carl gustav jung
bir topluluğun değeri, onu oluşturan bireylerin ruhsal ve ahlaki büyüklüklerine bağlıdır.
toplumun kendisi bireyleşmemiş insanlar tarafından oluşturulduğu sürece, tamamen acımasız bireycilerin merhametine kalacaktır. ne kadar gruplar ve örgütler halinde bir araya gelinirse gelinsin, -toplumu bir diktatöre gönüllü olarak boyun eğmeye hazır kıvama getiren de işte bu gruplaşma ve bireysel kişiliğin yok olmasıdır.
yan yana toplanan milyonlarca sıfır, maalesef, bir etmez. önünde sonunda her şey bireyin kalitesine bağlıdır; ama çağımızın uzağı görememe alışkanlığı sadece büyük sayıları ve kitle örgütlerini hesaba katmaktadır. sanki, iyi disiplinli bir kalabalığın bir tek deli adamın elinde neler yapabileceğini tüm dünya yeterince görmemiş gibi. maalesef bu gerçek kafalarımızda pek derine işleyememiştir ve bu konudaki körlüğümüz son derece tehlikelidir. insanlar gayet hoşnut bir şekilde örgütlenmeye devam etmektedirler. en güçlü örgütlerin ancak liderlerinin korkunç acımasızlığı ve sloganların en ucuzu sayesinde ayakta kaldığı konusunda en ufak bir bilince sahip olmadan, çare kitle hareketinin egemenliğinde aranmaktadır.
birey kendini ruhen yeniden yaratamazsa toplum da yaratamaz; çünkü toplum, kurtuluşu arayan bireylerin toplamından oluşur.
tüm kitle hareketleri, tahmin edebileceğimiz gibi, büyük sayılardaki kalabalıkların oluşturduğu düzlemden aşağı kolay kayarlar. kalabalığın olduğu yerde güvenlik vardır. çoğunluğun inandığı şey tabii ki doğru olmalıdır. çoğunluğun istediği şey peşinden gitmeye değer, gerekli ve dolayısıyla iyi olmalıdır. kalabalığın çıkardığı gürültüde istekleri kaba kuvvetle elde etme gücü yatar.
hepsinden tatlısı ise, çocukluğun ülkesine, ana şefkatinin cennetine, dertsiz, tasasız ve sorumsuz bir dünyaya yavaşça ve hiç acı çekmeden girivermektir. düşünmek ve halletmek yukarıdakilerin yapacağı işlerdir. her sorunun cevabı hazırdır, tüm ihtiyaçlar yerine getirilir. kitle insanının gördüğü çocukluk düşleri o kadar gerçek dışıdır ki, bu cennetin bedelini kim ödüyor diye sormak aklına gelmez. hesap dengesi daha üst bir politik veya sosyal otoriteye bırakılır, o da bu görevi istekle üstlenir; çünkü gücünü daha da arttıracaktır. otoritenin gücü ne kadar artarsa birey o kadar zayıflar ve çaresizleşir.
bu tür sosyal koşulların yaygın olarak geliştiği her yerde zorbalığa giden yol açılmıştır ve bireyin özgürlüğü spiritüel ve fiziksel köleliğe dönüşmüştür. her zorba ipso facto (doğası gereği) ahlaksız ve acımasız olduğu için, yöntemlerini seçmekte hâlâ bireyi hesaba katan bir kurumdan çok daha özgürdür. böyle bir kurum örgütlü devletle bir çelişkiye düştüğü zaman ahlak değerlerinin gerçek bir dezavantaj olduğunu fark eder ve kendisini rakibinin yöntemlerini benimsemek zorunda hisseder. böylece enfeksiyon direkt yoldan bulaşmasa bile kötülük neredeyse zorunluluktan ötürü yayılır. enfeksiyon tehlikesi, tüm batı dünyasında olduğu gibi, büyük sayılara ve istatistiklere belirleyici önem verilen yerlerde daha da ciddidir.
kitlelerin boğucu gücü şu veya bu şekilde her gün gazeteler yoluyla gözlerimizin önünde resmi geçit yapar ve bireyin önemsizliği öyle kuvvetle aşılanır ki insan kendi sesini duyurabilme ümidini tümden kaybeder. o eskimiş liberté, égalité, fraternité (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) fikirleri bireye yardımcı olamaz; çünkü isteklerini yöneltebileceği tek insanlar onun cellatları, yani kitlelerin sözcüleridir.