3.08.2017

dünyayı nasıl görüyorum?

albert einstein

biz dünyalıların ne garip bir durumu var! burada kısa bir süre için bulunuyoruz. niçin geldiğimizi bilmiyoruz; yalnızca zaman zaman sezer gibi oluyoruz. ama çok derinlere gitmeden, günlük yaşam bakımından başkaları için var olduğumuzu biliyoruz: önce bütün mutluluğumuzu gülümsemelerine ve rahatlarına bağladığımız kimseler için, sonra da yakından tanımadığımız ama kaderlerine sevgiyle bağlı olduğumuz bütün insanlar için.

iç ve dış hayatımın, ölü ya da diri bütün insanların emeğine bağlı olduğunu, aldığım ve hâlâ almakta olduğum şeyleri aynı ölçüde var gücümle vermeye çalışmam gerektiğini her gün durmadan düşünüyorum. azla yetinmek gereğini duyuyorum ve çoğu kez başkalarına gereğinden fazla iş yüklediğimi düşünüp üzülüyorum. bana öyle geliyor ki, toplumun sınıfları arasındaki ayrılıklar haksız ve yersizdir. bu ayrılıklar, aslında zorbalığa dayanmaktadır. ayrıca şuna da inanıyorum ki, sade ve kendi halinde bir yaşayış, beden ve kafa bakımından herkes için daha iyidir.

insanın felsefi anlamdaki özgürlüğüne hiç de inanmıyorum. her birimizin davranışları, yalnızca dış baskıların değil, içten gelen birtakım zorunlulukların da etkisindedir. schopenhauer'in "bir insan istediğini yapar ama istediğini isteyemez." sözü ta gençliğimde içime işlemiş ve gerek kendi hayatımdaki, gerek başkalarının hayatındaki sıkıntılar karşısında sürekli bir avunma, tükenmez bir sabır ve hoşgörü kaynağı olmuştur. bu düşünce, insanın kolayca elini kolunu bağlayan sorumluluk duygusunu yumuşatır; gerek kendimizi, gerek başkalarını gereğinden çok ciddiye almamızı önler; humour'a (gülen düşünceye) yer veren bir hayat görüşüne götürür bizi.

insan hayatının, varoluşun anlamını ya da amacını araştırmak, nesnel bakımdan saçma gelir bana öteden beri. bununla birlikte, herkesin davranış ve yargılarını yöneten birtakım ülküler vardır. bu bakımdan, rahatlık ve mutluluğa hiçbir zaman birer amaç gözüyle bakmadım. böyle bir ahlaksal temel domuz sürülerine yaraşır daha çok. yolumu aydınlatan, bana durmadan yaşama sevinci ve cesaret veren ülküler iyilik, güzellik ve doğruluk olmuştur. aynı inançları paylaştığım insanlarla birlik olduğumu duymasam, sanat alanında ve bilim araştırmalarında hiçbir zaman ulaşılamayacak bir amaca yönelmesem hayat bana bomboş gelebilirdi. nice insanların her gün ardına düştükleri mal mülk edinme, kolay başarı kazanma, süslü püslü yaşama hırsı çocukluğumdan beri tiksinti uyandırmıştır bende.

bende coşkun bir toplumsal adalet ve sorumluluk duygusu vardır ama, nedense insanlara ve insan topluluklarına doğrudan doğruya bağlanma isteği hemen hiç yoktur. ben tek başına düşünen bir insanım. dar anlamıyla hiçbir zaman bütün yüreğimle ne devlete bağlı kalmışımdır, ne anayurda, ne dostlar çevresine ne de aileye. bütün bu bağlara karşı hiç eksilmeyen bir yabancılık ve yalnızlık duygusu beslemişimdir. bu duygum yaşlandıkça daha da artmıştır. insan vahlanarak da olsa, başkalarıyla anlaşma ve uzlaşmanın bir sınırı olduğunu açıkça görür. bunu gören, gerçi iç temizliğini, kaygısızlığını az çok yitirir ama buna karşılık, başkalarının düşüncelerinden, alışkanlıklarından ve yargılarından geniş ölçüde bağımsız kalır ve kendi dengesini hiç de sağlam olmayan bir temel üstüne kurmaya kalkmaz.

benim politik ülküm demokratik ülküdür. herkes saygı görmeli ama hiç kimseye tapılmamalıdır. bana karşı insanların gereğinden çok saygı ve hayranlık göstermesi talihin bir cilvesidir. bunda benim kabahatim olmadığı gibi, hak etmiş de değilim bunu. bu aşırı saygı, benim cılız gücüm ve ardı arkası gelmez didinmelerimle bulduğum birkaç düşünceyi anlamakta zorluk çekmelerinden kaynaklanıyor olsa gerek.

çok iyi biliyorum ki, herhangi bir örgütü gerçekleştirmek için, bir tek kişinin düşünmesi, buyurması ve toptan sorumluluk yüklenmesi gerekir. ama yönetilenler baskı altında olmamalıdır, yöneticilerini seçebilmelidirler. zorbalığa dayanan otokratik bir düzen kısa zamanda bozulur. çünkü zorbalık ruhça aşağılık insanları çeker ve zorbaların yerine haydutların geçmesi şaşmaz bir yasadır. bu yüzden, bugün italya'da ve rusya'da gördüğüm böylesi düzenlerin var gücümle karşısındayım.

bugünkü avrupa'da demokrasi yolunun gözden düşmesinin nedeni, demokrasinin temel düşüncesi değil, hükümetin başındakilerin kolay değişkenliği ve oy mekanizmasının kişileri tek tek hesaba katmayan niteliğidir. ama bence abd bu bakımdan doğru yolu bulmuştur. uzunca bir süre için seçilmiş sorumlu bir başkanları vardır ve bu başkan sorumluluğunu etkin olarak taşımasına yetecek güçten yoksun değildir.

buna karşılık, bizim politik sistemimizde insanın hastalık ya da yoksulluk hallerinde gördüğü geniş ilgiyi değerli buluyorum. insanlığın çarklarında, bana gerçekten önemli görünen devlet değil, yaratıcı ve duygun bireyin kişiliğidir. soylu ve yüce olanı yaratan odur. çoğunluksa düşüncede budalalığa, duygularda şaşkınlığa düşebilir.

bu konu beni sürü haline gelen insan topluluklarının en kötüsünden, hiç sevmediğim ordudan söz açmaya götürüyor. eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa o, değersiz bir yaratıktır. kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. emirle gelen kahramanlıktan, bilinçli ve bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum.

ben savaşı ve o soğuk silahları öylesine tiksindirici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi. benim anlayışıma göre sıradan bir cinayet, savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir.

buna rağmen, insanlara o kadar güvenim var ki, bence bu umacı çoktan yeryüzünden kalkmış olurdu, eğer okul ve basın yoluyla dünyanın çıkarcı iş çevreleri ve politikacıları halkların sağduyusunu sistemli olarak yanıltmasalardı.