16.05.2019

nasyonal sosyalizm

george sabine

faşizm ve nasyonal sosyalizm, tıpkı büyücülerin cezalandırılmasında olduğu gibi, bir moral yıkıntı zamanında siyasetten hem usu hem de ahlakı silip atabilen duyguların melankolik örnekleriydi.

stalin'in yönetimi, vahşetin ödettiği korkunç fiyata rağmen, ülkesini çağdaş bir endüstriyel güç durumuna getirmiş, okuma-yazması olmayan köylü nüfusu da, yüksek bir bilim düzeyine sahip eğitilmiş bir halka dönüştürmüştür.

italya'daki faşizm ya da almanya'daki nasyonal sosyalizm hakkında ise buna benzer hiçbir yargı ileri sürülemez. bu partiler 1. dünya savaşı'nın moral yıkıntısı içinde mantar gibi yerden bitivermişlerdi; önderleri birer demagogdu ve hangi başarı ölçüsü kullanılırsa kullanılsın, yaptıkları işler yalnızca yıkıcıydı. sözde felsefeleri, doğruluğuna ya da tutarlılığına bakılmaksızın bir araya getirilen eski ön yargıların birer mozayiğiydi ve ortak amaçlara değil, ortak korku ve nefretlere sesleniyordu. hem hitler hem de mussolini, herhangi bir politikayı açıkça ileri sürmekten bilinçli olarak kaçındılar; çünkü böyle bir şey, kazanmak istedikleri kimi kesimlerin kaçmasına yol açacaktı.

olağanüstü bir entelektüel yetenek iddiasında bulunabilecek tek nasyonal sosyalist önder olan ve kuşkusuz yeteneğini komünizme, monarşiye ya da hatta demokrasiye, eğer hitler bunlardan birini benimseseydi, adamak isteyecek olan goebbels, hitler'e karşı duyduğu kahramana tapma duygusu ve yahudi düşmanlığı dolayısıyla tam bir yanılgı içine düşmüştü.

faşizm ve nasyonal sosyalizmin düşmanları genellikle bu hareketleri "usa karşı başkaldırı" olarak niteliyorlardı. nitekim kuramcıları bu betimlemeyi tümden haklı bulmuşlardır. bunların yazıları, usun yaşamı değil, yaşamın usu denetlediğini; tarihteki büyük işlerin zekanın değil, kahramanca istencin ürünü olduğunu, halkları koruyan şeyin düşünce değil, sürü içgüdüsü ya da kanda bulunan ırksal sezgi olduğunu; güçlü olmak istençleri fiziksel ve manevi engellerini aştığı zaman büyüklüğe ulaştıklarını ileri süren savlarla doludur. bunun gibi, mutluluk arzusunun da, düzenli olarak, kahramanlık, özveri, ödev ve disiplin güdülerine göre aşağılık bir güdü olduğunu söylemiştir. özgürlük ve eşitlik gibi demokratik ülkülerle anayasalı ve temsili hükümet düzeninin sivil ve siyasal özgürlüklerini, en yüksek noktasına fransız devrimi'yle ulaşan felsefi usçuluğun eskimiş kalıntıları olarak sunmuştur.

faşizm ve nasyonal sosyalizm, ister liberal ister marksçı olsun her türlü karşıt siyasal kuramı aynı biçimde "kısır entelektüalizm" aşağılayıcı terimiyle niteliyordu.

kahramanın bireyciliği, demokratik eşitçiliğin tam tersidir. kahraman, düzenli burjuva yaşamının yararcı ve insanlıksever niteliklerini küçük görür; rahat ve mutluluğa karşı kötümser bir horgörü besler; tehlikeli bir yaşam sürer ve en sonunda kaçınılmaz yıkıma uğrar. kendi ruhunun insanüstü güçleriyle yaratıcılığa sürüklenen doğal bir soyludur ve bayağı beyinlerin tembelliği kendisini yıktıktan sonra halk ona tapınır.

ne mussolini ne de hitler üstün insan olarak görülmelerine karşı çıkmıştır ve her ikisi de önderlik ettikleri halka karşı içtenlikli olarak tiksinti duymuş ve bunu gerçekten saklamamıştır. hitler, bir ulusun büyük bölümünün ne kahraman ne de zeki olabileceğini söyledi; halk iyi değildir ama kötü de değildir; yalnızca bayağıdır. bir toplumsal mücadelede hareketsizdir; ama muzaffer olanın arkasına dizilir. içgüdüsel tepkisi özgünlükten korkmak ve üstünlükten tiksinmektir. anlayamadığı entelektüel ya da bilimsel görüşler onu etkilemez; yalnız tiksinme, bağnazlık ve çılgınlık gibi kaba ve şiddetli duygulardan etkilenir. ona ancak durmaksızın ve her zaman bağnaz bir biçimde tek yanlı olarak söylenen ve gerçeğe, yansızlığa ve haklılığa vicdanen hiçbir rahatsızlık duymadan sırt çeviren en yalınkat savlarla yaklaşılabilir.

bu yaşam görüşü hiçbir zaman uzlaşma kabul etmez, başka her seçeneği dışarda bırakan tam ve saltık bir kabulü gerektirir; din gibi hoşgörüsüzdür ve kendisine karşı olanlarla mücadelede elindeki her türlü aracı kullanır. karşı bir düşünceyle tartışmaz, ona hiçbir geçerlilik tanımaz, tümden dogmatik ve bağnazdır. bu yüzden, insanların yaşam kavgasını kazanmaları için zorunlu olan acımasızlık ve vicdansızlığın manevi temelini veriyordu. siyaset, asıl olarak, yaşam görüşleri arasındaki ölüm kalım savaşıdır.

mussolini faşizmin bir felsefeye gereksinimi olduğuna karar verdiğinde, bu işi giovanni gentile'ye verdi, gentile'nin kendisine sunduğu şeyi aldı ve sonuç olarak italyan faşizminin kuramı, bir devlet kuramı, devletin üstünlüğünün, kutsallığının ve her şeyi kapsar oluşunun kuramı olduğunu ileri sürdü: "her şey devlet için; devlete karşı hiçbir şey yoktur, devletin dışında hiçbir şey yoktur."

faşizm, gerçekten bireyi aşan ve onu manevi bir toplumun bilinçli üyesi mevkiine yükselten üstün bir hukuk ve nesnel bir istenç ile insan arasındaki içrek ilişki biçiminde bir dinsel kavramdır. bu manevi toplumu yaratan ve temsil eden şey de ulustan çok devlettir.

nasyonal sosyalizm, yığınlara dayandığı için gerçekten demokratik olduğunu öne sürmüştür. ama yığınlara, siyasal görüşlerine değer kazandıracak hiçbir yargı yeteneği tanımamıştır.

hiç kuşkusuz bir siyasal örgütlenme ilkesi olarak totalitarizm diktatörlük demekti. kısa zamanda alman federalizmi ve yerel yönetim özerkliğini ortadan kaldırdı. parlamento ve bağımsız yargı gibi liberal siyasi kurumlar hemen tümden yıkıldı. seçimler dikkatle hazırlanıp yürütülen plebisitler düzeyine indirildi. siyasal yönetim her şeyi kapsamakla kalmayıp nasyonal sosyalistlerin hoşlandıkları terimle "monolitik" de oldu; yani bütün toplumsal örgütlenme bir düzene indirgenmiş ve bütün güçleri tek yürek olarak ulusal amaçlara yöneltilmişti.

seçkin muhafız yıldırım ekipleri ve hitler gençliği, ismen hükümetin değil, partinin organları olmakla birlikte, hepsi de yasama ve yargı yetkilerine sahipti ve yasadışı ayrıcalıkları vardı. öte yandan yargı organı bağımsızlığını ve güvenliğini tümden yitirdi ve aynı zamanda yargısal takdir yetkisi de gerçekte sınırsız ölçüde genişletildi. yasanın kendisi de yoruma elverişli olacak biçimde, belirsiz yapılmıştı; böylece her türlü karar asıl olarak öznel bir şey oldu.

1935'te ceza yasası, yürürlükteki hiçbir yasaya aykırı düşmese de, "sağlıklı halk duygusu"na aykırı her eylemi cezalandırmayı olanaklı kılmak üzere değiştirildi. açıktır ki böyle yasaların ussal bir şekilde yürütülmesine olanak yoktur. yasa önünde eşitlik ve yasal usul ilkelerinin yerini tam bir yönetsel takdir yetkisi aldı. uygulamada totalitarizmin anlamı şu oldu: eylemlerinin siyasal önem taşıdığı düşünülen bir kimse, hükümet ya da parti ya da bunların birçok organlarından biri önünde hiçbir yasal korumaya sahip değildi.

halk, propaganda organlarının duyurduğu dışında hiçbir şeyden haberi olmayan ve kendi aralarında, kendilerine ait herhangi bir amaç için bir araya gelemeyen "yığınlar"dan ibaretti.

hitler'in söylediği gibi, "çocukların alfabesinden en son gazeteye, her tiyatro oyunu ve her filme değin" hiçbir etkileme kanalı savsaklanmamalıydı. bilim de içinde olmak üzere her konudaki öğretim "ulusal övüncün yükseltilmesi için bir araç" olmalıydı. ve "en yüksek noktasına, ırk kavramına ve ırk duygusuna, içtepi ve us yoluyla, gençlerin yüreklerinde ve kafalarında tutuşturulmakla" ulaşmalıydı.

"kan arılığının zorunluluğu ve niteliği konusunda en üstün bilgiye yöneltilmeden, hiçbir erkek ya da kız çocuğu okuldan çıkmamalıdır." (hitler)

"totaliter devlet sanata ayrı bir varlık tanımaz. sanatçılardan devlete karşı olumlu bir tutum takınmalarını ister."

rosenberg'in "eskinin bozucu, sınırsız öğretim özgürlüğü" dediği şey alman üniversitelerinden kalktı ve yerine "gerçek özgürlük", "ulusun yaşama gücünün bir organı olmak" özgürlüğü geçti. yahudi profesörler yerlerinden atıldılar; öğretim üyeleri ve öğrenciler "önderlik ilkesi"ne göre örgütlendiler ve alman yüksek öğretiminin amacı, nasyonal sosyalist ilkelere uygun olarak, bir siyasal seçkinler kümesini yetiştirmek oldu. bu iş için tipik eğitim kurumları üniversiteler değil, teknik okullar ve partinin önderlik okullarıydı. tarih, toplumbilim ve ruhbilim gibi toplumsal bilimler geniş ölçüde ırk söylencesini işlemek ve yaymak için düzenlenen propagandanın dalları haline geldi.

saçmalıkların doruğuna herhalde, "bütün öbür insan ürünleri gibi bilim de ırksaldır ve kanla koşullanmıştır." diyen fizik kitabıyla ulaşıldı.