuşatılmış ki, erişemiyorlar yaşam ağacının olgun meyvelerine. ırgat gibi çalışmaktan, öyle hantallaşmış ve titrek ki elleri, dalından toplayamıyorlar meyveleri. çalışan insan o kadar meşgul ki, gün geçtikçe içinde yaşadığı ortama daha bir yabancılaşıyor, ötekilerle insanca ilişkilerini devam ettirmeye gücü yetmiyor. yoksa pazarda emeğinin değeri düşüyor. bir makine gibi yalnızca ve durmaksızın çalışıyor. çalışırken öyle çok kullanmak zorunda kalıyor ki bilgisini, gelişmesi için gerekli olsa da, nasıl aklına gelebilir bilgisizliği?

bu nedenle kendisini yargılamadan önce, ara sıra karşılıksız olarak yiyecek vermeli, giydirmeli ve iyileştirmeliyiz içtenlikle. tıpkı meyve çiçekleri gibi, yalnızca en özenli ilgiyle korunabilir insan doğasının seçkin nitelikleri. ne yazık ki biz, ne bir başkasına böyle sevecen davranırız ne de kendimize.

hepimiz biliyoruz ki, kimileriniz yoksulsunuz. güçlükle yaşıyor, sanki nefes almakta bile zorlanıyorsunuz. hiç kuşkusuz, bu satırları okuyan kimileriniz, yediğiniz bütün yemeklerin, hızla yıpranan ya da çoktan yıpranmış olan ayakkabı ve paltolarınızın parasını ödeyemiyorsunuz. bu sayfayı okurken, ödünç alınmış ya da çalınmış bir zamanı harcıyor, alacaklılarınızın bir saatini araklıyorsunuz. çalışarak geçirmeniz gereken bir saati boşa harcıyorsunuz.

bana sorarsanız, çoğunuzun ne denli zor ve sefil bir yaşam sürdüğü besbelli; çünkü görüşüm deneyimlerimle bileylendi; daima sınırlarda sürdürülen bir yaşam sizinkisi, kapmaya çalışmak işi ve borçtan kurtulma çabası.. çok çok eski bir batak bu; madeni paraları pirinçten yapılan romalıların, æs alienum, "başkasının pirinci" dedikleri; hâlâ, yaşarken, ölürken ve gömülürken kullandığınız bu "başkasının pirinçleri"; öbürlerinin, hep "ödeyeceğim" dediğiniz, yarın ödemeye söz verip bugün dünyadan göçüp gittiğiniz için ödeyemediğiniz sikkeleri..

eyalet hapishanesinin yolunu tutmamak için şekilden şekle girip yalakalık ederek göze girmeye çalışıyorsunuz. ayakkabılarını, şapkasını, paltosunu ya da arabasını size yaptırmaya ya da aldıklarını size taşıtmaya komşunuzu ikna edebilmek umuduyla, yüzünüze bir nezaket maskesi takarak ya da ince ve buğulu bir asalet atmosferi yaratarak yalan söylüyor, dalkavukluk ediyor, lehinde oy kullanıyorsunuz. ne kadar çok ya da az olduğuna ya da nereye olduğuna bakmaksızın, bir gün hasta olurum düşüncesiyle birikim yapmaya, eski bir sandığı ya da duvar alçısının arkasındaki zulayı ya da daha da güvenlisi, duvardaki bir tuğlanın içini tıka basa doldurmaya uğraşırken kendi kendinizi hasta ediyorsunuz.

kendimize ettiğimizin yanında, önemsiz kalır toplum baskısı. insanın kendisi hakkında düşündüğüdür belirleyen, daha doğrusu, belirten yazgısını.

insan yığınları, suskun bir umutsuzluk içinde yaşamlarını sürdürür. suskunluk denen şeyse kökleşmiş bir umutsuzluktur. siz umutsuz bir kentten umutsuz bir ülkeye doğru yol alıyorsunuz ve avutmak zorundasınız kendinizi, vizonların ve misk sıçanlarının babayiğitlikleriyle. basmakalıp ancak bilinçsiz bir umutsuzluk gizlidir insanoğlunun eğlenceleri ve oyunları diye adlandırılan şeylerde bile. hiçbir eğlencesi yoktur bunların, çünkü her zaman işten sonra gelir eğlence. umutsuz şeyler yapmamaktır bilgeliğin ayırt edici özelliğiyse.

çok eskilerden kalmış olsa bile, doğrulukları kanıtlanmadan güvenilemez hiçbir düşünceye ve davranış biçimine. herkesin bugüne dek gerçek olduğunu haykırdığı ya da sessizce göz yumduğu şeylerin, yarın –belki daha da yakın– sahte olduğunu, kimilerinin tarlalarına bereketli yağmuru serpiştireceğine inandığı bir bulut gibi, yalnızca bir düşünceler sisi olduğu ortaya çıkabilir. eski insanların yapamayacağını söylediği bir şeyi denersen yapabileceğini görürsün. eski düşünceler eski insanlara göredir, yeni insanlarsa yeni düşünceler üretmelidir.

gerçeklik hayal ürünü gibi görülürken, sahtelikler ve yanılgılara en anlamlı doğrular gözüyle bakılıyor. eğer insanlar yalnızca ve sürekli gerçekleri gözetseydi ve aldatılmayı hoş görmeseydi, bildiğimiz öteki şeylere kıyasla yaşam, bir peri masalı gibi ya da bin bir gece masallarındaki cümbüşler gibi olabilirdi. yalnızca kaçınılmaz olana ve var olma hakkına saygı gösterseydik müzik ve şiir caddeler boyunca yankılanabilirdi.

sakin ve mantıklı olunduğunda, yalnızca asil ve değerli şeylerin kalıcı ve mutlak varlığa sahip oldukları, küçük korkular ve aşağılık zevklerin yalnızca gerçekliğin gölgeleri olduğu algılanabilir. bu daima canlandırıcı, keyif verici ve yücelticidir. insanlar gözlerini kapatıp uyuklayarak ve görünüşle aldatılmayı kabullenerek, tamamen yanıltıcı temeller üstüne inşa edilmiş olan, basmakalıp ve alışkanlıkların yönlendirdiği bir gündelik yaşam kurup pekiştirir. çocuklar, ki onlar yaşamı oynarlar, yaşamın gerçek yasasını ve bağıntılarını yetişkinlerden, yani yaşamı yakışık alır bir şekilde yaşamakta başarısız olan, ancak deneyimleri, başka deyişle başarısızlıkları sayesinde daha akıllı olduklarını düşünenlerden daha açık bir biçimde sezinler.

sevgiden, paradan ve ünden ziyade gerçeği verin bana. yiyeceklerin servet tuttuğu, şarabın bardaklardan taştığı, dalkavukların hazır bulunduğu masalarda oturdum, içtenlik ve gerçeklik bulamadım; konukseverliğin olmadığı bu sofralardan açlık çekerek ayrıldım. konuk ağırlama ve ikram buz gibi soğuktu. bu insanları dondurmak için buza gerek yoktu. bana şarabın yıllanmışlığından ve üzüm bağının seçkinliğinden söz ettiler; bense daha seçkin bir bağı, daha eski, daha eşsiz ve daha saf bir şarabı aklımdan geçirdim. onlarda yoktu ve satın alamazlardı.

biçim, ev ve arazi ve "eğlence"nin benim gözümde hiçbir anlamı yoktu. kralı ziyaret ettim ama o beni holde bekletti ve konukseverliği yetersiz bir adam gibi davrandı. yaşadığım yerin yakınında, bir ağaç kovuğunda yaşayan bir adam vardı. davranışları gerçekten de bir krala yakışırdı. aslında onu ziyaret etsem kuşkusuz daha iyi olurdu.

hiç kimse, elbisesinde yamaları var diye gözümde daha basit ya da aşağılık değildir. ancak şundan da eminim ki çoğu zaman ilgi gören sağlıklı bir bilinç değil, modaya uygun ya da en azından temiz ve yamasız giysilerdir.

eğer uygar adamın arayışları vahşi adamınkilerden daha değerli değilse, ömrünün büyük kısmını yalnızca temel gereksinimlerini ve huzurunu elde etmeye adıyorsa, neden onun barınağı vahşi adamınkinden daha iyi olmalı ki?

yalnızca tek bir yaşam biçimi var, insanların övgüyle söz ettiği ve başarılı gördüğü. niçin bütün öteki yaşam biçimlerini elimizle itip birini abartıyoruz ki?

günümüzde evlerimiz mobilyalarla tıka basa doldurulup kirletiliyor. iyi bir ev hanımı büyük kısmını süpürüp çöp çukuruna atardı ve sabah yapılması gereken işini tamamlamış olurdu.

kadife minder üstüne balık istifi dizilmektense, tek başıma balkabağının üstünde oturmayı isterim. gezinti treninin süslü püslü vagonunda yol boyunca sıtma havasını içime çekerek cennete gitmektense, yeryüzünde havadar bir öküz arabası sürmeyi yeğlerim.

ne zamana kadar sütunlu verandalarımızda oturup herhangi bir işin geçersiz kılabileceği boş ve köhnemiş erdemler için yaşayacağız? sanki bir insan güne çilekeş başlamalı ve patateslerini çapalaması için bir adam tutmalıymış ve öğleden sonra da önceden planlanmış dini ritüellerin alçak gönüllülüğünü ve iyi yüreklilikle yardım yapmayı sürdürmeliymiş gibi!

yaşamdaki çoğu lüks ve birçok sözde rahatlık yalnızca kaçınılmaz olmamakla kalmıyor, insanoğlunun yükselişine de gizli engeller oluşturuyor. lüks ve rahatlığa gelince, en bilgeler daima yoksullardan daha basit ve yalın bir şekilde yaşamıştır.

kadim filozoflar öyle bir sınıf oluşturuyordu ki, dış zenginlikler bakımından onlardan daha yoksulu, iç zenginlikler bakımındansa onlardan daha zengini yoktu.

filozof olmak ne zekice fikirlere sahip olmaktır yalnızca, ne de felsefe ekolü kurmaktır. filozofluk; aklı, aklın emrettiği gibi yaşayacak kadar sevmekte yatmaktadır. yalın, bağımsız, asil ve sorumluca yaşamaktır. yaşamın sorunlarını yalnızca kuramsal olarak değil, pratik olarak da çözmektir.

filozof, yaşamının dış biçimi bakımından da çağının ilerisindedir. çağdaşları gibi beslenmez, giyinmez, barınağı ve ısınması bakımından da onlara benzemez. bir insan nasıl filozof olabilir de yaşamsal ısısını öteki insanlardan daha iyi yöntemlerle korumaz?

insanın yaşamını bilinçli bir çabayla yüceltme konusundaki tartışmasız yeteneğinden daha umut verici bir durum yoktur.

"gerçek bilgi, bildiklerimizi bildiğimizi bilmek ve bilmediklerimizi bilmediğimizi bilmektir." (konfüçyüs)

bir insan, bir şeyleri kendi haline bırakmaya gücünün ve zamanının yettiği oranda zengindir. en küçük kuyunun bile değeri, içine baktığınızda yeryüzünün bir anakara değil, bir ada olduğunu size göstermesidir.

her günün, henüz kirletilip tüketilmemiş, daha erken, daha kutsal ve daha aydınlık bir zaman dilimi içerdiğine inanmayan insan, yaşamdan umudunu kesmiştir ve gittikçe alçalan ve kararan bir yol izlemektedir.

"başkaldırı özgürlüğü olmadan iyi, kötü diye bir şey olamaz." (j.j. rousseau)

üstünde yaşadığımız yerkürenin dışındaki katmanını tanıyoruz yalnızca. çoğu ne kazıp bakmıştır yüzeyin iki metre altına ne de sıçramıştır iki metre havaya. nerede olduğumuzu bilmiyoruz. üstelik zamanımızın neredeyse yarısını derin uykuda geçiriyoruz. ancak, kendimizi akıllı sanıyoruz ve görünüşte bir düzen kuruyoruz. gerçekten de derin düşünen ve hırslı ruhlara sahip insanlarız.

ardı arkası kesilmeyen bir yenilik akın ediyor dünyaya ama biz yine de inanılmaz bir bıkkınlığın bizi yönetmesine izin veriyoruz.

neşe ve keder gibi sözcükler var ancak biz sıradan ve ortalama olana inandığımız sürece, bunlar genizden çıkan sesle söylenen ilahinin nakaratları yalnızca. değiştirebileceğimiz tek şeyin giysilerimiz olduğuna inanıyoruz.

kral tching-thang'in banyo teknesinin üstünde şunların yazdığını söylerler: "kendini her gün tamamen yenile; yine yap ve yine yap ve sonsuza dek yinele."

gözlerimizi rahatsız ederek kapatmamıza neden olan ışık bizim için karanlığın kendisidir. yalnızca uyandığımız gün, gün doğar. daha doğacak çok gün var. güneş ise yalnızca bir sabah yıldızı..

chapman'in şarkısındaki gibi, insanların sahte toplumunda dünyevi yücelik adına bütün ilahi huzur uçup karışır havaya. sabah rüzgârı durmadan eser, yaradılış destanı kesintisizdir ama çok azdır duyabilen kişi.

* nerede ve ne için yaşadım

** son asur kralı asurbanipal'in (sardanapalus) mezar taşında yazılı olduğu rivayet edilen söz.