alphonse daudet
geceyi açıkta geçirmişseniz bilirsiniz ki, herkesin uyuduğu saatlerde, yalnızlığın ve sessizliğin içinden esrarlı bir âlem uyanır.
saat üçü çalıyor. bu, bütün ihtiyarların uyandığı saattir.
o zaman kaynaklar daha tiz perdeden şarkı söyler, göllerde küçücük alevler yanar. dağın bütün hayaletleri serbestçe gidip gelir, sanki dalların uzadığı, otun yerden bittiği duyuluyormuş gibi, havada sürtünmeler, fark edilmeyen gürültüler olur. gündüz, canlıların âlemidir; ama gece, eşyanın cümbüşü.. eğer alışık değilseniz, bu sizi korkutur.
nefretin aşkı öldürememesi garip şey.
ruhun bu nefis sarhoşluğunu siz de bilirsiniz, değil mi? artık insan ne düşünür, ne de hülyaya dalar. bütün benliğiniz sizden uzaklaşır, uçup gider, dağılır. insan, kâh denize doğru dalan bir mani, kâh güneşte iki dalga arasında yüzen köpük olur. an gelir, şu uzaklaşan vapurun beyaz dumanı, şu küçük geminin kırmızı yelkeni, şu su kabarcığı, şu sis yumağı, velhasıl kendinden başka her şey olur.
her şeyin yolunda gitmesi için intizam şarttır.
işte, madam, altın beyinli adam masalı. peri masallarına benzemesine rağmen, bu masal, başından sonuna kadar hakikattir. bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkum öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarım bile. özlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. bu, onların günlük ıstırabıdır. sonra bir gün, ıstırap çekmekten de bıkıp usanınca..
şevketliler, ağladıklarını kimseye göstermek istemezler.
bizim cenubun o güzel kış günlerinde, birkaç ılgın kökünün tüte tüte yandığı büyük ocağın yanında, tek başıma kalmayı pek severim. mistral veya tremontane esince kapı sarsılır, kamışlar inler. bütün bu sarsıntılar, etrafımdaki tabiatın o büyük deprenişinden küçücük bir aksi sedadır.
muazzam bir cereyanın kamçıladığı kış güneşi, dağılır, ışıklarını toplar, yayar. masmavi gökyüzünün altında büyük gölgeler koşuşur. ışık, kesik kesik gelir, gürültüler de öyle. sürülerin birdenbire duyulan çıngırak sesleri, bir anda rüzgâra karışır ve unutulur. daha sonra, sarsılan kapının altından, bir nakarat güzelliği ile tekrar gelir. zamanın en nefis saati, akşamın alacakaranlığında, avcıların dönüşünden biraz evvel başlar. artık rüzgâr sakinleşmiştir. bir an dışarıya çıkarım. büyük ve kıpkızıl güneş, alevler içinde, fakat hararetsiz, rahat rahat batar.
ortalık kararır ve gece, inerken nemli ve siyah kanadıyla size sürünür. ta ötede bir tüfek patlar ve namludan çıkan ateş, etrafındaki karaltıyla rengi bir kat daha kızaran bir yıldız parıltısıyla, yeri yalayarak geçip gider. aydınlığın tutunduğu yerlerde, hayat telaş içindedir. uzun bir ördek üçgeni, sanki yere konacakmış gibi alçaktan uçar. fakat lambası yanan kulübeyi görünce birdenbire uzaklaşır.
kafilenin başındaki ördek boynunu doğrultur ve yükselir. bütün arkasındakiler de acı acı bağırışarak daha yükseklere fırlarlar. çok geçmeden, yağmur sesini andıran sürekli bir tepinme, hızlı hızlı kulübeye doğru yaklaşır. çobanların çağırdığı, karmakarışık seğirtişleri ve ulumaları duyulan köpeklerin sıkıştırdığı binlerce koyun, ürkek ve serkeş, ağıllara doğru koşuşur. bu kıvır kıvır yün ve meleme girdabı, beni de kapar ve içine alır. bu coşkun denizde, çobanları, gölgeleri ile birlikte, sıçrayan dalgalar türüyor gibidir. sürülerin ardından, tanıdık ayak sesleri, neşeli konuşmalar gelir. kulübe dolar, canlanır, şenlenir. asma dalları alev alev yanar. herkes, ne kadar bitkinse o kadar candan kahkaha atar. tüfekler bir köşede, kocaman çizmeler karmakarışık atılmış, av çantaları boşalmış ve yanısıra, hepsi de kana bulanmış kızıl, altın sarısı, yeşil, gümüşü tüy yumakları. herkeste hayırlı bir yorgunluğun sersemliği vardır. sofra kurulmuştur. nefis bir yılan balığı çorbasının dumanları savrulunca herkes susar. kuvvetli iştahların bu derin sessizliğini, yalnız kapının önünde, çanaklarının içindekini yoklaya yoklaya yalayıp yutan köpeklerin vahşi hırıltıları bozar.