gustave flaubert
machaerous kalesi, ölü deniz'in doğu kıyısındaki bazalt bir tepenin koni biçimindeki doruğunda yükselirdi. kale, ikisi yanlarında, biri önünde, biri de arkasında olmak üzere dört derin vadi ile çevriliydi.
kalenin dibinde birbirine bitişik inşa edilmiş evler vardı. evler, toprağın engebeli olmasından dolayı yer yer yükselip alçalan duvardan bir çember içindeydi. kent kaleye kayalık arazide zikzaklar çizerek ilerleyen bir yolla bağlanıyordu.
kalenin çok köşeli ve üstünde mazgallar bulunan duvarları yaklaşık altmış metreydi ve uçurumun kenarında adeta taştan bir taç gibi asılı duran bu kalenin birçok yerinden sanki bu tacın mücevherleriymiş gibi duran süslü kuleler yükseliyordu.
kalenin içinde tentesi tahta direklerle desteklenmiş, firavun inciri ağaçlarından bir çeşit parmaklıkla çevrili terası olan ve sütunlu bir girişin süslediği bir saray vardı.
bir sabah, gün doğmadan önce, tetrark herodes-antipas, terasın parmaklıklarına dayandı ve etrafına bakındı. hemen altındaki dağların uçuruma uzanan etekleri henüz karanlıktaydı; ancak güneş dağların doruklarında yüzünü göstermeye başlamıştı. hava önceleri biraz sisliydi; ama az sonra sis dağıldı ve ölü deniz'in kıyıları görünmeye başladı.
machaerous'un arkasından yükselen güneş, ortalığa bir kızıllık yayıyordu. çok geçmeden dev kumsalı, tepeleri, çölü aydınlatmaya başladı ve daha ilerideki yahuda'nın tüm tepelerinin gri, engebeli yüzeyine doğru yol aldı.
tepelerden ortada olanı engaddi, siyah çizgi halinde bir gölge veriyordu. arka plana gömülmüş olan hebron'un tepesi bir kubbe gibi yuvarlaktı. eskol'da nar bahçeleri, sorek'te üzüm bağları, karmel'de susam tarlaları vardı ve devasa bir küp şeklindeki antonia kulesi kudüs'e hakimdi.
vali, gözlerini sağ tarafa, ceriko'nun palmiyelerine çevirdi ve hayalinde, celilesi'nin diğer şehirlerini ve belki de hiç dönemeyeceği kefernahum, endor, nasıra ve teberiye'yi canlandırdı. bu sırada kurak ovalar arasında ilerleyen ürdün nehri'ne takıldı gözleri. ova, kardan bir örtü gibi bembeyazdı ve göz kamaştırıyordu. göl şimdi lacivert bir taş levha gibi görünüyordu.
güney kıyısında, yemen sahilinde, epey uzakta olduğu için önceleri pek net seçemese de, görmekten pek hoşlanmadığı, kendisini endişelendiren bir şey fark etti: orada birçok kahverengi çadır kurulmuştu ve atların arasında mızraklı adamlar dolaşıyordu. sönmekte olan kamp ateşleri ise toprak yüzeyinde bir kıvılcım gibi parlıyordu. bunlar arap şeyhinin ordusuydu. antipas, bu şeyhin kızını hérodias ile evlenebilmek için reddetmişti.
o sırada hérodias, italya'da yaşayan ve iktidarda hak iddia etmeyen erkek kardeşlerinden biriyle evliydi. antipas, romalıların yardımını bekliyordu; ama suriye hükümdarı vitelius daha ortalıkta görünmediği için endişeden kendini yiyip bitiriyordu. belki de agrippa, vitelius'u, imparatorluk sarayında hezimete uğratmıştı. üçüncü kardeşi, batanya kralı philippe ise gizlice silahlanıyordu.
yahudiler, antipas'ın putperest yaşam biçimine artık katlanamıyor, öbür uluslar ise onu başlarında görmek istemiyorlardı. o ise iki plan arasında gidip geliyordu: arapları yumuşatmak ya da parthlılarla anlaşmak. bu yüzden doğum gününü kutlamak bahanesiyle düzenlediği büyük bir şölene, bölük komutanlarını, vekilharçlarını ve celile'nin ileri gelenlerini çağırmıştı.
keskin bir bakışla bütün yolları taradı. yollar boştu. kartallar havada, başının üstünde uçuşuyordu. muhafızlar sur duvarlarına yaslanmış uyukluyor, şatoda yaprak bile kımıldamıyordu.
birden, uzaklardan, toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir ses duyuldu. sesi daha iyi duymak için eğildi, önce bir şey anlayamadı, ama sonra ses tekrar yükseldi. antipas, ellerini çırparak, "mannaeus! mannaeus!" diye bağırdı.
hamam tellakları gibi belden yukarısı çıplak bir adam çıkageldi. uzun boylu, yaşlı ve pek zayıftı. belinde, bronz bir kının içinde pala taşıyordu. dik taranmış saçları, başını daha da uzun gösteriyordu. gözleri uykuluydu; ama dişleri bembeyaz parlıyor, döşeme taşlarının üstünde sessizce, ayaklarının ucuna basarak yürüyordu. vücudu maymununki gibi esnek, yüzü ise mumyanınki gibi donuktu.