ahmet haşim
gazete idarehanesinde biriken edebi dergilerin yapraklarını karıştırıyorum. bunlar içinde güngörmüşleri, gençleri ve henüz yeni yayına başlamış olanları var. fakat kapakları çevrilerek içeriklerine göz atılınca derhal aralarındaki yaş farkları siliniyor ve hepsi de insana yeknesak bir buruşuk çehreyle bakıyor. aynı şeyşeri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne lüzum vardı?
bu mecmuaların sayfalarını açan okur sanki yanlışlıkla viranede bir bodrumun kapısını aralamış gibidir. burun keskin bir çürüme kokusuyla ırışıyor ve kulak güya yer altında bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir cemaatin iniltisi korkusuyla dikiliyor. bu keskin koku hangi leşten geliyor? şiirden! bu baykuş feryadını duyuranlar kim? şairler! her devrin şairleri!
bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiçbir genç ve sağlıklı insan yok mudur? bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki sesleri yalnız ah ve inleme perdesinden yükseliyor, sevgilileri onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini mütemadiyen ölüme çağırıyor?
şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe şair kelimesi müthiş bir hastalığın ismi gibi sağlıklı insanları elbette korku ve tiksintiyle titretecektir.