sadık hidayet
yarın ölebilirim, kendimi tanıyamadan.
dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim.
gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. belki de benim hiç yıldızım yok!
kötü eğitiliyoruz biz. bütün sakatlıklar, daha çocuk yaşta beyinlerimize doldurulan, herkesi öbür dünyaya yönlendiren hurafelerden kaynaklanıyor. bu dünyayı bırakıp mevhum bir fikre yapışmışız. öbür dünyadan dönüp de bize haber getiren var mı acaba? anamızdan doğduk mu ölene kadar ahiretimiz için ağlıyoruz. yaşamak mı denir buna?
yaralar vardır hayatta; ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
şimdiye kadar başımızı kavuran yakıcı güneş ile gözümüze tutya ettiğimiz toz topraktan başka bir şey geçmedi elimize. ölü kemikleri ve eski dünyaya ait çürümüş eşyalar arasında yaşamaktan içimizdeki yaşama duygusu öldü.
dünya, tüm insanlar, gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmek de istemiyorum. oysa bütün insanlarca intihar, çok acayip ve tuhaf bir şey olduğu için kendimi adamakıllı hasta etmek, ölecek hale gelip bitkinleşmek istiyordum. herkes esrar içtiğimi duyduktan sonra "hastalanıp öldü." desinler istiyordum.
sonunda en şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. cellat da suskundur, kurban da.