marquis de sade: dinlerin temeli cehalet ve korkudur.
kierkegaard: herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vakti gelir.
zygmunt bauman: belirsizlik, ahlaklı insanın asıl zemini ve ahlakın filizlenip serpilebileceği tek topraktır.
lenin: demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür.
epikuros: eğer yaşamınızı doğaya göre şekillendirirseniz asla fakir olmayacaksınız; eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz asla varlıklı olamayacaksınız.
marcus aurelius: dünyevi şeyleri çok yüksek bir noktadan aşağı bakıyormuşçasına görün. tutkulardan kurtulmuş bir zihin kale gibidir, insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur.
jean-claude kaufmann: herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle.
raoul vaneigem: fanatizm daima yanlışın hizmetkârıdır. doğrunun hizmetinde bile olsa tiksinti verir.
sacher-masoch: insan sadece ondan yukarıda olanı gerçekten sevebilir; bizi güzelliğiyle, hararetli mizacıyla, ruhuyla, irade kuvvetiyle boyunduruğu altına alan despot kadını sevebiliriz ancak.
goethe: en yüksek düzeydeki her üretim, her önemli sezgi hiç kimsenin kudretinde değildir ve bütün dünyevi güçlerin üzerindedir.
emil cioran: şüphelerimi zahmetle elde ettim; hayal kırıklıklarımsa sanki beni ezelden beri bekliyormuş gibi kendiliklerinden geldiler, temel bir içe doğuş halinde.
fernando pessoa: hayatımdan zevk almayı amaçlamıyorum. sadece onun yüce olmasını istiyorum; bu ateşi sürdürmek için bedenimi, ruhumu yavaş yavaş yakmak zorunda kalsam bile.
31.01.2018
29.01.2018
dinin insanlıkdışılığına dair
raoul vaneigem
fanatizm daima yanlışın hizmetkârıdır. doğrunun hizmetinde bile olsa tiksinti verir.
din, yıkıcılığa ve itaatsizliğe varana dek diz çökmedir. insanın insan tarafından yaratılmasını küçümseyen ve engelleyen her tutum, inkâr edilemez bir şekilde dinseldir.
william blake: çocuğun her korku çığlığında, tinin dövdüğü zincirlerin sesini işitiyorum.
ne kadar farklı olsalar da, bütün dinlerin ortak özelliği, dehamızın yaratma ayrıcalığına sahip olduğu lütuflardan hiç çekincesiz ve anında yararlanma yönündeki bitmek bilmez arzudan başkası olmayan bu insani ve dünyevi yaşam karşısında duyulan korku, aşağılama ve nefrettir.
jim thompson: insanın içi zaten ölüyse fikirler boştur; pisliği, korkuyu, gözyaşlarını, çığlıkları, işkenceyi ve kendi ölümünden, kendi boşluğundan utancı yaymaktan başka bir şey yapmaz.
alain: ey, çocukluğun peri masallarının icat ettiği ve yetişkinin keşfetmeye tenezzül etmeyerek yaşamını zehirleyen marazi hayaller halinde bastırdığı başkalaşımların harikulade dünyası! din bizi zehirledi. başkalarına ders olacak bir parça vaazla can çekişenlerin işini bitirmeyi amaç edinmiş, insani zaaf ve ıstırapları kollayan güdük kalmış arzular tanrıları doğurur, gelişkin arzular tanrıları güdük bırakır.
en berbatından da olsa kendiniz olun ki en iyisi olasınız. sizden pek daha sevimli ya da daha iğrenç olmayan kahramanlarla özdeşleşmeye son verin; bunlar sizden kopmuş imgelerdir, herhangi bir taklidiniz bile sizin gölgenizi hareketlendirebilir. kendinizi başkalarıyla kıyaslamaya son verin. tinin dayattığı fikirlerden kendinizi koruyun; çünkü tinin bedene kaydettiği şey ölümün silinmez damgasıyla bilinci kandırır ve tahrif eder.
din eleştirisinin sonunda varacağı yer, insanın insan için yüce varlık olduğu doktrinidir; keza insanın değersiz, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu bütün toplumsal ilişkileri yıkma yönündeki kesin buyruğa varır.
montaigne: insanlar tanrı'yı yarattı; ama dinin kendi toplumlarını bağlayacak icatlarının bir parçası olduğunun farkına varamadılar.
belki de en aşırı, bedendeki yeri en sağlam olan arzuların zamanın uçuculuğunun önüne geçmeyi sağlayacak kanatları vardır. ama kendisi için önem taşıyan şeyi gerçekleştirdiğini iddia etmeye kim cüret edebilir? böyle bir sav, yaşama iradesi güç iradesine dönüştüğünde iyi yürekli perinin kötülük barındıran bir varlığa dönüşmesi gibi, en samimi dilekleri tersine çevirmeye yetmez mi?
laik devletler, kilisenin müminlerden bekledikleri itaati yurttaşlardan beklediğinde, dinsel kurumların yerine hikmet-i hükümet aygıtını geçirmiş olurlar. sonuçta papalık, "vatikan mı? kaç tane zırhlı tümeni var?" diye alaya alan stalin'i haksız çıkardı. tanklar stalinci papalığı çözülmeden kurtaramazken, vatikan bugün avrupa'nın utanç verici bir şekilde müsamaha gösterilen tek totaliter devleti olarak kalmıştır.
fanatizm daima yanlışın hizmetkârıdır. doğrunun hizmetinde bile olsa tiksinti verir.
din, yıkıcılığa ve itaatsizliğe varana dek diz çökmedir. insanın insan tarafından yaratılmasını küçümseyen ve engelleyen her tutum, inkâr edilemez bir şekilde dinseldir.
william blake: çocuğun her korku çığlığında, tinin dövdüğü zincirlerin sesini işitiyorum.
ne kadar farklı olsalar da, bütün dinlerin ortak özelliği, dehamızın yaratma ayrıcalığına sahip olduğu lütuflardan hiç çekincesiz ve anında yararlanma yönündeki bitmek bilmez arzudan başkası olmayan bu insani ve dünyevi yaşam karşısında duyulan korku, aşağılama ve nefrettir.
jim thompson: insanın içi zaten ölüyse fikirler boştur; pisliği, korkuyu, gözyaşlarını, çığlıkları, işkenceyi ve kendi ölümünden, kendi boşluğundan utancı yaymaktan başka bir şey yapmaz.
alain: ey, çocukluğun peri masallarının icat ettiği ve yetişkinin keşfetmeye tenezzül etmeyerek yaşamını zehirleyen marazi hayaller halinde bastırdığı başkalaşımların harikulade dünyası! din bizi zehirledi. başkalarına ders olacak bir parça vaazla can çekişenlerin işini bitirmeyi amaç edinmiş, insani zaaf ve ıstırapları kollayan güdük kalmış arzular tanrıları doğurur, gelişkin arzular tanrıları güdük bırakır.
en berbatından da olsa kendiniz olun ki en iyisi olasınız. sizden pek daha sevimli ya da daha iğrenç olmayan kahramanlarla özdeşleşmeye son verin; bunlar sizden kopmuş imgelerdir, herhangi bir taklidiniz bile sizin gölgenizi hareketlendirebilir. kendinizi başkalarıyla kıyaslamaya son verin. tinin dayattığı fikirlerden kendinizi koruyun; çünkü tinin bedene kaydettiği şey ölümün silinmez damgasıyla bilinci kandırır ve tahrif eder.
din eleştirisinin sonunda varacağı yer, insanın insan için yüce varlık olduğu doktrinidir; keza insanın değersiz, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu bütün toplumsal ilişkileri yıkma yönündeki kesin buyruğa varır.
montaigne: insanlar tanrı'yı yarattı; ama dinin kendi toplumlarını bağlayacak icatlarının bir parçası olduğunun farkına varamadılar.
belki de en aşırı, bedendeki yeri en sağlam olan arzuların zamanın uçuculuğunun önüne geçmeyi sağlayacak kanatları vardır. ama kendisi için önem taşıyan şeyi gerçekleştirdiğini iddia etmeye kim cüret edebilir? böyle bir sav, yaşama iradesi güç iradesine dönüştüğünde iyi yürekli perinin kötülük barındıran bir varlığa dönüşmesi gibi, en samimi dilekleri tersine çevirmeye yetmez mi?
laik devletler, kilisenin müminlerden bekledikleri itaati yurttaşlardan beklediğinde, dinsel kurumların yerine hikmet-i hükümet aygıtını geçirmiş olurlar. sonuçta papalık, "vatikan mı? kaç tane zırhlı tümeni var?" diye alaya alan stalin'i haksız çıkardı. tanklar stalinci papalığı çözülmeden kurtaramazken, vatikan bugün avrupa'nın utanç verici bir şekilde müsamaha gösterilen tek totaliter devleti olarak kalmıştır.
27.01.2018
kürklü venüs
leopold von sacher-masoch
bir erkeği, gözdelerini küstahça ve merhametsizce keyfine göre değiştiren şehvetli ve gaddar güzel bir despot kadından daha çok cezbedebilecek bir şey yoktur.
goethe'nin "ya çekiç olacaksın ya da örs." lafı, erkek ile kadın ilişkisine uyduğu mükemmellikte, başka hiçbir şeye uymaz.
erkeğin ihtirasında kadının gücü saklıdır ve kadın bunu, erkek dikkat etmezse iyi kullanır. erkeğin sadece kadının despotu veya kölesi olma seçeneği vardır. kendisini teslim ettiği andan itibaren boyunduruk altına girmiştir ve kırbacı hissedecektir.
gogol: gerçek komik ilham perisi, gülen maskenin altında gözyaşları akıtandır.
sadece bize ait olan miskin, soluk, holbein'ın resmettiği bakireyi, ne kadar ilahi güzellikte olursa olsun, bugün anchises'i, yarın paris'i, öbür gün adonis'i seven antik venüs'e yeğleriz; ve olur da içimizdeki doğa muvaffak gelir, kendimizi heyecanlı bir tutkuyla böylesi bir kadına teslim edersek, onun neşeli yaşam zevki bize şeytani bir gaddarlık gibi gelir ve cennetmekanlığımızı cezasını çekeceğimiz bir günah olarak görürüz.
doğa, kadın ve erkek arasındaki ilişkide süre tanımaz. değişken insan varlığının en değişken ögesine, aşka, kutsal merasimler, yeminler ve anlaşmalarla süre getirme çabalarının hepsi hüsranla sonuçlanmıştır.
yunanlıların olduğu gibi güzel, özgür, neşeli ve mutlu insanlar, ancak günlük yaşamın şiirsel olmayan işlerini yaptırdıkları ve öncelikle çalıştırdıkları köleleri varsa var olabilirler.
diyojen, yolunmuş bir horozu platon'un okuluna atmış ve şöyle bağırmıştı: "işte, alın size platon'un insanı!"
aşkım; içine daha çok düştüğüm, artık beni hiçbir şeyin kurtaramayacağı derin, dipsiz bir uçuruma benziyor.
bir kadın çok nadiren böyle olabilir. erkek gibi ne böylesine neşeli şehvani, ne de ruhen özgür olabilir. kadının sevgisi her zaman şehvaniyetle ruhi yatkınlığın bir karışımıdır. kadının kalbi, kendisi sürekli değişkenken, erkeği ebediyen bağlamak ister; işte bu yüzden iradesinden bağımsız ruhuna bir çelişki, yalan ve dolandırıcılık gelir ve karakterini bozar.
ruhun şehvani dünya ile kavgası, çağdaşlığın incil'idir.
her birimiz sonunda bir samson'uz ve herkes sonunda, istese de istemese de, sevdiği kadın tarafından aldatılacaktır, ister kumaş korse giysin, ister samur kürkü.
bir erkeği, gözdelerini küstahça ve merhametsizce keyfine göre değiştiren şehvetli ve gaddar güzel bir despot kadından daha çok cezbedebilecek bir şey yoktur.
goethe'nin "ya çekiç olacaksın ya da örs." lafı, erkek ile kadın ilişkisine uyduğu mükemmellikte, başka hiçbir şeye uymaz.
erkeğin ihtirasında kadının gücü saklıdır ve kadın bunu, erkek dikkat etmezse iyi kullanır. erkeğin sadece kadının despotu veya kölesi olma seçeneği vardır. kendisini teslim ettiği andan itibaren boyunduruk altına girmiştir ve kırbacı hissedecektir.
gogol: gerçek komik ilham perisi, gülen maskenin altında gözyaşları akıtandır.
sadece bize ait olan miskin, soluk, holbein'ın resmettiği bakireyi, ne kadar ilahi güzellikte olursa olsun, bugün anchises'i, yarın paris'i, öbür gün adonis'i seven antik venüs'e yeğleriz; ve olur da içimizdeki doğa muvaffak gelir, kendimizi heyecanlı bir tutkuyla böylesi bir kadına teslim edersek, onun neşeli yaşam zevki bize şeytani bir gaddarlık gibi gelir ve cennetmekanlığımızı cezasını çekeceğimiz bir günah olarak görürüz.
doğa, kadın ve erkek arasındaki ilişkide süre tanımaz. değişken insan varlığının en değişken ögesine, aşka, kutsal merasimler, yeminler ve anlaşmalarla süre getirme çabalarının hepsi hüsranla sonuçlanmıştır.
yunanlıların olduğu gibi güzel, özgür, neşeli ve mutlu insanlar, ancak günlük yaşamın şiirsel olmayan işlerini yaptırdıkları ve öncelikle çalıştırdıkları köleleri varsa var olabilirler.
diyojen, yolunmuş bir horozu platon'un okuluna atmış ve şöyle bağırmıştı: "işte, alın size platon'un insanı!"
aşkım; içine daha çok düştüğüm, artık beni hiçbir şeyin kurtaramayacağı derin, dipsiz bir uçuruma benziyor.
bir kadın çok nadiren böyle olabilir. erkek gibi ne böylesine neşeli şehvani, ne de ruhen özgür olabilir. kadının sevgisi her zaman şehvaniyetle ruhi yatkınlığın bir karışımıdır. kadının kalbi, kendisi sürekli değişkenken, erkeği ebediyen bağlamak ister; işte bu yüzden iradesinden bağımsız ruhuna bir çelişki, yalan ve dolandırıcılık gelir ve karakterini bozar.
ruhun şehvani dünya ile kavgası, çağdaşlığın incil'idir.
her birimiz sonunda bir samson'uz ve herkes sonunda, istese de istemese de, sevdiği kadın tarafından aldatılacaktır, ister kumaş korse giysin, ister samur kürkü.
efsuncu baba
hüseyin rahmi gürpınar
her zamanın şairi lafını vaktinin gidişine uydurur. işte asıl kurnazlık da bundadır.
türkler için pösteki büyük bir şeydir. ne çıkarsa ondan çıkar. pöstekiye çok itibar ederler. sokaklarda "ya dost" bağıran saçaklı derviş babalar yok mudur ? işte onlar pöstekiyi sırtlarında taşırlar. padişahlar, şeyhler hep ona otururlar.
en kıyak defineler don içinde saklıdır.
bu dünya yüzünde gerçekleşen her hareketin uğurlu ve uğursuz olmak üzere iki manası vardır. rüzgârın uğultusu, ağaçların hareketi, bir kuşun ötüşü, kapı gıcırtısı, köpek havlaması ve bütün bu türlü sesler, hareketler hayır veya şerden haber veren birer faldır. insan uğursuzluklardan kaçıp rahat yaşayabilmek için tabiatın bu uyarılarını anlayarak her eylem ve hareketini "uğur" çerçevesine uydurmaya çalışmalıdır, aksi halde mahvolur, perişan olur.
mavi gözlülerle konuşmak insanı tehlikeye atar.
eski ve yeni dünyada en etkili ve kuvvetli sözlerin hangi dudaklardan çıktığını ve en ustalıklı entrikaların hangi fabrikaların ürünü olduğunu fark edenler hakikati sezmiş olurlar.
her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir.
henüz çoğumuz hayatın özünü anlayamayarak havada saadet, kuyu dibinde cennet arayan, birbirimizden keramet bekleyen, boş şeylere kapılan, vaatlere aldanan saf kimseleriz.
bu dünya henüz büyük komik moliere çağından üç adım ileri gitmedi. daima üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. yalnız sahnenin dekorları değişti. tarzlar başkalaştı. insanın mayası hep o maya. kötüler daha kurnazlaştı. birbirine arar verme ilerledi. fenalık büyüdü.
her zamanın şairi lafını vaktinin gidişine uydurur. işte asıl kurnazlık da bundadır.
türkler için pösteki büyük bir şeydir. ne çıkarsa ondan çıkar. pöstekiye çok itibar ederler. sokaklarda "ya dost" bağıran saçaklı derviş babalar yok mudur ? işte onlar pöstekiyi sırtlarında taşırlar. padişahlar, şeyhler hep ona otururlar.
en kıyak defineler don içinde saklıdır.
bu dünya yüzünde gerçekleşen her hareketin uğurlu ve uğursuz olmak üzere iki manası vardır. rüzgârın uğultusu, ağaçların hareketi, bir kuşun ötüşü, kapı gıcırtısı, köpek havlaması ve bütün bu türlü sesler, hareketler hayır veya şerden haber veren birer faldır. insan uğursuzluklardan kaçıp rahat yaşayabilmek için tabiatın bu uyarılarını anlayarak her eylem ve hareketini "uğur" çerçevesine uydurmaya çalışmalıdır, aksi halde mahvolur, perişan olur.
mavi gözlülerle konuşmak insanı tehlikeye atar.
eski ve yeni dünyada en etkili ve kuvvetli sözlerin hangi dudaklardan çıktığını ve en ustalıklı entrikaların hangi fabrikaların ürünü olduğunu fark edenler hakikati sezmiş olurlar.
her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir.
henüz çoğumuz hayatın özünü anlayamayarak havada saadet, kuyu dibinde cennet arayan, birbirimizden keramet bekleyen, boş şeylere kapılan, vaatlere aldanan saf kimseleriz.
bu dünya henüz büyük komik moliere çağından üç adım ileri gitmedi. daima üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. yalnız sahnenin dekorları değişti. tarzlar başkalaştı. insanın mayası hep o maya. kötüler daha kurnazlaştı. birbirine arar verme ilerledi. fenalık büyüdü.
kum ve köpük
halil cibran
hepimiz mahpusuz; ama kimimizin hücresinde pencere var, kimimizinkinde yok.
inci, bir kum tanesinin çevresine acının bina ettiği bir mabettir. peki ya bedenlerimizi hangi arzu, hangi tanelerin çevresine inşa etti?
sözlerimizin hepsi aklımızdaki ziyafetten dökülen kırıntılardan başka bir şey değildir.
eğer var oluş var olmamaktan daha iyi olmasaydı hiçbir varlık olmazdı. insanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir. hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz; ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.
dünümüzün borçlarını ödemek için yarınımızdan ödünç alırız çoğu kez.
insanoğlunun gönlü yardımına koşacak birini arar, ruhu içini dökmeyi diler; ama biz tıkamışızdır kulaklarımızı onların feryatlarına; ne duyarız, ne anlarız. ve "deli" deriz onlara kulak verip anlamış olanlara; üstelik kaçışırız yanlarından.
gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
ne gariptir ki toplum olarak, aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana, yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız.
samimiyet tüm eylemlerimizi onurlu ve güzel kılar.
doğa, hoş geldin diyen kollarıyla uzanır bize ve onun kadınsı güzelliğinden haz almaya çağırır bizi; ama biz onun sükunetinden ürker, kalabalık kentlere akın ederiz ve orada tıpkı vahşi bir kurdun önünden kaçışan koyunlar gibi birbirimizi sıkıştırarak yaşarız.
sen körsün bense sağır ve dilsiz; o halde elini ver ki, birbirimizin farkına varalım.
hepimiz mahpusuz; ama kimimizin hücresinde pencere var, kimimizinkinde yok.
inci, bir kum tanesinin çevresine acının bina ettiği bir mabettir. peki ya bedenlerimizi hangi arzu, hangi tanelerin çevresine inşa etti?
sözlerimizin hepsi aklımızdaki ziyafetten dökülen kırıntılardan başka bir şey değildir.
eğer var oluş var olmamaktan daha iyi olmasaydı hiçbir varlık olmazdı. insanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir. hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz; ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.
dünümüzün borçlarını ödemek için yarınımızdan ödünç alırız çoğu kez.
insanoğlunun gönlü yardımına koşacak birini arar, ruhu içini dökmeyi diler; ama biz tıkamışızdır kulaklarımızı onların feryatlarına; ne duyarız, ne anlarız. ve "deli" deriz onlara kulak verip anlamış olanlara; üstelik kaçışırız yanlarından.
gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
ne gariptir ki toplum olarak, aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana, yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız.
samimiyet tüm eylemlerimizi onurlu ve güzel kılar.
doğa, hoş geldin diyen kollarıyla uzanır bize ve onun kadınsı güzelliğinden haz almaya çağırır bizi; ama biz onun sükunetinden ürker, kalabalık kentlere akın ederiz ve orada tıpkı vahşi bir kurdun önünden kaçışan koyunlar gibi birbirimizi sıkıştırarak yaşarız.
sen körsün bense sağır ve dilsiz; o halde elini ver ki, birbirimizin farkına varalım.
25.01.2018
tanrıya karşı söylev
marquis de sade
günümüzde akıl yürütmeyi bilen tüm insanların tek sistemi ateizmdir.
tanrı'ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir.
devletlerde öyle ahlaksızlıklar vardır ki asla telafi edilemezler.
dinlerin despotizmin beşiği olduğundan kuşku duymayın. tüm despotların ilki bir rahipti.
hegel: en yüksek yaşamın içinde bütünlük, en uç noktadaki ayrılığın geri dönüşüyle mümkündür.
benim bahtsızlığım, boyun eğmeyi asla bilmeyen ve asla da boyun eğmeyecek sağlam bir ruhu gökten almış olmaktır.
anlamanın hiç etkili olmadığı yerde inanç ölüdür ve bu tür durumlarda inanç sahibi olduğunu ileri sürenler inancı dayatır.
sözde bir mucizeye itibar edebilmek için iki şey gerekir: bir hokkabaz ve her şeyden etkilenen birileri.
hayal mahsulü bir varlık olan tanrı ancak delilerin kafasında var olabildi; aklı başında hiç kimse onu ne tanımlayabilir ne de kabul edebilir ve akla bu denli ters bir fikri benimsemek için salak olmak gerekir.
insanlar her yerde birbirine benzer ve her yerde aynı zaaflarla aynı hataları işlerler.
ruhun ölümsüzlüğü kanaatinin en gözde olduğu yüzyıllarda bile ona kuşkuyla bakıp onu ortadan kaldırmak isteyecek kadar akıllı insanlar daima çıkmıştır.
bütün aklı başında insanlar, insanları sonsuza dek mutsuzluğa gömmek için yaratacak kadar acımasız, tutarsız, barbar bir tanrı kabul etmektense tanrıya inanmamayı çok daha kolay bulurlar.
insan soyundan bireylerin çok büyük bölümünün sonsuz bahtsızlığının mutlak bir kötülük olduğuna kuşku yoktur.
ölmüş insanın artık olmadığına inanmaktan daha doğal ve daha basit hiçbir şey olamaz. ölmüş insanın hâlâ yaşadığına inanmaktan da daha zırvası olamaz.
antik çağ halklarının iyi yanlarına sahip çıkmak yerine, öyle görünüyor ki hristiyanlar kendi dinlerini her yerde rastladıkları ahlaksızlıklarla doldurmuşlardır.
aklın yoluna gir, ahlak dersi meraklısı. senin isa'n muhammed'den daha iyi değildir, muhammed de musa'dan, onların üçü de konfüçyüs'ten daha iyi değildir. filozoflar onları alaya almıştır, ayaktakımı ise onlara inanmıştır. özgür insanlar artık bu çocuk oyuncağıyla eğlenmiyor.
günümüzde akıl yürütmeyi bilen tüm insanların tek sistemi ateizmdir.
tanrı'ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir.
devletlerde öyle ahlaksızlıklar vardır ki asla telafi edilemezler.
dinlerin despotizmin beşiği olduğundan kuşku duymayın. tüm despotların ilki bir rahipti.
hegel: en yüksek yaşamın içinde bütünlük, en uç noktadaki ayrılığın geri dönüşüyle mümkündür.
benim bahtsızlığım, boyun eğmeyi asla bilmeyen ve asla da boyun eğmeyecek sağlam bir ruhu gökten almış olmaktır.
anlamanın hiç etkili olmadığı yerde inanç ölüdür ve bu tür durumlarda inanç sahibi olduğunu ileri sürenler inancı dayatır.
sözde bir mucizeye itibar edebilmek için iki şey gerekir: bir hokkabaz ve her şeyden etkilenen birileri.
hayal mahsulü bir varlık olan tanrı ancak delilerin kafasında var olabildi; aklı başında hiç kimse onu ne tanımlayabilir ne de kabul edebilir ve akla bu denli ters bir fikri benimsemek için salak olmak gerekir.
insanlar her yerde birbirine benzer ve her yerde aynı zaaflarla aynı hataları işlerler.
ruhun ölümsüzlüğü kanaatinin en gözde olduğu yüzyıllarda bile ona kuşkuyla bakıp onu ortadan kaldırmak isteyecek kadar akıllı insanlar daima çıkmıştır.
bütün aklı başında insanlar, insanları sonsuza dek mutsuzluğa gömmek için yaratacak kadar acımasız, tutarsız, barbar bir tanrı kabul etmektense tanrıya inanmamayı çok daha kolay bulurlar.
insan soyundan bireylerin çok büyük bölümünün sonsuz bahtsızlığının mutlak bir kötülük olduğuna kuşku yoktur.
ölmüş insanın artık olmadığına inanmaktan daha doğal ve daha basit hiçbir şey olamaz. ölmüş insanın hâlâ yaşadığına inanmaktan da daha zırvası olamaz.
antik çağ halklarının iyi yanlarına sahip çıkmak yerine, öyle görünüyor ki hristiyanlar kendi dinlerini her yerde rastladıkları ahlaksızlıklarla doldurmuşlardır.
aklın yoluna gir, ahlak dersi meraklısı. senin isa'n muhammed'den daha iyi değildir, muhammed de musa'dan, onların üçü de konfüçyüs'ten daha iyi değildir. filozoflar onları alaya almıştır, ayaktakımı ise onlara inanmıştır. özgür insanlar artık bu çocuk oyuncağıyla eğlenmiyor.
23.01.2018
kahkaha benden yana
søren kierkegaard
yeryüzündeki bütün varoluşumuz bir tür hastalıktır.
herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vakti gelir.
kitleler kadın gibidir, onlarla asla doğrudan dövüşülmez.
arkadaşlık tehlikelidir, evlilik daha da beter; çünkü erkek kadınla sürekli bir ilişkiye girer girmez kadın erkeğin mahvı olur ve öyle de kalır. arap atı gibi ateşli bir genç adamı alın, evlensin, mahvolur. kadın önce gururludur, sonra zayıflar, sonra bayılır, sonra adam bayılır, sonra bütün aile bayılır. kadının aşkı riya ve zayıflıktan başka bir şey değildir.
iki insan aşık olup da birbirleri için yaratıldıklarını düşünmeye başladıklarında ayrılma cesaretini gösterme vakti gelmiştir; çünkü devam ederlerse her şeyi kaybedip hiçbir şey kazanamayacaklardır.
dünyanın gitgide kötüye gitmesinde, sıkıntı arttıkça kötülüklerin gitgide artmasında şaşılacak bir yan yoktur. can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır.
insan umudunu kesmeden sanatsal olarak yaşayamaz; çünkü umut insanın kendini kısıtlamasını engeller.
umudun güzel rüzgarıyla denize açılmış insanı görmek ne hoş bir manzaradır! insan yedekte çekilme fırsatını bile değerlendirebilir; fakat umudun gemiye çıkmasına asla izin vermemek gerekir; hele kılavuz kaptan olarak hiç; çünkü umut sadakatsiz bir dümencidir. umut prometheus'un güvenilmez hediyelerinden biriydi; ölümsüzlerin önceden bilme yeteneği yerine insanlara umudu verdi.
yeryüzündeki bütün varoluşumuz bir tür hastalıktır.
herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vakti gelir.
kitleler kadın gibidir, onlarla asla doğrudan dövüşülmez.
arkadaşlık tehlikelidir, evlilik daha da beter; çünkü erkek kadınla sürekli bir ilişkiye girer girmez kadın erkeğin mahvı olur ve öyle de kalır. arap atı gibi ateşli bir genç adamı alın, evlensin, mahvolur. kadın önce gururludur, sonra zayıflar, sonra bayılır, sonra adam bayılır, sonra bütün aile bayılır. kadının aşkı riya ve zayıflıktan başka bir şey değildir.
iki insan aşık olup da birbirleri için yaratıldıklarını düşünmeye başladıklarında ayrılma cesaretini gösterme vakti gelmiştir; çünkü devam ederlerse her şeyi kaybedip hiçbir şey kazanamayacaklardır.
dünyanın gitgide kötüye gitmesinde, sıkıntı arttıkça kötülüklerin gitgide artmasında şaşılacak bir yan yoktur. can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır.
insan umudunu kesmeden sanatsal olarak yaşayamaz; çünkü umut insanın kendini kısıtlamasını engeller.
umudun güzel rüzgarıyla denize açılmış insanı görmek ne hoş bir manzaradır! insan yedekte çekilme fırsatını bile değerlendirebilir; fakat umudun gemiye çıkmasına asla izin vermemek gerekir; hele kılavuz kaptan olarak hiç; çünkü umut sadakatsiz bir dümencidir. umut prometheus'un güvenilmez hediyelerinden biriydi; ölümsüzlerin önceden bilme yeteneği yerine insanlara umudu verdi.
refet
fatma aliye
misafire en büyük ikram temiz yataktır. süslü, kıymetli yatak değil, temiz yatak.
ancak bizim gibi fakirler öğretmen olurlar. zenginler öğretmen olmak için okumazlar. bilgi edinmek için oraya gelirler.
benim kazanmaya çalıştığım huylar ve erdemlerin en büyük ve en güzel süsleri, derin düşüncelerle buruşmuş alın ve ilim uğrunda ağarmış saçlardır.
zannedilir ki genellikle kadınlar şirinlik ve güzellik konusunda kendilerini beğenmekte ve kendilerinden başka güzel görememektedirler. bu sanı doğrudur ama genelleme kısmı doğru değildir. pek çok şeyde veya her şeyde kadınla erkeğin farkı olmadığı gibi bu meselede de yoktur.
nice güzel olmayanlar vardır ki birtakım güzel duygularla hislendikleri, yüce düşünceler düşündükleri zaman hoş ve güzel olurlar. tavırlarına o anda düşündükleri ve hissettikleri şeylerin büyüklüğünün şanı ve heybeti yansır.
her cani, cinayet işlemeden önceki haliyle kıyaslanamayacak bir çirkinlik peyda eder.
asıl güzellik tende değil, candadır. ama candaki güzelliğin tene çarpması için o canın coşması gerekir.
her bakış insana her şeydeki hikmet ve ibreti göstermez. ancak dünyayı bir evren kitabı olarak görenler, her şeye dikkatlice ve ibretle bakanlar o kitabın sayfalarında neler görürler, ondan neler öğrenirler!
zenginlerin gösterişi ne kadar gözlerimizi kamaştırsa da fakirlerin üzücü ıstırapları da yüreğimizi acıtmalıdır.
zenginlik denilen şey sonradan gelir ve gidebilir şeylerdendir. aslında kibarlıkla zenginliği, fakirlikle adiliği fark edebilmeli. kibarlık, servet gittikten sonra da kaldığı gibi bazı fakirlerde de yaratılıştan kibar bir mizaç ve tabiat bulunur. nasıl ki bazı zenginlerde kibarlıktan eser olmaz.
okul bizi çalınmaz, kaybolmaz bir servet olan ilimle süsleyecek ve fazilet yolunu gösterecek bir edep evidir. okulun terbiye edemediğini dünya ve zaman terbiye eder. zamanın terbiyesine kalmaksa pek büyük bir felaket ve talihsizliktir.
darülmuallimat bir bilgi evidir. nice senelerden beri osmanlı kızları bilgi sahibi olmak için buraya koşuşuyorlar. bu kadar sürede birçok öğretmen meydana getirmişse yüzlerce de bilgili osmanlı kızı yetiştirmiştir.
misafire en büyük ikram temiz yataktır. süslü, kıymetli yatak değil, temiz yatak.
ancak bizim gibi fakirler öğretmen olurlar. zenginler öğretmen olmak için okumazlar. bilgi edinmek için oraya gelirler.
benim kazanmaya çalıştığım huylar ve erdemlerin en büyük ve en güzel süsleri, derin düşüncelerle buruşmuş alın ve ilim uğrunda ağarmış saçlardır.
zannedilir ki genellikle kadınlar şirinlik ve güzellik konusunda kendilerini beğenmekte ve kendilerinden başka güzel görememektedirler. bu sanı doğrudur ama genelleme kısmı doğru değildir. pek çok şeyde veya her şeyde kadınla erkeğin farkı olmadığı gibi bu meselede de yoktur.
nice güzel olmayanlar vardır ki birtakım güzel duygularla hislendikleri, yüce düşünceler düşündükleri zaman hoş ve güzel olurlar. tavırlarına o anda düşündükleri ve hissettikleri şeylerin büyüklüğünün şanı ve heybeti yansır.
her cani, cinayet işlemeden önceki haliyle kıyaslanamayacak bir çirkinlik peyda eder.
asıl güzellik tende değil, candadır. ama candaki güzelliğin tene çarpması için o canın coşması gerekir.
her bakış insana her şeydeki hikmet ve ibreti göstermez. ancak dünyayı bir evren kitabı olarak görenler, her şeye dikkatlice ve ibretle bakanlar o kitabın sayfalarında neler görürler, ondan neler öğrenirler!
zenginlerin gösterişi ne kadar gözlerimizi kamaştırsa da fakirlerin üzücü ıstırapları da yüreğimizi acıtmalıdır.
zenginlik denilen şey sonradan gelir ve gidebilir şeylerdendir. aslında kibarlıkla zenginliği, fakirlikle adiliği fark edebilmeli. kibarlık, servet gittikten sonra da kaldığı gibi bazı fakirlerde de yaratılıştan kibar bir mizaç ve tabiat bulunur. nasıl ki bazı zenginlerde kibarlıktan eser olmaz.
okul bizi çalınmaz, kaybolmaz bir servet olan ilimle süsleyecek ve fazilet yolunu gösterecek bir edep evidir. okulun terbiye edemediğini dünya ve zaman terbiye eder. zamanın terbiyesine kalmaksa pek büyük bir felaket ve talihsizliktir.
darülmuallimat bir bilgi evidir. nice senelerden beri osmanlı kızları bilgi sahibi olmak için buraya koşuşuyorlar. bu kadar sürede birçok öğretmen meydana getirmişse yüzlerce de bilgili osmanlı kızı yetiştirmiştir.
22.01.2018
cinselliğin patolojisi
sigmund freud
antik çağların erotik yaşamıyla çağımızınki arasındaki en çarpıcı fark, eskilerin içgüdünün kendisine önem vermesine karşın bizim cinsel nesneyi vurgulamamız gerçeğidir. eskiler içgüdünün kendisini yüceltiyordu ve bu temelde daha aşağı bir nesneyi bile onurlandırmaya hazırdı; buna karşın biz içgüdüsel etkinliği küçümsüyor ve buna ancak içgüdünün nesnesinin faziletlerinde gerekçe buluyoruz.
nevrozlar; sanat, din ve felsefe gibi büyük toplumsal kurumlarla çarpıcı ve geniş kapsamlı benzerlikler sergiler. ama öte yandan, bunların birer çarpıtması gibi gözükür. bir histeri olayının, sanat çalışmasının bir karikatürü; saplantı nevrozunun dinin bir karikatürü; paranoid kuruntunun ise felsefi bir sistemin karikatürü olduğu söylenebilir. bu fark, nevrozların sosyal olmayan yapılar olduğu gerçeğinde çözümlenir; onlar, toplumun ortak çabayla elde ettiği şeylere kişisel yollarla ulaşmaya çalışır. nevrozlarda işbaşında olan içgüdüleri analiz ettiğimizde, belirleyici rolü cinsel kökenli içgüdüsel güçlerin oynadığını görürüz; öte yandan buna karşılık gelen kültürel oluşumlar, bencil ve erotik ögelerin birleşiminden kaynaklanan toplumsal içgüdülere dayanmaktadır. cinsel ihtiyaçlar, özkoruma gerekleri kadar insanları birleştirme yeteneğine sahip değildir. cinsel doyum özünde her bireyin kişisel sorunudur.
bazı kişilik özelliklerinde belli erotojenik bileşenlerle olan bağlantının izini sürmek mümkündür: örneğin inatçılık, açgözlülük ve düzenlilik, anal erotizmin kullanılmasından kaynaklanırken; hırsı belirleyen şey sidik yolları erotizmine yönelik güçlü bir yatkınlıktır. anal erotizm etkisindeki insanlar özellikle düzenli, cimri ve inatçıdır. "düzenli" terimi bedensel temizlik kanısını olduğu kadar ufak tefek işlerin yürütülmesindeki titizliği ve güvenilirliği de kapsar. bunun karşıtı "düzensiz, dağınık ve ihmalkar" olacaktır. cimrilik abartılı bir açgözlülük şeklinde ortaya çıkabilir; inatçılık ise öfke ve intikamcılığın kolayca birleştiği bir asiliğe kadar varabilir.
libidonun ensest yönelimli takıntısından kaçacak kadar şanslı olan bir insan bile etkisinden tamamen kaçamaz. genç bir erkeğin, ilk kez olgun bir kadına ya da genç bir kızın otorite konumuna sahip yaşlıca bir erkeğe ciddi bir şekilde aşık olması, sıkça rastlanan bir olaydır; çünkü bu şahıslar söz konusu kişinin annesinin veya babasının tablosunu yeniden canlandırabilmektedir. bir erkek, ilk çocukluk yıllarından itibaren kafasına egemen olan anne tablosuna karşılık gelen birisini arar.
bütün insanların geçmesi gereken gelişim seyrindeki her aşamada bazıları geri kalır; burada da ebeveynlerinin otoritesini hiçbir zaman aşamayan ve sevgilerini onlardan pek az geri çeken veya hiç çekmeyen bireyler vardır. bunlar çoğunlukla, ebeveynlerini memnun eden bir yönelimle çocuksu sevgilerinin tamamını ergenlikten sonra bile çok uzun süre koruyan kızlardır. daha sonra evlilikte kocalarına hak ettikleri şeyi verme yetisinden yoksun olanların da işte bu kızlar olduğunu görmek çok aydınlatıcıdır; bu kızlar soğuk birer eş olur ve cinsel açıdan duyarsız kalırlar. bundan, cinsel sevgi ile ebeveynlere yönelik cinsel değilmiş gibi gözüken sevginin aynı kaynaklardan beslendiğini öğreniriz; yani bu ikinci sevgi türü libidonun çocukluk takıntısına karşılık gelen bir sevgiden öte bir şey değildir.
evlilik öncesindeki katı cinsel perhiz kuralının kadının doğasında yarattığı zararlı sonuçlar özellikle belirgindir. eğitimin, genç kızın cinselliğini evliliğe kadar baskı altına alma işini çok önemsediği açıktır; çünkü en ağır önlemlere başvurur. cinsel ilişkiyi yasaklamakla ve kadınlık iffetinin korunmasına büyük bir değer vermekle kalmaz; yetişen genç kadını, oynamak zorunda olduğu rolün bütün gerçekleri konusundaki cehaletini sürdürerek ve onda evliliğe yol açmayan hiçbir aşk dürtüsüne hoşgörü göstermeyerek baştan çıkmasını da önler. sonuçta kızın ebeveynleri aşık olmasına ansızın izin verdiği zaman genç kız, bunu ruhsal olarak başaramaz ve kendi duygularından emin olmadan evlenir. aşk işlevindeki bu yapay geri bırakmanın sonucunda kadının, arzularını ona saklayan erkeğe hayal kırıklığından başka önerebileceği bir şeyi kalmaz. duygularında, cinselliğini baskı altına alan ebeveynlerine bağlılığını korur; fiziksel davranışında ise erkeği yüksek cinsel hazdan yoksun bırakan cinsel soğukluk -frijidite- geliştirir.
cinsel perhiz yapmakla övünen birçok insan bunu ancak ilk çocukluk yıllarının otoerotik cinsel etkinlikleriyle ilişkili olan mastürbasyon ve benzeri doyumların yardımıyla başarabilmektedir. ama bu tür ikame cinsel doyum yollarının zararlı olduğu da açıktır; bunlar kişiyi, cinsel yaşamın çocuksu türlerine gerilemeye bağlı olan çok çeşitli nevrozlara ve psikozlara yatkın kılar. ayrıca mastürbasyon, uygar cinsel ahlakın ideal beklentilerini karşılamaktan çok uzaktır ve bu nedenle gençleri, perhizle kaçınmayı umdukları eğitim idealleriyle aynı çatışmalara sürükler. dahası bu, kendini mastürbasyona kaptırma nedeniyle birkaç yoldan kişiliği zayıflatır. her şeyden önce bu, insanlara, önemli hedeflere enerjik bir çaba yerine kolay yollardan ulaşmayı öğretir, yani cinselliğin davranış yapısını belirlediği ilkesini izler; ikincisi, doyuma eşlik eden fantezilerde cinsel nesne, gerçeklikte kolay bulunmayan bir üstünlük düzeyine çıkarılır. nükteci bir yazar, karl kraus, bu gerçeği sinik bir sözle tersinden dile getirmiştir:
"cinsel birleşme, mastürbasyonun yerine konan ve doyurucu olmayan bir ikameden başka bir şey değildir."
antik çağların erotik yaşamıyla çağımızınki arasındaki en çarpıcı fark, eskilerin içgüdünün kendisine önem vermesine karşın bizim cinsel nesneyi vurgulamamız gerçeğidir. eskiler içgüdünün kendisini yüceltiyordu ve bu temelde daha aşağı bir nesneyi bile onurlandırmaya hazırdı; buna karşın biz içgüdüsel etkinliği küçümsüyor ve buna ancak içgüdünün nesnesinin faziletlerinde gerekçe buluyoruz.
nevrozlar; sanat, din ve felsefe gibi büyük toplumsal kurumlarla çarpıcı ve geniş kapsamlı benzerlikler sergiler. ama öte yandan, bunların birer çarpıtması gibi gözükür. bir histeri olayının, sanat çalışmasının bir karikatürü; saplantı nevrozunun dinin bir karikatürü; paranoid kuruntunun ise felsefi bir sistemin karikatürü olduğu söylenebilir. bu fark, nevrozların sosyal olmayan yapılar olduğu gerçeğinde çözümlenir; onlar, toplumun ortak çabayla elde ettiği şeylere kişisel yollarla ulaşmaya çalışır. nevrozlarda işbaşında olan içgüdüleri analiz ettiğimizde, belirleyici rolü cinsel kökenli içgüdüsel güçlerin oynadığını görürüz; öte yandan buna karşılık gelen kültürel oluşumlar, bencil ve erotik ögelerin birleşiminden kaynaklanan toplumsal içgüdülere dayanmaktadır. cinsel ihtiyaçlar, özkoruma gerekleri kadar insanları birleştirme yeteneğine sahip değildir. cinsel doyum özünde her bireyin kişisel sorunudur.
bazı kişilik özelliklerinde belli erotojenik bileşenlerle olan bağlantının izini sürmek mümkündür: örneğin inatçılık, açgözlülük ve düzenlilik, anal erotizmin kullanılmasından kaynaklanırken; hırsı belirleyen şey sidik yolları erotizmine yönelik güçlü bir yatkınlıktır. anal erotizm etkisindeki insanlar özellikle düzenli, cimri ve inatçıdır. "düzenli" terimi bedensel temizlik kanısını olduğu kadar ufak tefek işlerin yürütülmesindeki titizliği ve güvenilirliği de kapsar. bunun karşıtı "düzensiz, dağınık ve ihmalkar" olacaktır. cimrilik abartılı bir açgözlülük şeklinde ortaya çıkabilir; inatçılık ise öfke ve intikamcılığın kolayca birleştiği bir asiliğe kadar varabilir.
libidonun ensest yönelimli takıntısından kaçacak kadar şanslı olan bir insan bile etkisinden tamamen kaçamaz. genç bir erkeğin, ilk kez olgun bir kadına ya da genç bir kızın otorite konumuna sahip yaşlıca bir erkeğe ciddi bir şekilde aşık olması, sıkça rastlanan bir olaydır; çünkü bu şahıslar söz konusu kişinin annesinin veya babasının tablosunu yeniden canlandırabilmektedir. bir erkek, ilk çocukluk yıllarından itibaren kafasına egemen olan anne tablosuna karşılık gelen birisini arar.
bütün insanların geçmesi gereken gelişim seyrindeki her aşamada bazıları geri kalır; burada da ebeveynlerinin otoritesini hiçbir zaman aşamayan ve sevgilerini onlardan pek az geri çeken veya hiç çekmeyen bireyler vardır. bunlar çoğunlukla, ebeveynlerini memnun eden bir yönelimle çocuksu sevgilerinin tamamını ergenlikten sonra bile çok uzun süre koruyan kızlardır. daha sonra evlilikte kocalarına hak ettikleri şeyi verme yetisinden yoksun olanların da işte bu kızlar olduğunu görmek çok aydınlatıcıdır; bu kızlar soğuk birer eş olur ve cinsel açıdan duyarsız kalırlar. bundan, cinsel sevgi ile ebeveynlere yönelik cinsel değilmiş gibi gözüken sevginin aynı kaynaklardan beslendiğini öğreniriz; yani bu ikinci sevgi türü libidonun çocukluk takıntısına karşılık gelen bir sevgiden öte bir şey değildir.
evlilik öncesindeki katı cinsel perhiz kuralının kadının doğasında yarattığı zararlı sonuçlar özellikle belirgindir. eğitimin, genç kızın cinselliğini evliliğe kadar baskı altına alma işini çok önemsediği açıktır; çünkü en ağır önlemlere başvurur. cinsel ilişkiyi yasaklamakla ve kadınlık iffetinin korunmasına büyük bir değer vermekle kalmaz; yetişen genç kadını, oynamak zorunda olduğu rolün bütün gerçekleri konusundaki cehaletini sürdürerek ve onda evliliğe yol açmayan hiçbir aşk dürtüsüne hoşgörü göstermeyerek baştan çıkmasını da önler. sonuçta kızın ebeveynleri aşık olmasına ansızın izin verdiği zaman genç kız, bunu ruhsal olarak başaramaz ve kendi duygularından emin olmadan evlenir. aşk işlevindeki bu yapay geri bırakmanın sonucunda kadının, arzularını ona saklayan erkeğe hayal kırıklığından başka önerebileceği bir şeyi kalmaz. duygularında, cinselliğini baskı altına alan ebeveynlerine bağlılığını korur; fiziksel davranışında ise erkeği yüksek cinsel hazdan yoksun bırakan cinsel soğukluk -frijidite- geliştirir.
cinsel perhiz yapmakla övünen birçok insan bunu ancak ilk çocukluk yıllarının otoerotik cinsel etkinlikleriyle ilişkili olan mastürbasyon ve benzeri doyumların yardımıyla başarabilmektedir. ama bu tür ikame cinsel doyum yollarının zararlı olduğu da açıktır; bunlar kişiyi, cinsel yaşamın çocuksu türlerine gerilemeye bağlı olan çok çeşitli nevrozlara ve psikozlara yatkın kılar. ayrıca mastürbasyon, uygar cinsel ahlakın ideal beklentilerini karşılamaktan çok uzaktır ve bu nedenle gençleri, perhizle kaçınmayı umdukları eğitim idealleriyle aynı çatışmalara sürükler. dahası bu, kendini mastürbasyona kaptırma nedeniyle birkaç yoldan kişiliği zayıflatır. her şeyden önce bu, insanlara, önemli hedeflere enerjik bir çaba yerine kolay yollardan ulaşmayı öğretir, yani cinselliğin davranış yapısını belirlediği ilkesini izler; ikincisi, doyuma eşlik eden fantezilerde cinsel nesne, gerçeklikte kolay bulunmayan bir üstünlük düzeyine çıkarılır. nükteci bir yazar, karl kraus, bu gerçeği sinik bir sözle tersinden dile getirmiştir:
"cinsel birleşme, mastürbasyonun yerine konan ve doyurucu olmayan bir ikameden başka bir şey değildir."
20.01.2018
gerçeğin ustaları
henry miller
gerçek her zaman aydınlatıcıdır.
bir ışık dünyası vardır, her şeyin açık ve ortada olduğu ve bir karışıklık dünyası vardır, her şeyin karanlık ve anlaşılmaz olduğu. iki dünya gerçekte birdir. karanlığın dünyasında olanlar biraz ışık görürler şimdi ve sonra ışık ülkesini; ama ışık dünyasında olanlar karanlık diye bir şey bilmezler. ışığın adamları gölge etmezler. kötülük onlarca bilinmez. ne de kızmaya sığınırlar. zincirsiz ve prangasız hareket ederler.
inanıyorum ki dünyanın her yerinde ve en beklenmedik yerlerinde ışık saçan insanlar ya da tanrılar vardır. bunlar anlaşılmaz değil, saydam kişilerdir. çevrelerinde esaslı olan hiçbir şey yoktur. onlar açıkta, devamlı olarak görülebilecek yerlerde dururlar. eğer onlardan uzaklaşmışsak, bu onların tanrısal basitliklerini kabul edemeyişimizden ötürüdür. "aydınlatılmış varlık" deriz; ama ne ile aydınlatılmış olduklarını araştırmak gereğini hissetmeyiz. canlılıkla yanmak (hayat budur), etrafa neşe saçmak, kaos haline gelmiş dünyanın üzerinde sakin kalmak ve yine de dünyanın bir parçası olmak, insan, tanrısal bir insan, herhangi bir kardeşten daha yakın.. nasıl oluyor da, bütün bunların özlemini çekiyoruz? daha iyi, daha derin, daha zengin, daha gerekli bir yol var mı? eğer varsa, bunu bana haykırın! bilmek istiyorum. ve hemen şimdi bilmek istiyorum!
cevap beklemek zorunluluğunu duymuyorum. cevabı çevremde görüyorum. gerçek bir cevap sayılmaz bu. bir kaçamak demek daha doğrusu. dirseğimin dibinde duran ünlü kişinin gözlerimin içine baktığını hissediyorum. sanki dünyanın suratına bakmaktan korkmuyor. ne dünyadan vazgeçmiş ne de ondan yüz çevirmiştir; taş, ağaç, vahşi hayvan, çiçek ve yıldız nasıl dünyanın bir parçasıysa, o da dünyanın bir parçasıdır. o kendi bünyesinde dünyadır. çevremdekilerin yüzlerine bakınca sadece bana bakmaktan kaçınanların profillerini görüyorum. hayata bakmamaya çalışıyorlar. çok korkunç, çok müthiş, çok şu ya da bu. sadece yaşantının korkunç canavarını görüyorlar ve o canavarın önünde önem kazanıyorlar. eğer canavarın kuvvetli çenelerine bakacak kadar cesaretli olsalardı! gözleri iyice açıldığı zaman kıpırdanış ölmelidir. ve kıpırdanışın durduğu anda gerçek müzik başlar.
canavar ağzından alevler kusuyor, burnundan dumanlar püskürtüyor, sadece korkularını gidermek için. canavar dünyanın tam ortasında nöbet tutmaz. bilinç mağarasının kapısında bekler. canavar ancak, batıl inançların hayal dünyasında gerçektir.
tibet yaylası'nda gerçekten, bizimle kıyaslanamayacak ölçüde bizden üstün, küçük bir insan topluluğu vardır ve bunlar "ustalar" diye tanımlanır. gönüllü olarak dünyadan uzakta, sürgün hayatı yaşarlar. daha önce sözünü ettiğim androidler gibi ömürleri uzun, hastalık bilmez ve yok edilemez kişilerdir. neden bizimle kaynaşmak istemezler, neden varlıklarını bize belli etmekten kaçınırlar? onlar mı bizden uzaklaştılar, yoksa biz mi onları kendimizden uzaklaştırdık?
gerçek her zaman aydınlatıcıdır.
bir ışık dünyası vardır, her şeyin açık ve ortada olduğu ve bir karışıklık dünyası vardır, her şeyin karanlık ve anlaşılmaz olduğu. iki dünya gerçekte birdir. karanlığın dünyasında olanlar biraz ışık görürler şimdi ve sonra ışık ülkesini; ama ışık dünyasında olanlar karanlık diye bir şey bilmezler. ışığın adamları gölge etmezler. kötülük onlarca bilinmez. ne de kızmaya sığınırlar. zincirsiz ve prangasız hareket ederler.
inanıyorum ki dünyanın her yerinde ve en beklenmedik yerlerinde ışık saçan insanlar ya da tanrılar vardır. bunlar anlaşılmaz değil, saydam kişilerdir. çevrelerinde esaslı olan hiçbir şey yoktur. onlar açıkta, devamlı olarak görülebilecek yerlerde dururlar. eğer onlardan uzaklaşmışsak, bu onların tanrısal basitliklerini kabul edemeyişimizden ötürüdür. "aydınlatılmış varlık" deriz; ama ne ile aydınlatılmış olduklarını araştırmak gereğini hissetmeyiz. canlılıkla yanmak (hayat budur), etrafa neşe saçmak, kaos haline gelmiş dünyanın üzerinde sakin kalmak ve yine de dünyanın bir parçası olmak, insan, tanrısal bir insan, herhangi bir kardeşten daha yakın.. nasıl oluyor da, bütün bunların özlemini çekiyoruz? daha iyi, daha derin, daha zengin, daha gerekli bir yol var mı? eğer varsa, bunu bana haykırın! bilmek istiyorum. ve hemen şimdi bilmek istiyorum!
cevap beklemek zorunluluğunu duymuyorum. cevabı çevremde görüyorum. gerçek bir cevap sayılmaz bu. bir kaçamak demek daha doğrusu. dirseğimin dibinde duran ünlü kişinin gözlerimin içine baktığını hissediyorum. sanki dünyanın suratına bakmaktan korkmuyor. ne dünyadan vazgeçmiş ne de ondan yüz çevirmiştir; taş, ağaç, vahşi hayvan, çiçek ve yıldız nasıl dünyanın bir parçasıysa, o da dünyanın bir parçasıdır. o kendi bünyesinde dünyadır. çevremdekilerin yüzlerine bakınca sadece bana bakmaktan kaçınanların profillerini görüyorum. hayata bakmamaya çalışıyorlar. çok korkunç, çok müthiş, çok şu ya da bu. sadece yaşantının korkunç canavarını görüyorlar ve o canavarın önünde önem kazanıyorlar. eğer canavarın kuvvetli çenelerine bakacak kadar cesaretli olsalardı! gözleri iyice açıldığı zaman kıpırdanış ölmelidir. ve kıpırdanışın durduğu anda gerçek müzik başlar.
canavar ağzından alevler kusuyor, burnundan dumanlar püskürtüyor, sadece korkularını gidermek için. canavar dünyanın tam ortasında nöbet tutmaz. bilinç mağarasının kapısında bekler. canavar ancak, batıl inançların hayal dünyasında gerçektir.
tibet yaylası'nda gerçekten, bizimle kıyaslanamayacak ölçüde bizden üstün, küçük bir insan topluluğu vardır ve bunlar "ustalar" diye tanımlanır. gönüllü olarak dünyadan uzakta, sürgün hayatı yaşarlar. daha önce sözünü ettiğim androidler gibi ömürleri uzun, hastalık bilmez ve yok edilemez kişilerdir. neden bizimle kaynaşmak istemezler, neden varlıklarını bize belli etmekten kaçınırlar? onlar mı bizden uzaklaştılar, yoksa biz mi onları kendimizden uzaklaştırdık?
faşizm
nazım hikmet
faşizm, burjuvazi ile işçi kavgasında burjuvaziyi tutmaktır.
cemiyet içindeki sınıfları paralize ederek sermayedar diktatoryasını kuvvetlendirmektir.
işçi hareketlerine, teşekküllerine, siyası fırkalara, halkın serbest cemiyet kurmasına mani olmaktır.
parlamenter demokrasiyi kaldırmak; kelam, içtima, fikir hürriyetini boğmaktır.
mali sermayenin hakimiyetini temin etmektir.
emperyalizmi kuvvetlendirmek, müstemlekeler elde etmektir.
büyük devletler arasındaki karşıtlıkları çoğaltarak, bütün dünyayı harbe sürüklemektir.
faşizm, burjuvazi ile işçi kavgasında burjuvaziyi tutmaktır.
cemiyet içindeki sınıfları paralize ederek sermayedar diktatoryasını kuvvetlendirmektir.
işçi hareketlerine, teşekküllerine, siyası fırkalara, halkın serbest cemiyet kurmasına mani olmaktır.
parlamenter demokrasiyi kaldırmak; kelam, içtima, fikir hürriyetini boğmaktır.
mali sermayenin hakimiyetini temin etmektir.
emperyalizmi kuvvetlendirmek, müstemlekeler elde etmektir.
büyük devletler arasındaki karşıtlıkları çoğaltarak, bütün dünyayı harbe sürüklemektir.
18.01.2018
tanrı
friedrich nietzsche
tanrı kavramı yaşamın bir karşı kavramı olarak uydurulmuş, yaşama yıkım getirici, ağulu, kötüleyici, onun can düşmanı ne varsa tümü de o kavramda ürkütücü bir birlik olmuştur.
ahiret, gerçek dünya kavramları var olan biricik dünyayı gözden düşürmek, yeryüzü gerçekliğimiz için tek bir amaç, neden, ödev bırakmamak için uydurulmuş!
ruh, tin, giderek ölümsüz tin kavramları gövdeyi aşağılamak, onu sayrı bir ermiş yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa beslenme, konut, düşünce düzeni, sayrılara bakma, temizlik, hava, bunlar gibi hepsinin karşısında ürkütücü bir aldırmazlık koymak için uydurulmuş!
sağlık yerine ruhun kurtuluşu, açıkçası tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında giden gelen bir delilik döngüsü!
günah kavramı o kendinden ayrılmaz acı çektirme aracı ile, özgür istenç kavramı ile birlikte, içgüdüleri saptırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaratılış yapmak için uydurulmuş!
çıkar gözetmezlik ve kendini yadsıma kavramları ile o gerçek yozlaşma belirtisi, yıkım getirici olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak; gerçek değerin tümden kendisi, ödev, ermişlik, insandaki tanrısal öz katına yükseltilmiş!
son olarak -en korku salanı da bu- iyi insan kavramı ile tüm yetersizlerin, sayrıların, arızalıların, kendi kendinden acı çekenlerin, yok olması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği onaylayan insanın karşısına bir ideal çıkarılmış, ona kötü denmiş, bundan böyle.. töre diye inanmışlar bunlara bile!
tanrı kavramı yaşamın bir karşı kavramı olarak uydurulmuş, yaşama yıkım getirici, ağulu, kötüleyici, onun can düşmanı ne varsa tümü de o kavramda ürkütücü bir birlik olmuştur.
ahiret, gerçek dünya kavramları var olan biricik dünyayı gözden düşürmek, yeryüzü gerçekliğimiz için tek bir amaç, neden, ödev bırakmamak için uydurulmuş!
ruh, tin, giderek ölümsüz tin kavramları gövdeyi aşağılamak, onu sayrı bir ermiş yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa beslenme, konut, düşünce düzeni, sayrılara bakma, temizlik, hava, bunlar gibi hepsinin karşısında ürkütücü bir aldırmazlık koymak için uydurulmuş!
sağlık yerine ruhun kurtuluşu, açıkçası tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında giden gelen bir delilik döngüsü!
günah kavramı o kendinden ayrılmaz acı çektirme aracı ile, özgür istenç kavramı ile birlikte, içgüdüleri saptırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaratılış yapmak için uydurulmuş!
çıkar gözetmezlik ve kendini yadsıma kavramları ile o gerçek yozlaşma belirtisi, yıkım getirici olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak; gerçek değerin tümden kendisi, ödev, ermişlik, insandaki tanrısal öz katına yükseltilmiş!
son olarak -en korku salanı da bu- iyi insan kavramı ile tüm yetersizlerin, sayrıların, arızalıların, kendi kendinden acı çekenlerin, yok olması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği onaylayan insanın karşısına bir ideal çıkarılmış, ona kötü denmiş, bundan böyle.. töre diye inanmışlar bunlara bile!
hakikat
jimmy carter
ulusumuzun asıl sorunu, yakıt kuyruklarından ya da enerji kıtlığından çok ama çok daha derin ve hatta enflasyon ve ekonomik durgunluktan bile daha derin. güçlü aileleriyle, birbirine bağlı topluluklarıyla, çalışkanlığıyla gurur duyan bir ulusta, artık bir çoğumuz rahata, düşkünlüğe ve tüketime tapma yolundayız. insanlık kimliğimiz, artık ne yaptığımızla değil, neye sahip olduğumuzla ölçülüyor. ama şunu keşfettik ki bu eşyalar, bu tüketim malları hayatın anlamına ulaşmamıza yardımcı olmayacak. biriktirdiğimiz eşyaların hayatımızdaki o amaçsız boşluğu dolduramadığını öğrendik. bu bir mutluluk ya da rahatlatma mesajı değil, bu bir hakikattir, bu bir uyarıdır.
ulusumuzun asıl sorunu, yakıt kuyruklarından ya da enerji kıtlığından çok ama çok daha derin ve hatta enflasyon ve ekonomik durgunluktan bile daha derin. güçlü aileleriyle, birbirine bağlı topluluklarıyla, çalışkanlığıyla gurur duyan bir ulusta, artık bir çoğumuz rahata, düşkünlüğe ve tüketime tapma yolundayız. insanlık kimliğimiz, artık ne yaptığımızla değil, neye sahip olduğumuzla ölçülüyor. ama şunu keşfettik ki bu eşyalar, bu tüketim malları hayatın anlamına ulaşmamıza yardımcı olmayacak. biriktirdiğimiz eşyaların hayatımızdaki o amaçsız boşluğu dolduramadığını öğrendik. bu bir mutluluk ya da rahatlatma mesajı değil, bu bir hakikattir, bu bir uyarıdır.
17.01.2018
burukluk
emil cioran
bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum.
belirsizlik içinde sürüklenirken en ufak kedere bile bir cankurtaran simidi gibi yapışırım.
modern olmak, devasızlık içinde şunun bunun ucundan tutmaktır.
ileride biyografisini yazacak birinin çıkması ihtimalinin, kimseyi bir hayatı olmaktan vazgeçirmemiş olması inanılmazdır.
aşka, hırsa, topluma sırt çevirenlerden kendinizi sakınınız; vazgeçmiş olmanın intikamını alacaklardır.
neredeyse bütün eserler taklit parıltılarıyla, ezbere ürpertiler ve yağmalanmış vecdlerle hazırlanmıştır.
taocu bir metnin "büyük yatakhane" diye adlandırdığı bu evrende kabus, zihin açıklığı için tek yoldur.
karanlık ruhunuzda size berraklık musallat oluyorsa edebiyatla uğraşmayın. arkanızda sadece anlaşılır iç çekişler, kendiniz olmayı reddedişinizin zavallı kırıntılarını bırakırsınız.
fikirlere bunca yürek temizliğiyle inanmamız, onları tasarlayanların memeli olduğunu unutmamızdandır.
büyük adamların gündelik hayatı tahayyül edilmeye çalışıldığında duyulan o tedirginlik. öğleden sonra saat ikiye doğru, sokrates ne yapardı dersiniz?
"gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim." bir akıl hastasının bu lafı, içebakış üzerine olan eserlerin tamamından ağır basar.
"bir tek hakiki olan sevilmeye değerdir."
utançlarımızı tasfiye ettiğimiz ölçüde maskelerimizi atarız. oyunumuzun bittiği gün gelir: artık utanç yoktur, maske yoktur. seyirci de yoktur. sırlarımıza, çilelerimizin canlılığına gereğinden fazla güvenmişizdir.
don kişot, bir uygarlığın gençliğini temsil eder: kendine olaylar icat ediyordu; bizse üzerimize gelen olayların elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz.
bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum.
belirsizlik içinde sürüklenirken en ufak kedere bile bir cankurtaran simidi gibi yapışırım.
modern olmak, devasızlık içinde şunun bunun ucundan tutmaktır.
ileride biyografisini yazacak birinin çıkması ihtimalinin, kimseyi bir hayatı olmaktan vazgeçirmemiş olması inanılmazdır.
aşka, hırsa, topluma sırt çevirenlerden kendinizi sakınınız; vazgeçmiş olmanın intikamını alacaklardır.
neredeyse bütün eserler taklit parıltılarıyla, ezbere ürpertiler ve yağmalanmış vecdlerle hazırlanmıştır.
taocu bir metnin "büyük yatakhane" diye adlandırdığı bu evrende kabus, zihin açıklığı için tek yoldur.
karanlık ruhunuzda size berraklık musallat oluyorsa edebiyatla uğraşmayın. arkanızda sadece anlaşılır iç çekişler, kendiniz olmayı reddedişinizin zavallı kırıntılarını bırakırsınız.
fikirlere bunca yürek temizliğiyle inanmamız, onları tasarlayanların memeli olduğunu unutmamızdandır.
büyük adamların gündelik hayatı tahayyül edilmeye çalışıldığında duyulan o tedirginlik. öğleden sonra saat ikiye doğru, sokrates ne yapardı dersiniz?
"gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim." bir akıl hastasının bu lafı, içebakış üzerine olan eserlerin tamamından ağır basar.
"bir tek hakiki olan sevilmeye değerdir."
utançlarımızı tasfiye ettiğimiz ölçüde maskelerimizi atarız. oyunumuzun bittiği gün gelir: artık utanç yoktur, maske yoktur. seyirci de yoktur. sırlarımıza, çilelerimizin canlılığına gereğinden fazla güvenmişizdir.
don kişot, bir uygarlığın gençliğini temsil eder: kendine olaylar icat ediyordu; bizse üzerimize gelen olayların elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz.
16.01.2018
15.01.2018
yasak aşk
william faulkner
erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasak aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, tanrı'dan sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasak aşkın güçlükleriyle başa çıkabileceklerini göstermektir; çünkü kadınlar yasak aşkı alıp ona saygınlık kazandırmak, lothario gibi bir çapkını alıp kendilerini ayartan buklelerini keserek, onu sıradan yemeklerle yetinen, banliyö treniyle işine gidip gelen saygın bir kimseye yakışır düzgün bir yaşama alıştırmak için karşı konulmaz bir istek duyarlar ve bunu yapabilecekleri konusunda -tıpkı bir pansiyonu işletebilecekleri konusunda olduğu gibi- sarsılmaz bir inanç sahibidirler.
erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasak aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, tanrı'dan sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasak aşkın güçlükleriyle başa çıkabileceklerini göstermektir; çünkü kadınlar yasak aşkı alıp ona saygınlık kazandırmak, lothario gibi bir çapkını alıp kendilerini ayartan buklelerini keserek, onu sıradan yemeklerle yetinen, banliyö treniyle işine gidip gelen saygın bir kimseye yakışır düzgün bir yaşama alıştırmak için karşı konulmaz bir istek duyarlar ve bunu yapabilecekleri konusunda -tıpkı bir pansiyonu işletebilecekleri konusunda olduğu gibi- sarsılmaz bir inanç sahibidirler.
14.01.2018
yetenek şovu
~black mirror
televizyondaki bu yetenek şovuna çıkmadan önce bir konuşma hazırlamadım. kelimeleri planlamadım. denemedim bile. biliyordum ki buraya çıkmalı, dikilmeli ve beni dinlemenizi sağlamalıydım. gerçekten dinlemenizi; diğer zamanlarda yaptığınız gibi dinliyormuş gibi bir tavır takınmanızı değil. yüzlerinizde hissettiğinizi görmek istedim. bir tavır takınıp sahneye yöneltiyorsunuz ve biz de laylaylom, şarkı söyleyip dans ediyor, etrafta yuvarlanıyoruz. sizin burada gördükleriniz insan değil. burada insanları değil otları görüyorsunuz. ot ne kadar sahteyse o kadar seviyorsunuz. çünkü sahte otlar artık işe yarayan tek şey. midemizin kaldırabildiği tek şey onlar. aslında tek şey değil. gerçek acı ve gerçek ahlaksızlığı da kaldırabiliyoruz. şişman bir adamı kızağa geçirip deli gibi güleriz. çünkü bunu hak ettik. biz çalışırken o kaytardı. haydi ona gülelim! çaresizlikten, aklımızı öylesine kaybettik ki daha iyisini düşünemiyoruz. bildiğimiz her şey sahte ot yığını ve bok satın almak. birbirimizle böyle konuşuyoruz; kendimizi, bok satın alarak ifade ediyoruz. ne? bir hayalim mi var? en büyük hayalimiz, var olmayan avatarımız için yeni bir uygulama almak! o, orada bile değil! var olmayan şeyler satın alıyoruz. bize gerçek, bedava ve evet? bu bizi mahvederdi. böyle bir şey için çok uyuşuğuz. boğulabilirdik bile. şaşılacak derecede çok şeye dayanabiliyoruz. bir mucize yakaladığınızda, onu küçük küçük parçalara ayırarak dağıtıyorsunuz. ondan sonra da onu büyütüp, paketleyip 10 bin filtreden geçiriyorsunuz. ta ki bir dizi anlamsız ışık haline gelene kadar. o sırada biz de gece gündüz bisiklete biniyor, nereye gidiyoruz? ne için güç üretiyoruz? hepsi küçücük hücreler ve ekranlar, daha büyük hücreler ve daha büyük ekranlar ve sikeyim sizi! diyeceğim bu, siktirin gidin. orada oturup yavaşça işleri kötüleştirdiğiniz için sikeyim sizi. spot ışıklarınızı da sizi de o kibirli yüzlerinizi de sikeyim. benim yakınlaştığım bir şeyin sizce hiçbir anlamı olmadığı için hepinizi sikeyim. onu alıp batağa sokup, kemiklerine kadar çökertip bir şakaya çevirdiğiniz için. milyonlarca şakanın arasında bir şakaya daha. var olduğunuz için sikeyim sizi. kendim için, bizim için, herkes için sikeyim sizi. sikeyim sizi!
televizyondaki bu yetenek şovuna çıkmadan önce bir konuşma hazırlamadım. kelimeleri planlamadım. denemedim bile. biliyordum ki buraya çıkmalı, dikilmeli ve beni dinlemenizi sağlamalıydım. gerçekten dinlemenizi; diğer zamanlarda yaptığınız gibi dinliyormuş gibi bir tavır takınmanızı değil. yüzlerinizde hissettiğinizi görmek istedim. bir tavır takınıp sahneye yöneltiyorsunuz ve biz de laylaylom, şarkı söyleyip dans ediyor, etrafta yuvarlanıyoruz. sizin burada gördükleriniz insan değil. burada insanları değil otları görüyorsunuz. ot ne kadar sahteyse o kadar seviyorsunuz. çünkü sahte otlar artık işe yarayan tek şey. midemizin kaldırabildiği tek şey onlar. aslında tek şey değil. gerçek acı ve gerçek ahlaksızlığı da kaldırabiliyoruz. şişman bir adamı kızağa geçirip deli gibi güleriz. çünkü bunu hak ettik. biz çalışırken o kaytardı. haydi ona gülelim! çaresizlikten, aklımızı öylesine kaybettik ki daha iyisini düşünemiyoruz. bildiğimiz her şey sahte ot yığını ve bok satın almak. birbirimizle böyle konuşuyoruz; kendimizi, bok satın alarak ifade ediyoruz. ne? bir hayalim mi var? en büyük hayalimiz, var olmayan avatarımız için yeni bir uygulama almak! o, orada bile değil! var olmayan şeyler satın alıyoruz. bize gerçek, bedava ve evet? bu bizi mahvederdi. böyle bir şey için çok uyuşuğuz. boğulabilirdik bile. şaşılacak derecede çok şeye dayanabiliyoruz. bir mucize yakaladığınızda, onu küçük küçük parçalara ayırarak dağıtıyorsunuz. ondan sonra da onu büyütüp, paketleyip 10 bin filtreden geçiriyorsunuz. ta ki bir dizi anlamsız ışık haline gelene kadar. o sırada biz de gece gündüz bisiklete biniyor, nereye gidiyoruz? ne için güç üretiyoruz? hepsi küçücük hücreler ve ekranlar, daha büyük hücreler ve daha büyük ekranlar ve sikeyim sizi! diyeceğim bu, siktirin gidin. orada oturup yavaşça işleri kötüleştirdiğiniz için sikeyim sizi. spot ışıklarınızı da sizi de o kibirli yüzlerinizi de sikeyim. benim yakınlaştığım bir şeyin sizce hiçbir anlamı olmadığı için hepinizi sikeyim. onu alıp batağa sokup, kemiklerine kadar çökertip bir şakaya çevirdiğiniz için. milyonlarca şakanın arasında bir şakaya daha. var olduğunuz için sikeyim sizi. kendim için, bizim için, herkes için sikeyim sizi. sikeyim sizi!
13.01.2018
değirmenimden mektuplar
alphonse daudet
geceyi açıkta geçirmişseniz bilirsiniz ki, herkesin uyuduğu saatlerde, yalnızlığın ve sessizliğin içinden esrarlı bir âlem uyanır.
saat üçü çalıyor. bu, bütün ihtiyarların uyandığı saattir.
o zaman kaynaklar daha tiz perdeden şarkı söyler, göllerde küçücük alevler yanar. dağın bütün hayaletleri serbestçe gidip gelir, sanki dalların uzadığı, otun yerden bittiği duyuluyormuş gibi, havada sürtünmeler, fark edilmeyen gürültüler olur. gündüz, canlıların âlemidir; ama gece, eşyanın cümbüşü.. eğer alışık değilseniz, bu sizi korkutur.
nefretin aşkı öldürememesi garip şey.
ruhun bu nefis sarhoşluğunu siz de bilirsiniz, değil mi? artık insan ne düşünür, ne de hülyaya dalar. bütün benliğiniz sizden uzaklaşır, uçup gider, dağılır. insan, kâh denize doğru dalan bir mani, kâh güneşte iki dalga arasında yüzen köpük olur. an gelir, şu uzaklaşan vapurun beyaz dumanı, şu küçük geminin kırmızı yelkeni, şu su kabarcığı, şu sis yumağı, velhasıl kendinden başka her şey olur.
her şeyin yolunda gitmesi için intizam şarttır.
işte, madam, altın beyinli adam masalı. peri masallarına benzemesine rağmen, bu masal, başından sonuna kadar hakikattir. bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkum öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarım bile. özlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. bu, onların günlük ıstırabıdır. sonra bir gün, ıstırap çekmekten de bıkıp usanınca..
şevketliler, ağladıklarını kimseye göstermek istemezler.
bizim cenubun o güzel kış günlerinde, birkaç ılgın kökünün tüte tüte yandığı büyük ocağın yanında, tek başıma kalmayı pek severim. mistral veya tremontane esince kapı sarsılır, kamışlar inler. bütün bu sarsıntılar, etrafımdaki tabiatın o büyük deprenişinden küçücük bir aksi sedadır.
muazzam bir cereyanın kamçıladığı kış güneşi, dağılır, ışıklarını toplar, yayar. masmavi gökyüzünün altında büyük gölgeler koşuşur. ışık, kesik kesik gelir, gürültüler de öyle. sürülerin birdenbire duyulan çıngırak sesleri, bir anda rüzgâra karışır ve unutulur. daha sonra, sarsılan kapının altından, bir nakarat güzelliği ile tekrar gelir. zamanın en nefis saati, akşamın alacakaranlığında, avcıların dönüşünden biraz evvel başlar. artık rüzgâr sakinleşmiştir. bir an dışarıya çıkarım. büyük ve kıpkızıl güneş, alevler içinde, fakat hararetsiz, rahat rahat batar.
ortalık kararır ve gece, inerken nemli ve siyah kanadıyla size sürünür. ta ötede bir tüfek patlar ve namludan çıkan ateş, etrafındaki karaltıyla rengi bir kat daha kızaran bir yıldız parıltısıyla, yeri yalayarak geçip gider. aydınlığın tutunduğu yerlerde, hayat telaş içindedir. uzun bir ördek üçgeni, sanki yere konacakmış gibi alçaktan uçar. fakat lambası yanan kulübeyi görünce birdenbire uzaklaşır.
kafilenin başındaki ördek boynunu doğrultur ve yükselir. bütün arkasındakiler de acı acı bağırışarak daha yükseklere fırlarlar. çok geçmeden, yağmur sesini andıran sürekli bir tepinme, hızlı hızlı kulübeye doğru yaklaşır. çobanların çağırdığı, karmakarışık seğirtişleri ve ulumaları duyulan köpeklerin sıkıştırdığı binlerce koyun, ürkek ve serkeş, ağıllara doğru koşuşur. bu kıvır kıvır yün ve meleme girdabı, beni de kapar ve içine alır. bu coşkun denizde, çobanları, gölgeleri ile birlikte, sıçrayan dalgalar türüyor gibidir. sürülerin ardından, tanıdık ayak sesleri, neşeli konuşmalar gelir. kulübe dolar, canlanır, şenlenir. asma dalları alev alev yanar. herkes, ne kadar bitkinse o kadar candan kahkaha atar. tüfekler bir köşede, kocaman çizmeler karmakarışık atılmış, av çantaları boşalmış ve yanısıra, hepsi de kana bulanmış kızıl, altın sarısı, yeşil, gümüşü tüy yumakları. herkeste hayırlı bir yorgunluğun sersemliği vardır. sofra kurulmuştur. nefis bir yılan balığı çorbasının dumanları savrulunca herkes susar. kuvvetli iştahların bu derin sessizliğini, yalnız kapının önünde, çanaklarının içindekini yoklaya yoklaya yalayıp yutan köpeklerin vahşi hırıltıları bozar.
geceyi açıkta geçirmişseniz bilirsiniz ki, herkesin uyuduğu saatlerde, yalnızlığın ve sessizliğin içinden esrarlı bir âlem uyanır.
saat üçü çalıyor. bu, bütün ihtiyarların uyandığı saattir.
o zaman kaynaklar daha tiz perdeden şarkı söyler, göllerde küçücük alevler yanar. dağın bütün hayaletleri serbestçe gidip gelir, sanki dalların uzadığı, otun yerden bittiği duyuluyormuş gibi, havada sürtünmeler, fark edilmeyen gürültüler olur. gündüz, canlıların âlemidir; ama gece, eşyanın cümbüşü.. eğer alışık değilseniz, bu sizi korkutur.
nefretin aşkı öldürememesi garip şey.
ruhun bu nefis sarhoşluğunu siz de bilirsiniz, değil mi? artık insan ne düşünür, ne de hülyaya dalar. bütün benliğiniz sizden uzaklaşır, uçup gider, dağılır. insan, kâh denize doğru dalan bir mani, kâh güneşte iki dalga arasında yüzen köpük olur. an gelir, şu uzaklaşan vapurun beyaz dumanı, şu küçük geminin kırmızı yelkeni, şu su kabarcığı, şu sis yumağı, velhasıl kendinden başka her şey olur.
her şeyin yolunda gitmesi için intizam şarttır.
işte, madam, altın beyinli adam masalı. peri masallarına benzemesine rağmen, bu masal, başından sonuna kadar hakikattir. bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkum öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarım bile. özlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. bu, onların günlük ıstırabıdır. sonra bir gün, ıstırap çekmekten de bıkıp usanınca..
şevketliler, ağladıklarını kimseye göstermek istemezler.
bizim cenubun o güzel kış günlerinde, birkaç ılgın kökünün tüte tüte yandığı büyük ocağın yanında, tek başıma kalmayı pek severim. mistral veya tremontane esince kapı sarsılır, kamışlar inler. bütün bu sarsıntılar, etrafımdaki tabiatın o büyük deprenişinden küçücük bir aksi sedadır.
muazzam bir cereyanın kamçıladığı kış güneşi, dağılır, ışıklarını toplar, yayar. masmavi gökyüzünün altında büyük gölgeler koşuşur. ışık, kesik kesik gelir, gürültüler de öyle. sürülerin birdenbire duyulan çıngırak sesleri, bir anda rüzgâra karışır ve unutulur. daha sonra, sarsılan kapının altından, bir nakarat güzelliği ile tekrar gelir. zamanın en nefis saati, akşamın alacakaranlığında, avcıların dönüşünden biraz evvel başlar. artık rüzgâr sakinleşmiştir. bir an dışarıya çıkarım. büyük ve kıpkızıl güneş, alevler içinde, fakat hararetsiz, rahat rahat batar.
ortalık kararır ve gece, inerken nemli ve siyah kanadıyla size sürünür. ta ötede bir tüfek patlar ve namludan çıkan ateş, etrafındaki karaltıyla rengi bir kat daha kızaran bir yıldız parıltısıyla, yeri yalayarak geçip gider. aydınlığın tutunduğu yerlerde, hayat telaş içindedir. uzun bir ördek üçgeni, sanki yere konacakmış gibi alçaktan uçar. fakat lambası yanan kulübeyi görünce birdenbire uzaklaşır.
kafilenin başındaki ördek boynunu doğrultur ve yükselir. bütün arkasındakiler de acı acı bağırışarak daha yükseklere fırlarlar. çok geçmeden, yağmur sesini andıran sürekli bir tepinme, hızlı hızlı kulübeye doğru yaklaşır. çobanların çağırdığı, karmakarışık seğirtişleri ve ulumaları duyulan köpeklerin sıkıştırdığı binlerce koyun, ürkek ve serkeş, ağıllara doğru koşuşur. bu kıvır kıvır yün ve meleme girdabı, beni de kapar ve içine alır. bu coşkun denizde, çobanları, gölgeleri ile birlikte, sıçrayan dalgalar türüyor gibidir. sürülerin ardından, tanıdık ayak sesleri, neşeli konuşmalar gelir. kulübe dolar, canlanır, şenlenir. asma dalları alev alev yanar. herkes, ne kadar bitkinse o kadar candan kahkaha atar. tüfekler bir köşede, kocaman çizmeler karmakarışık atılmış, av çantaları boşalmış ve yanısıra, hepsi de kana bulanmış kızıl, altın sarısı, yeşil, gümüşü tüy yumakları. herkeste hayırlı bir yorgunluğun sersemliği vardır. sofra kurulmuştur. nefis bir yılan balığı çorbasının dumanları savrulunca herkes susar. kuvvetli iştahların bu derin sessizliğini, yalnız kapının önünde, çanaklarının içindekini yoklaya yoklaya yalayıp yutan köpeklerin vahşi hırıltıları bozar.
12.01.2018
yaşamak
orhan veli kanık
biliyorum, kolay değil yaşamak
gönül verip türkü söylemek yar üstüne
yıldız ışığında dolaşıp geceleri
gündüzleri gün ışığında ısınmak
şöyle bir fırsat bulup yarım gün
yan gelebilmek çamlıca tepesine
-bin türlü mavi akar boğaz'dan-
her şeyi unutabilmek maviler içinde
biliyorum, kolay değil yaşamak
ama işte
bir ölünün hala yatağı sıcak
birinin saati işliyor kolunda
yaşamak kolay değil ya kardeşler
ölmek de değil
kolay değil bu dünyadan ayrılmak
kilise
robert musil
kilisenin yanındaki binalar, üzerindeki gök kubbe, bakışları çeken ve yönlendiren bütün çizgilerden ve uzamlardan yansıyan, anlatılamaz bir uyum, aşağıdan geçen insanların görünüşleri ve ifadeleri, kitapları ve ahlak anlayışları, yolun üstündeki ağaçlar.. bütün bunlar, kimi zaman bir paravan kadar gergin ve bir baskı makinesinin kesilmiş kalıbı kadar sert ve öylesine eksiksiz ve tamamlanmış konumdadır ki, yanında insan gereksiz bir sis perdesi, tanrının artık ilgilenmediği küçük bir soluk olarak kalır.
kilisenin yanındaki binalar, üzerindeki gök kubbe, bakışları çeken ve yönlendiren bütün çizgilerden ve uzamlardan yansıyan, anlatılamaz bir uyum, aşağıdan geçen insanların görünüşleri ve ifadeleri, kitapları ve ahlak anlayışları, yolun üstündeki ağaçlar.. bütün bunlar, kimi zaman bir paravan kadar gergin ve bir baskı makinesinin kesilmiş kalıbı kadar sert ve öylesine eksiksiz ve tamamlanmış konumdadır ki, yanında insan gereksiz bir sis perdesi, tanrının artık ilgilenmediği küçük bir soluk olarak kalır.
11.01.2018
din
raoul vaneigem: din; insanları bunaltan, gözünü açtırmayan aşağılamanın en tamamlanmış biçimidir. tanrıların onurlandırıldığı her yerde halkların yalnızca adı insandır.
voltaire: bana kendimi tekrar ettiğimi söylüyorlar. yola geldiğimizde ben de kendimi tekrar etmeye son vereceğim.
baron d'holbach: insan soyunu aldatmak isteyen düzenbazlar daima aynı hilelere başvurdu: sınamadan daima kaçındılar; sınamanın karşısına gizemleri, belirsizlikleri, korkuları çıkardılar.
joseph de maistre: hiçbir hükümranlık milyonlarca insanı yönetecek kadar güçlü değildir; tabii eğer dinden ya da kölelikten -veya her ikisinden birden- destek almıyorsa.
marcel havrenne: din, egemen gerçekliğini ekonomik perspektifin belirlediği bir dünyada canlının tersine dönmesinin ifadesidir.
baron d'holbach: körpe bir kuzuyu boğazlayarak kötü bir insanın suçlarının kefaretinin ödeneceğini hayal etmekten daha aptalca ne olabilir! hiç gereği yokken bu şekilde kan dökmek isyan ettirici bir acımasızlık değil midir?
friedrich hölderlin: efendilerden ve din adamları sürüsünden bütün kalbimle nefret ediyorum ama onlarla düşüp kalkan dehadan daha fazla nefret ediyorum.
georg christoph lichtenberg: şövalyelik anlayışı bize ne kadar tuhaf geliyorsa dinsel anlayışlarımızın da o kadar tuhaf geleceği bir dönem hayal edebilirim.
karl marx: halkın aldatıcı mutluluğu olan dinin imhası, halkın gerçek mutluluğunun gereğidir.
baron d'holbach: insani şeylere dair önyargısız düşünüldüğünde, batıl inancın aşırılıklarını nereye kadar vardırabileceğini görmek insanı şaşırtır. halkların körlüğüne mi hayranlık duyulmalı, yoksa onları kandıranların yüzsüz cesaretine mi, bilemiyorum.
francis blanche: öte dünyanın suyuna buranın şarabını tercih ederim.
alain: din adamları görmeye alıştık. bu ölü gömücü belagatinden nefret ediyorum. ölüm üzerine değil, yaşam üzerine vaaz vermeli; kaygı ve korku değil, umut saçmalı; gerçek insan hazinesi olan sevinci ortaklaşa geliştirebiliriz. büyük bilgelerin sırrı ve yarının ışığı bu olacaktır.
voltaire: bana kendimi tekrar ettiğimi söylüyorlar. yola geldiğimizde ben de kendimi tekrar etmeye son vereceğim.
baron d'holbach: insan soyunu aldatmak isteyen düzenbazlar daima aynı hilelere başvurdu: sınamadan daima kaçındılar; sınamanın karşısına gizemleri, belirsizlikleri, korkuları çıkardılar.
joseph de maistre: hiçbir hükümranlık milyonlarca insanı yönetecek kadar güçlü değildir; tabii eğer dinden ya da kölelikten -veya her ikisinden birden- destek almıyorsa.
marcel havrenne: din, egemen gerçekliğini ekonomik perspektifin belirlediği bir dünyada canlının tersine dönmesinin ifadesidir.
baron d'holbach: körpe bir kuzuyu boğazlayarak kötü bir insanın suçlarının kefaretinin ödeneceğini hayal etmekten daha aptalca ne olabilir! hiç gereği yokken bu şekilde kan dökmek isyan ettirici bir acımasızlık değil midir?
friedrich hölderlin: efendilerden ve din adamları sürüsünden bütün kalbimle nefret ediyorum ama onlarla düşüp kalkan dehadan daha fazla nefret ediyorum.
georg christoph lichtenberg: şövalyelik anlayışı bize ne kadar tuhaf geliyorsa dinsel anlayışlarımızın da o kadar tuhaf geleceği bir dönem hayal edebilirim.
karl marx: halkın aldatıcı mutluluğu olan dinin imhası, halkın gerçek mutluluğunun gereğidir.
baron d'holbach: insani şeylere dair önyargısız düşünüldüğünde, batıl inancın aşırılıklarını nereye kadar vardırabileceğini görmek insanı şaşırtır. halkların körlüğüne mi hayranlık duyulmalı, yoksa onları kandıranların yüzsüz cesaretine mi, bilemiyorum.
francis blanche: öte dünyanın suyuna buranın şarabını tercih ederim.
alain: din adamları görmeye alıştık. bu ölü gömücü belagatinden nefret ediyorum. ölüm üzerine değil, yaşam üzerine vaaz vermeli; kaygı ve korku değil, umut saçmalı; gerçek insan hazinesi olan sevinci ortaklaşa geliştirebiliriz. büyük bilgelerin sırrı ve yarının ışığı bu olacaktır.
yaşayan el
paul auster
bu yaşayan el, şimdi sıcak ve içtenlikle kavrayabilen
soğumuş olsaydı mezarın buzdan sessizliğinde
günlerin öyle tekinsiz olur ve
gecelerin öyle ürpertici düşlerle dolardı ki
kalbinin kanı kurusun isterdin
benim damarlarımda kızıl can tekrar akabilsin diye
ve vicdanın rahat olsun -bak işte burada-
elimi tutuyorum sana doğru
a'mâk-ı hayal
filibeli ahmet hilmi
âlem yine o âlem, devran yine o devran.
insanoğlu o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını ricayla geçirir.
dünyada yalnız iki istek, iki maksat vardır, kalanı yalandır. bunlardan biri kibir, diğeri şehvettir. bu iki isteğe insanı sevk eden benliktir. bu iki maksada nail olmaya çalışın, nefsinizi her şeye tercih edin. en küçük bir zevkiniz için binlerce insan telef olsa bile hiçbir önem vermeyin. tabiatınızın gereği budur, doğanın gereği de budur.
insanların gözü hakikatleri görmekte arpacık soğanı kıymet ve nispetindedir.
hippolyte taine: insanlar yaratılış ve terbiye bakımından delidir. tesadüfen akıllı bulundukları anlar pek kısadır.
şüphe yok. bu âlemin bütün zevki yokluk ümidiyle vardır.
hakikat bu. hayatın zevki ölüm sayesindedir. eğer ölüm olmasa, hayatın hiçbir kıymeti olmazdı.
ilim bizatihi kıymetli bir şey olmayıp iş bilen adamların işlerini kolaylaştırmak bakımından önemi vardır. bu hakikate vakıf olmayan alimler, züğürtlerin takdirine mazhar olsa da kendileir de züğürtlükten kurtulamaz. parasız ve faydasız takdirler ise züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.
insanın yegane marifeti bir şey bilmediğini itiraf ve tasdikidir.
dünyada görüp bildiğimiz her şey yüce ve yüksek âlemde ruhlarımızın gördüğü gerçeklerin sönük birer hayal ve hatırasıdır.
âlem yine o âlem, devran yine o devran.
insanoğlu o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını ricayla geçirir.
dünyada yalnız iki istek, iki maksat vardır, kalanı yalandır. bunlardan biri kibir, diğeri şehvettir. bu iki isteğe insanı sevk eden benliktir. bu iki maksada nail olmaya çalışın, nefsinizi her şeye tercih edin. en küçük bir zevkiniz için binlerce insan telef olsa bile hiçbir önem vermeyin. tabiatınızın gereği budur, doğanın gereği de budur.
insanların gözü hakikatleri görmekte arpacık soğanı kıymet ve nispetindedir.
hippolyte taine: insanlar yaratılış ve terbiye bakımından delidir. tesadüfen akıllı bulundukları anlar pek kısadır.
şüphe yok. bu âlemin bütün zevki yokluk ümidiyle vardır.
hakikat bu. hayatın zevki ölüm sayesindedir. eğer ölüm olmasa, hayatın hiçbir kıymeti olmazdı.
ilim bizatihi kıymetli bir şey olmayıp iş bilen adamların işlerini kolaylaştırmak bakımından önemi vardır. bu hakikate vakıf olmayan alimler, züğürtlerin takdirine mazhar olsa da kendileir de züğürtlükten kurtulamaz. parasız ve faydasız takdirler ise züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.
insanın yegane marifeti bir şey bilmediğini itiraf ve tasdikidir.
dünyada görüp bildiğimiz her şey yüce ve yüksek âlemde ruhlarımızın gördüğü gerçeklerin sönük birer hayal ve hatırasıdır.
10.01.2018
din
morris r. cohen: din kötülüğü dizginleyemiyorsa, etkili bir iyilik gücüne sahip olduğu iddia edilemez.
francis crick: ortaya çıkmış dinlerin ortaya çıkardıkları şey, genellikle yanılmış olduklarıdır.
francisco ferrer: insanlık kendini yönetebilecek kadar duyarlı bir hale gelince, dine duyulan ihtiyaç yok olacaktır.
seneca: din sıradan insanlara göre doğru, bilge insanlara göre yanlış ve hükümdarlara göre kullanışlıdır.
andrew mueller: eğer insanlar bir yedinci yüzyıl vaizini kendi ailelerinden daha çok seviyorlarsa bu onlara kalmış; ancak onlardan başka kimse bunu ciddiye almak zorunda değildir.
ralph waldo emerson: bir çağın dini, bir sonrakinin edebi eğlencesidir.
cathy ladman: tüm dinler aynıdır; dinler temelde, farklı kutsal günlerinin yanı sıra, günahkarlıktır.
bertrand russell: üstün zekalı erkeklerin çok büyük çoğunluğu dine inanmaz; ancak bu gerçeği toplum içinde örtbas ederler; çünkü kazançlarını kaybetmekten korkarlar.
francis crick: ortaya çıkmış dinlerin ortaya çıkardıkları şey, genellikle yanılmış olduklarıdır.
francisco ferrer: insanlık kendini yönetebilecek kadar duyarlı bir hale gelince, dine duyulan ihtiyaç yok olacaktır.
seneca: din sıradan insanlara göre doğru, bilge insanlara göre yanlış ve hükümdarlara göre kullanışlıdır.
andrew mueller: eğer insanlar bir yedinci yüzyıl vaizini kendi ailelerinden daha çok seviyorlarsa bu onlara kalmış; ancak onlardan başka kimse bunu ciddiye almak zorunda değildir.
ralph waldo emerson: bir çağın dini, bir sonrakinin edebi eğlencesidir.
cathy ladman: tüm dinler aynıdır; dinler temelde, farklı kutsal günlerinin yanı sıra, günahkarlıktır.
bertrand russell: üstün zekalı erkeklerin çok büyük çoğunluğu dine inanmaz; ancak bu gerçeği toplum içinde örtbas ederler; çünkü kazançlarını kaybetmekten korkarlar.
Kategori:
.kolaj,
#din,
andrew mueller,
bertrand russell,
cathy ladman,
emerson,
francis crick,
francisco ferrer,
morris r. cohen,
seneca
9.01.2018
utopia
insanlar seni her zaman hayal kırıklığına uğratır.
bir şeyi açıklayayım: güneş bu gezegene belirli miktarda enerji yollar. bu enerjiyi yiyecek, kıyafet, barınma vesaireye dönüştürürüz. bu hepimizi ayakta tuttu ve nüfusun bir milyar olması 30.000 yıl aldı. sonra eski zamandan kalma güneş ışığını kullanmanın yolunu bulduk: petrol ve kömürde gizli güneş ışığını. bundan geçinmeye başladık. ne oldu? sadece 130 yıl içinde nüfusumuz ikiye katlandı. bir sonraki milyar 30 yılı aldı. dört milyar sadece 14 yılda oldu. yüz yıl içinde, petrol ve kömür tükendiğinde ne olacağını düşünüyorsun? sadece bir milyarı ayakta tutabilen bir gezegende 10 milyar insan olduğunda? sanırım birbirimizi paramparça ederiz. sıtma mı? çare bulunması gereken tek hastalık biziz.
düşün. azalan kaynaklara sahip bir gezegende yaşıyoruz. biz sadece devamlılığı olan bir değişikliği tasarlayabilmeyi istedik. yaptık da. deney olarak başarılıydı. korkunç pek çok şey yaptım. ama yaptığımız şeyler doğruydu. beyazlar, zenciler, yahudiler... carvel'in öjenik üzerine olan sözüm ona çalışmasıyla ilgileniyorsundur. carvel yanlış anlaşılmıştı. tabii. aynı hitler gibi. o ırklardan bahsetmiyordu. hayatta kalmaktan bahsediyordu. gezegende 7 milyarı geçtik. ben doğduğumda 2 milyardan biraz fazlaydık. yiyecek fiyatları artıyor, petrolse bitiyor. kaynaklarımız 20 yıl içinde bittiğinde sadece paylaşacağımızı mı düşünüyorsunuz? cevabın bir çeşit soykırım mı? hayır, değil! soykırım değil. bizim cevabımız: janus. janus, protein ve aminoasit içeriyor. birbirlerinden bağımsızlarken zararsızlar. ama bir denekte bir araya getirdiğinde kromozomal bölünmeyi engelleyici olarak harekete geçiyor. hücre artık kendini yenilemez hale geliyor ve en nihayetinde kullanılmaz oluyor. değişim kalıcı. ve genetik. peki hangi hücreler hedefleniyor? doğurganlığı kontrol ediyor becky. janus'un amacı kısırlaştırmak. janus'un amacı bütün insan ırkını kısırlaştırmak.
janus, nüfusun %90-%95'ini etkiliyor. sadece 20'de birini bırakıyor. 100 yıla kalmaz nüfusun 500 milyona düşeceğini tahmin ediyoruz. o zamana kadar normal üreme oranları devam edebilir ama gezegen sanki boş olacak. hiçbir şey yapmamak delilik olurdu. bizi katliam yapmakla suçladınız. hiçbir şey yapmamak bir katliam. yiyeceğinin nereden geldiğini düşünüyorsun? dünyadaki tarım alanlarının üçte biri toprak bozulmasından dolayı kullanılamaz durumda ve beslememiz gereken boğaz sayısı artıyor. peki senin cevabın ne? enerji tasarruflu ampuller mi? bir şeyler yapıyoruz. bir şeyleri değiştiriyoruz. gezegende çevre üzerinde en büyük pozitif etkiyi kim yarattı biliyor musun? cengiz han. çünkü 40 milyon insanı katletti. toprağı ekecek kimse kalmadı. ormanlar yine büyüdü. karbon atmosferden dışarı atıldı. ve bu "canavar" olmasaydı 1 milyar insan daha bu ölü gezegende yer bulmak için birbirini itiyor olurdu. janus kimseyi katletmedi. bunda şiddet yok.
vicdanımda başka bin tane suç daha var. ama ne görüyorum biliyor musun? çöle dönen bir gezegen. binlerce, milyonlarca ruh aç ve ölüyor. janus ile bunu durdurabiliriz. bunu yapmamak milyarları açlığa ve ızdıraba mahkum etmek olur.
bir şeyi açıklayayım: güneş bu gezegene belirli miktarda enerji yollar. bu enerjiyi yiyecek, kıyafet, barınma vesaireye dönüştürürüz. bu hepimizi ayakta tuttu ve nüfusun bir milyar olması 30.000 yıl aldı. sonra eski zamandan kalma güneş ışığını kullanmanın yolunu bulduk: petrol ve kömürde gizli güneş ışığını. bundan geçinmeye başladık. ne oldu? sadece 130 yıl içinde nüfusumuz ikiye katlandı. bir sonraki milyar 30 yılı aldı. dört milyar sadece 14 yılda oldu. yüz yıl içinde, petrol ve kömür tükendiğinde ne olacağını düşünüyorsun? sadece bir milyarı ayakta tutabilen bir gezegende 10 milyar insan olduğunda? sanırım birbirimizi paramparça ederiz. sıtma mı? çare bulunması gereken tek hastalık biziz.
düşün. azalan kaynaklara sahip bir gezegende yaşıyoruz. biz sadece devamlılığı olan bir değişikliği tasarlayabilmeyi istedik. yaptık da. deney olarak başarılıydı. korkunç pek çok şey yaptım. ama yaptığımız şeyler doğruydu. beyazlar, zenciler, yahudiler... carvel'in öjenik üzerine olan sözüm ona çalışmasıyla ilgileniyorsundur. carvel yanlış anlaşılmıştı. tabii. aynı hitler gibi. o ırklardan bahsetmiyordu. hayatta kalmaktan bahsediyordu. gezegende 7 milyarı geçtik. ben doğduğumda 2 milyardan biraz fazlaydık. yiyecek fiyatları artıyor, petrolse bitiyor. kaynaklarımız 20 yıl içinde bittiğinde sadece paylaşacağımızı mı düşünüyorsunuz? cevabın bir çeşit soykırım mı? hayır, değil! soykırım değil. bizim cevabımız: janus. janus, protein ve aminoasit içeriyor. birbirlerinden bağımsızlarken zararsızlar. ama bir denekte bir araya getirdiğinde kromozomal bölünmeyi engelleyici olarak harekete geçiyor. hücre artık kendini yenilemez hale geliyor ve en nihayetinde kullanılmaz oluyor. değişim kalıcı. ve genetik. peki hangi hücreler hedefleniyor? doğurganlığı kontrol ediyor becky. janus'un amacı kısırlaştırmak. janus'un amacı bütün insan ırkını kısırlaştırmak.
janus, nüfusun %90-%95'ini etkiliyor. sadece 20'de birini bırakıyor. 100 yıla kalmaz nüfusun 500 milyona düşeceğini tahmin ediyoruz. o zamana kadar normal üreme oranları devam edebilir ama gezegen sanki boş olacak. hiçbir şey yapmamak delilik olurdu. bizi katliam yapmakla suçladınız. hiçbir şey yapmamak bir katliam. yiyeceğinin nereden geldiğini düşünüyorsun? dünyadaki tarım alanlarının üçte biri toprak bozulmasından dolayı kullanılamaz durumda ve beslememiz gereken boğaz sayısı artıyor. peki senin cevabın ne? enerji tasarruflu ampuller mi? bir şeyler yapıyoruz. bir şeyleri değiştiriyoruz. gezegende çevre üzerinde en büyük pozitif etkiyi kim yarattı biliyor musun? cengiz han. çünkü 40 milyon insanı katletti. toprağı ekecek kimse kalmadı. ormanlar yine büyüdü. karbon atmosferden dışarı atıldı. ve bu "canavar" olmasaydı 1 milyar insan daha bu ölü gezegende yer bulmak için birbirini itiyor olurdu. janus kimseyi katletmedi. bunda şiddet yok.
vicdanımda başka bin tane suç daha var. ama ne görüyorum biliyor musun? çöle dönen bir gezegen. binlerce, milyonlarca ruh aç ve ölüyor. janus ile bunu durdurabiliriz. bunu yapmamak milyarları açlığa ve ızdıraba mahkum etmek olur.