slavoj zizek
bir şeye dosdoğru bakarsak onu "gerçekte olduğu gibi" görürüz; halbuki arzu ve endişelerimizin karıştırdığı yamuk bakış bize çarpık, bulanık bir görüntü verir. gelgelelim, ikinci metafor düzeyinde tam tersi bir ilişki söz konusudur: bir şeye dosdoğru, yani gayri şahsi, nesnel bir biçimde bakarsak, şekilsiz bir noktadan başka bir şey göremeyiz, nesne, ona ancak "belli bir açıdan", yani arzunun desteklediği, nüfuz ettiği ve çarpıttığı, "şahsi" bir bakışla baktığımız takdirde açık seçik özellikler kazanır.
özne çok fazla bilmeye başlar başlamaz, bu fazlalığın, fazla bilginin bedelini teniyle, varlığının tözüyle öder. ego öncelikle bu tür bir kendiliktir; öznenin varlığının tutarlılığının bağlı olduğu bir dizi imgesel özdeşleşmeden ibarettir; ama özne "çok fazla bildiği", bilinçdışı hakikate fazla yaklaştığı zaman egosu dağılır. bu tür bir dramın paradigmatik örneği oidipus'tur: en sonunda hakikati öğrendiğinde ayaklarının altındaki zemini yitirir ve kendini dayanılmaz bir boşluğun içinde bulur.
ne kadar masum olursak, yani süperegonun emrini ne kadar takip edip keyiften ne kadar feragat edersek kendimizi o kadar suçlu hissederiz; çünkü süperegoya ne kadar itaat edersek, onda biriken keyif ve dolayısıyla üzerimizde uyguladığı baskı o kadar artar.