george orwell
iki yıl önceydi. ağabeyim paris'e gelmişti. kendisi avukattır. annem, babam beni bulmasını, yemeğe çıkarmasını söylemişler. ikimiz, birbirimizi hiç sevmeyiz ama, annemize babamıza karşı gelmezsek daha iyi olur, diye düşündük. birlikte yemek yedik. ağabeyim üç şişe bordeaux şarabı içip de kafayı bulunca kendisini oteline götürdüm, yolda da bir şişe konyak aldım.
otele gelince ağabeyime kendisini ayıltacak bir şey diye bir su bardağı dolusu konyak içirdim. içti ve hemen sızıp külçe gibi yere yığıldı. kaldırıp sırtını karyolaya dayadım. ceplerini karıştırdım. bin yüz frank varmış, aldım, hemen aşağı indim ve bir taksiye atlayıp oradan kaçtım. ağabeyim adresimi bilmiyordu. güvendeydim.
bir erkeğin cebinde para olunca gideceği yer neresidir? bordel (genelev) elbette. fakat sanmayın ki, yapı işçilerinin gittikleri o adi yerlerden birine gittim. olacak şey mi? uygar adamız biz! cebimde bin frankla, anlayacağınız gibi, zor beğenir olmuştum. aradığımı ancak gece yarısından sonra bulabildim. pek şık giyinmiş, on sekiz yaşında bir gence rastlamıştım. üzerinde smokin vardı, saçlarını amerikalılar gibi kestirmişti. bulvarlardan uzak bir yerde, sessiz bir bistroda söyleşiyorduk. iyi anlaşmıştık delikanlıyla. şundan, bundan, çeşitli eğlencelerden söz ettik. sonra bir taksiye binip gittik.
taksi tenha bir sokakta durmuştu. sokağı öteki uçtaki tek bir havagazı fenerinin titrek ışığı aydınlatıyordu. yerde, taşların arasında koyu renk su birikintileri vardı. bir yanımızda bir manastırın yüksek, dümdüz duvarı uzanıyordu. rehberim beni dar ve yüksek, harap, pencereleri kapalı bir eve doğru yöneltti ve kapıya birkaç kez vurdu. ayak sesleri, kilit şakırtıları duyuldu, kapı aralandı. dışarıya bir el uzandı. avucu yukarıya dönük, görünümü çirkin bir eldi. burnumuza dayanmış para istiyordu. rehberim ayağını kapı arasında koydu ve "ne kadar istiyorsun?" diye sordu. "bin frank" dedi bir kadın sesi, "hemen ödeyin, yoksa giremezsiniz." bin frankı uzanan avuca koydum, geri kalan yüz frankı da beni getiren delikanlıya verdim. iyi geceler dileyip uzaklaştı.
içeride bir sesin paraları saydığını işittim. sonra, siyahlar giymiş, sıska, karga gibi bir kadın burnunu dışarı uzatıp beni kuşkulu bir bakışla süzdükten sonra içeri aldı. içerisi çok karanlıktı. kireç sıvalı duvarın ufak bir kesimine çipil bir ışık veren lambasız bir gaz bekinden başka bir şey göremiyordum; o da geri kalan her şeyin büsbütün karanlığa gömülmesine neden oluyordu. kötü bir şeyler seziliyordu ve toz vardı. ihtiyar kadın, bir şey söylemeden gaz bekine bir mum tutup yaktı, önünde durduğum taş geçitten geçip taş basamaklardan çıkmaya başladı.
"haydi" dedi, "bodruma iner, istediğinizi yaparsınız. ben hiçbir şey görmeyeceğim, hiçbir şey işitmeyeceğim, hiçbir şey bilmeyeceğim. istediğinizi yaparsınız, anlıyor musunuz? istediğiniz her şeyi."
ah, beyler, size anlatmama gerek var mı, bilmem. elbette, böyle durumlarda insanın içine düştüğü o titremeyi, o yarı ürküntü yarı neşe olan şeyi siz kendiniz de bilirsiniz. ellerimle yanımı yöremi yoklayarak aşağıya indim. kendi solumamı, kunduralarımın taşın üzerinde çıkardığı tırmalama sesini duyuyordum. bunların dışında tam bir sessizlik egemendi. merdivenin alt başında elime bir elektrik düğmesi geldi. çevirdim, tavanda on iki ampullük kırmızı bir avize yandı.
meğer, sıkı durun, bir mahzende değil, yatak odasındaymışım. geniş, zengin, cafcaflı bir yatak odasında. tabandan tepeye kıpkırmızıydı. düşünün bir hanımlar, beyler! yerde bir kırmızı halı, duvarlar kırmızı kağıtla kaplı, sandalyelere kırmızı pölüş geçirilmiş, tavan bile kırmızı, her yer kırmızı, ışık sanki kan dolu kaselerden fışkırıyormuş gibiydi.
odanın ta öteki ucunda kocaman, dört köşe bir yatak duruyordu. yatak örtüsü de geri kalan her şey gibi kırmızıydı. üzerine, kırmızı kadifeden bir şey giymiş bir genç kız uzanmıştı. beni görür görmez toparlanıp dizlerini kısa eteklerinin altında saklamaya çalıştı. kapıda durmuştum. "buraya gel, piliç!" diye kızı çağırdım. korktuğunu belli eder bir ses çıkardı. bir sıçrayışta yatağın yanına gittim. elimden kaçmaya çalışıyordu, fakat boynunu kavradım. direndi, ağlayıp aman diledi; ama sıkı sıkıya tutuyordum. başını arkaya devirdim, yüzüne bir iyi baktım. belki yirmisinde vardı. yüzü ablak, çekiciliği olmayan bir yüzdü, aptal bir çocuğun yüzü. fakat boya ve pudra ile kaplıydı. kırmızı ışık altında parlayan mavi, budala gözlerinde ancak bu tür kadınlarda rastlanan o afallamış, çarpık bakış vardı. kuşkusuz, annesi babası tarafından esir gibi satılmış bir köylü kızıydı.
hiçbir şey söylemeden kızı yataktan çekip yere fırlattım. sonra üzerine bir kaplan gibi atıldım. ah, o anın tadı, hiçbir şeye benzemez coşkusu! işte beyler, hanımlar, size anlatmak istediğim; işte aşk! gerçek aşk vardır, uğrunda çarpışılacak tek bir şey vardır; tüm becerilerinizi ve ülkülerinizi, tüm felsefe ve inançlarınızı, tüm ince sözlerinizi, yüce davranışlarınızı bir kül yığınına çevirecek, gölgede bırakacak tek şey vardır, gerçek aşk. insan bir kez aşkı, gerçek aşkı yaşadı mı, artık bu dünyada neşe hayalinden başka bir şey bulabilir mi?
gittikçe daha yabanıl bir biçimde saldırımı yineledim. kız yine kaçmaya çalıştı, yine bağışlayayım diye ağladı. güldüm. "bağışlamak mı?" dedim. ben buraya senin yalvarmanı seyretmeye mi geldim sanıyorsun? ben bin frankı bunun için mi ödedim sanıyorsun? yemin ederim, beyler, hanımlar, şu elimizi kolumuzu bağlayan başımızın belası yasa olmasa kızı o anda öldürürdüm.
ah, nasıl çığlıklar atıyordu, canını alıyorlarmış gibi acı çığlıklar. fakat işitecek kimse yoktu. paris sokaklarının altında, bir piramidin gizli odası gibi erişilemez bir yerdeydik. yaşlar kızın yanaklarından süzülürken eriyen pudra, yüzünde kirli izler bırakıyordu. ah, o bir daha geri gelmeyecek zaman! sizler, beyler, hanımlar, sizler ki aşkın bundan daha incesini yaşamamışsınız, sizin için böyle bir haz neredeyse düşlenemez bir şeydir. ben de artık gençliğimi geride bıraktığım için, -ah gençlik!- yaşamı artık bir daha hiçbir zaman bu kadar güzel olarak göremeyeceğim. bitti. evet, gitti, bir daha dönmemecesine.
ah, yoksulluk, yokluk, insanın hazlarının düş kırıklığına uğraması! çünkü, aslına bakılırsa, aşkın o en coşkun anı ne kadar sürer ki? hiç, bir an, belki bir saniye. bir saniyelik kendinden geçme, ötesi toz, kül, hiçlik.
işte öyle, bir an için o en yoğun mutluluğu, insanoğlunun erişebileceği en ulu, en ince şeyi yakaladım. o anda da bitmiş oldu. kalakaldım. elimde ne vardı? tüm yabanıl gücüm, tutkum solmuş bir gül gibi yaprak yaprak dökülüvermişti. donmuş, uyuşmuş kalmıştım; içimde belirsiz bir pişmanlık vardı. hatta, yerde ağlayan kıza bir çeşit acıma bile duyuyordum. böyle aşağılık heyecanların esiri olmak zorunda kalmamız ne kadar kötü, değil mi?
kıza bir daha bakmadım. tek isteğim oradan uzaklaşmaktı. acele acele merdivenleri tırmandım ve kendimi sokağa attım. dışarısı karanlıktı ve zehir gibi bir soğuk vardı. sokaklar bomboştu. ökçelerimin taşlar üzerinde çıkardığı ses sanki uzaklardan, bir boşluktan gelir gibiydi. tüm param bitmişti. taksiye verecek kadar bile bir şey kalmamıştı. soğuk ve boş odama yürüyerek döndüm.
işte, beyler, hanımlar, size anlatmaya söz verdiğim şey işte buydu. bu, aşk işte. yaşamımın en mutlu günü bu oldu.