andre malraux
savaş gibisi yoktur. hiçbir şey ondan kötü olamaz.
kan lekeleri karşısında önemini koruyabilecek tablo ne yazık ki yoktur.
duyarlığımızın, hatta hayatımızın savaşta esamisi bile okunmaz. savaş, diri vücutlara demir parçalarını sokabilmek için en olmayacak şeyleri yapmak demektir.
cesaret de örgütlenen, yaşayan, ölen bir şey; tıpkı tüfekler gibi, bakımını aksatmayacaksın onun da.
senin gözün pek olursa birliğinin de gözü pek olur anlamına gelmez ki bu, çokluk tersine. gerçek ödlek, yirmi kişide bir kişi ya çıkar ya çıkmaz; yirminin en az ikisi de yaradılıştan yiğittir, takımı kurarken birinciyi atacak, öbür ikisini en iyi şekilde kullanarak geri kalan on yediyi düzene koyacaksın, örgütleyeceksin yani.
göreni olmadı mı kahraman da yok. adamın kafasına yalnızlık dank edince anlıyor bunu. hani derler ya, körlerin ayrı bir dünyası var diye, yalnızların da öyle, namussuzum ki. yalnız kaldın mı birden fark ediyorsun kafandaki kendi benliğinin öteki dünyaya ilişkin bir fikir olduğunu. artık terk ettiğin dünyaya. bu dünyada bir şey sanabilirsin kendini, san sanabildiğin kadar ya, aslında kendini başkası sanan deliden farkın yok.
aslında her şeye katlanabilir insan: bir gün sonra kurşuna dizileceğini, kafayı bir vurursa elinde kalan hayat parçasından nice saatleri çarçur edeceğini bile bile uyumaya; bakıp bakıp bozuluyorum, direnmeye gücüm kalmıyor diye sevdiğinin resimlerini yırtıp atmaya; mazgal deliğinden dışarıya bir kere daha boş yere göz atabileyim diye köpek gibi zevkle sıçradığını fark etmek zilletine, her şeye canım, her şeye dedim ya! tokatlanır ya da kıyasıya dövülürken insanın katlanamadığı nedir biliyor musun, bu iş biter bitmez hemen öldürüleceğini iyice aklının kesmesi. ve yapılacak başka bir şey de olmaması.
ben ki en marksist subayım, aklımdan bile geçirmediğim bir şey öğrendim yenilerde: ancak ölümün öteki kıyısında rastlanabilen bir kardeşlik de varmış meğer.
yalnız, birader, başka bir şey daha var: fasta da savaştım ben. düelloya benzer bir şeydi orada savaşmak. burada, ateş hattında bambaşka şeyler duyuyor insan. ilk on gün geçti mi geçti, bir uyurgezere dönüyorsun artık. ölümü kanıksıyorsun; bütün bu toplar, tanklar, uçaklar, sana göre fazla makina. kısacası, alınyazısına kalıyor her şey. içine bundan sağ çıkamayacağın kanısı bir güzel yerleşiyor, yalnız katıldığın çarpışmadan da değil, savaşın bütününden. etkisini birkaç saat sonra gösterecek bir zehir içmiş adama, adak adamışlara benziyorsun, hayatın önünde değil, ardında artık. işte o zaman hayatın anlamı değişiyor birdenbire, birdenbire bambaşka bir gerçeğe varıyorsun: deli olan sen değilsin, ötekiler.
her zafer bir sürü kayıplar pahasına elde edilir. yalnız savaş alanlarında da değildir bu kayıplar.
gerçek savaş ne zaman başlar bilir misin, insanın kendisiyle çatıştığı anda. oraya kadar her şey fazlasıyla kolaydır. ama adam olmanın yolu da böyle zorlu çarpışmalardan geçer. istese de istemese de dünyayı kendi içinde bulmalı insan, hem de her zaman bulmalı: olanca sorunuyla.