jean dominique bauby
alexandre dumas okurlarına, yazarın karakterlerinden hangisi olarak yeniden dünyaya gelmek istediklerini sorsanız, oylar d'artagnan'a veya edmond dantes'e gider ve kimsenin aklına monte kristo kontu'ndaki uğursuz noirtier gelmez.
dumas tarafından boş bakışlı bir ceset, dörtte üçü mezara göre biçimlendirilmiş bir adam olarak betimlenen bu özürlü varlık, tüyleri diken diken eder. güç yoksunu ve sırların en korkunçlarını saklayan bu dilsiz emanetçi, hayatını bir tekerlekli sandalyede geçirmektedir ve yalnızca göz kırparak iletişim kurmaktadır: bir kırpış evet, iki kırpış hayır anlamına gelir.
aslında, kız torununun onu sevgiyle çağırdığı adıyla "noirtier dede" edebiyatta yer verilen ilk ve bugüne kadar da tek locked-in sendromu hastasıdır.
genelde rüyalarımı hatırlamam. gün doğduğunda senaryonun ucunu kaçırmış olurum ve görüntüler merhametsizce yok olur. peki, neden bu aralık rüyaları bir lazer ışını netliğinde hafızama kazındı? belki de bu, komaya girmenin bir kuralıdır. gerçekliğe dönemediğimiz için rüyaların buharlaşma lüksü olmuyordur da kesik kesik ilerleyen uzun bir görüntü oyunu oluşturmak için arka arkaya birikiyorlardır. bu akşam da bir kısmı aklıma geldi.
acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? ya da son durağı olmayan bir metro? peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para? sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. o zaman, ben gidiyorum.