30.08.2018
uzun lafın kısası
carl gustav jung: din, deneyimin mantık dışı gerçeklerine bağımlı olmak ve boyun eğmek demektir.
robert musil: okyanusları ve kıtaları oyun oynarcasına aşan modern ruh için hiçbir şey, bir sonraki köşeyi dönünce karşılaşılabilecek ruhlarla bağlantı kurmak kadar olanaksız değil.
raoul vaneigem: dinin kefaretini asla ödeyemeyeceği şey, doğayı mutlak anlamda bozucu bir anlayış olmasıdır.
cesare pavese: davranışlarında ve düşüncelerinde bir başka insanın varlığını hesaba katmadan bir gün geçirebildiğin zaman kendini yiğit bir insan sayabilirsin.
emil cioran: bir dinin insanlık dışılığının derecesi onun gücünün ve süresinin garantisidir. liberal bir din bir şaka ya da bir mucizedir.
dostoyevski: köylüler kara cahildir, hiçbir şeyden anlamazlar. köylünün yaşamı müzik, tiyatro, dergi, kitap okuma gibi estetik zevklerden yoksundur.
yuval noah harari: bir maymunu, ölümden sonra gideceği maymun cennetindeki sınırsız muzla kandırarak elindeki muzu vermeye asla ikna edemezsiniz.
jared diamond: insanın yaratıcılığı olmasaydı bugün hepimiz hâlâ yiyeceğimiz eti taş aletlerle kesiyor ve çiğ yiyor olacaktık, tıpkı bir milyon yıl önceki atalarımız gibi.
jiddu krishnamurti: karakteri yaratan şey, kahramana tapınmak veya bir idealin peşinden gitmek değil, zekadır. kişinin kendini anlaması, olağanüstü karmaşık benliğinin farkına varması, karakteri açığa çıkaran zekanın başlangıcıdır.
29.08.2018
tüfek, mikrop ve çelik
çağdaş dünyayı fetihler, salgın hastalıklar ve soykırımlar yoluyla biçimleyen şey, eşit olmayan halklar arasındaki karşılıklı ilişkilerin tarihidir.
tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti; ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu, o halkların biyolojik farklılıklarından dolayı değil.
yaşayan en yakın akrabamız, büyük insansı maymunun hayatta kalmış olan üç türüdür: goril, sıradan şempanze ve bonobo olarak da bilinen cüce şempanze.
aztek imparatoru montezuma, cortes'i geri dönen tanrıları sanarak ve küçük ordusuyla birlikte onu aztek başkenti tenochtitlan'a buyur ederek büyük bir hata işlemiştir. sonuçta cortes, montezuma'yı esir almış, tenochtitlan'ı ve aztek imparatorluğu'nu ele geçirmiştir.
insanlık tarihinin temel olgularından biri, güneybatı asya'nın (dağlık arazi hilal biçiminde olduğu için) bereketli hilal denen kısmının tarihte ilk önemli bölge olmasıdır. kentlerin, yazının, imparatorlukların, (iyi ya da kötü) uygarlık dediğimiz şeyin ve uzun bir zincir oluşturan bütün gelişmelerin başlangıç noktası burası olmuş gibi görünüyor.
gelişmelerin kökeninde yatan şey, çiftçilik yapmayan uzmanları tarım ürünü ve çiftlik hayvanı biçimindeki yiyecek üretimi sayesinde doyurabilme olanağı, depolanmış yiyecek fazlası ve kalabalık nüfustur. bereketli hilal'de ortaya çıkan yeniliklerin ilki yiyecek üretimiydi. o yüzden de çağdaş dünyanın nereden başladığını anlamak isteyenler, bereketli hilal'de evcilleştirilmiş bitki ve hayvanların bu yöreye niçin önemli ölçüde öne geçme olanağı sağladığı sorusuna bir yanıt bulmalıdır.
yeni gine'nin yüksek bölgelerinde yaşayan çocukların karınları şiştir. çok yiyen ama az protein alanlarda görülür bu.
anahtar
vıcık vıcık yapışkan, bir sürü gereksiz oyunlara başvurma isteği tüm erkeklerin ortak noktası mıdır acaba?
kocam bu senenin 1 ocak günü yazdıklarında benim hakkımda, "doğuştan sinsidir, gizemli işlere bayılır. bir şeyi bilse de, bilmiyormuş gibi yapar; aklından geçenleri sözcüklere dökmeyi pek sevmez," diyor. bunda haklı olduğunu reddedemem. genel olarak bakılırsa, benden çok daha doğrudan bir adam olduğu için, bu yazdıklarında haklı olduğunu kabul etmem gerek; ama sözlerinin tamamen doğru olmadığını da belirtmem gerek.
söz gelimi, "karım bu günlüğün çalışma odamdaki çekmecelerden birinde olduğunu mutlaka biliyordur." ve "tutup da kocasının günlüğünü gizlice okumaya kalkmaz." diyor, ama, "kesinlikle öyledir diye kestirip atmamak için gerekçelerim var." da diyor. "bu yıldan itibaren çekinmeyeceğim." diyor; ama aslında sonraki satırlarda itiraf ettiği gibi, "aksine içten içe okumasını göze aldım; hatta ümit ediyorum." diyor.
asıl niyetinin bu olduğunu anında çözmüştüm. 4 ocak günü kitaplığındaki nergis çiçeklerinin önüne, çekmece anahtarını mahsus bırakması ben günlüğünü okuyayım diye içinin içini yediğinin bir kanıtıydı. fakat böylesi bir hileye başvurmasına hiç gerek yoktu. çok önceden beri gizli gizli okuduğumu burada itiraf edeyim.
günlüğümün 4 ocak kısmında, "ben o günlüğü asla okumam. kendi belirlediğim sınırları aşıp da kocamın ruh halinin içlerine kadar girmeye de kalkmam. ben kendi ruh halimi insanların bilmesinden hoşlanmadığım gibi, başkalarının yüreklerinin derinliklerine dalmayı da sevmem." demiştim; ama doğrusunu söylemek gerekirse bu, yalandı. "kendi ruh halimi insanların bilmesinden hoşlanmam." ama "başkalarının yüreklerinin derinliklerine dalmayı" severim.
onunla evlenmemizin ertesi gününden itibaren, arada sırada onun günlüğünü gizlice okumayı alışkanlık haline getirmiştim. onun, "günlüğünü küçük masanın çekmecesine koyarak kilitlediğini, anahtarını da bazen kitaplığın farklı yerlerine, bazen de halının altına gizlediğini" çok eskiden beri biliyordum ve "günlüğü açıp okumaya kalmayacak bir kadın" nitelemesinin benimle alakası yok.
kocam 27 şubat günü, "evet, tahmin ettiğim gibi. karım günlük tutuyor." diyerek, "birkaç gün öncesinden beri farkına varmıştım." diyor; ama aslında, çok öncesinden beri haberdar olduğundan ve gizlice okuduğundan eminim. ben de, "günlük tuttuğumu kocamın öğrenmesine neden olacak bir hatayı asla işlemem." ve "benim gibi yüreğindekileri başkalarına açmayan bir insanın, en azından kendisiyle konuşması gerekir." derken yalan söylüyordum.
ben kocamın, bana söylemeden okumasını istiyordum. "kendi kendime bir şeyler anlatmak" istediğim gerçekti; ama kocamın okumasını sağlamak da amaçlarımdan biriydi. öyleyse niye ses çıkarmayan kaz derisi kâğıtlar kullandın, seloteyple ağzını kapattın diyecek olursanız, doğuştan gizemli işlere bayıldığımdan başka bir yanıt veremem.
bu gizemcilik, benimle bu konuda alay eden kocamda da yeterince vardı. kocam da ben de, karşılıklı olarak birbirimizin gizlice okuduğunu bildiğimiz halde, önümüze duvarlar örmüş, engeller çıkararak işi iyice dolambaçlı hale getirmiştik. bir diğer nokta, karşımızdakinin hedefe ulaşıp ulaşmadığını bulanık hale getirmek de bizim eğlencemizdi. benim o zahmete girerek seloteyp kullanmış olmam, kendim için olmaktan ziyade, kocamın o zevki yaşamasını sağlamak içindi.
28.08.2018
yanlış tanık
helen nielsen
kaderin oyuncağıdır insanoğlu; onu değiştirmek elinde değildir. insanoğlu toz üstüne yığılmış tozdur.
bir gün dediğimiz, geri bırakılmış şimdiden başka bir şey değildir.
tecrübe, analizden her zaman daha sağlamdır.
körü körüne bir atılış içerisindeydim. bu kör atılışlar da çoğu zaman insanları kör yollara sürükler.
insanoğlunun aklını yakından öğrendikçe, tanıdıkça, kişileri tutsak etmenin de değişik yollarını öğreniyoruz.
bir insan ömrünün sonuna kadar hayaletlerle yaşayamaz ki.. evinin kapılarını, pencerelerini aç; bırak temiz hava, güneş girsin içeri, hayaletleri dışarı kovala. daha çok gençsin, önünde uzun yıllar var.
çok evlilikler böyle. insanlar karşılarındakinden, çevrelerinden çok şeyler bekliyorlar. gerçek sevgiyi, aşkı bulan o kadar az ki.. evlilik tıpkı o dağ trenine benzer. o derece mükemmel işlerse bir evlilik yürür, yoksa..
bazı anlar vardır ki, içgüdü mantığı bastırır; ne yapmamız gerekiyorsa yapar, sonra onu anlamaya çalışırız.
bir profesyonel ile, çok ilgili de olsa bir amatör arasında büyük farklar vardır.
gözü kapalı olarak bilinmeyen, doğaüstü şeylere atılmak, inanmak yersizdir. esrar diye bir şey yoktur, yalnızca cehalet vardır. bir sırrın gücü, bilinmezliğinde gizlidir. bir kere açıklandı mı her şey aydınlanır. ilmin gayesi de budur zaten: insanoğluna karanlıklara hakim olma gücünü sağlamak. ya da insanlığı egemenliği altına alma gücünü sağlamak. her zaman bu tehlikeyle burun burunayız, kıymetli dostum!
yeryüzünde gerçeği duydukları zaman ona inanan o kadar az insan kaldı ki..
hayal kurma yeteneği! işte bununla -yalnız bu düşünceyle- dünyaya yepyeni bir biçim verilebilir. çöküş bağışlanamaz. bu duvarların yıkılmasına, çökmesine izin verilmemeli.
mahvetme gücü insanın beynindedir. diğer bütün silahlar güçsüz birer oyuncaktır. cengiz han bunu bilmiş olsaydı yeryüzü egemenliğini eline geçirirdi.
hitler bir aptaldı. yaptıklarıyla önceleri yakından ilgilendim -hoşuma gitmek değil- ilgi yalnızca, dikkatinizi çekerim. fakat adamın stili yoktu. uçak, tank, top.. bunların, kılıçlardan ne farkı var ki? zorbalık, şiddet; direnmeyi, karşı koymayı doğurur. o da bu yola girdi ve yenildi, insanlara baş eğdirmek için şiddetin, zorbalığın seçilmesi hiçbir zaman başarıya ulaşamaz. yalnızca korkunç bir direnmeye yol açar ve inatçı bir sessizlik içerisinde düşmanlarının mahvına neden olur. sıkı bir direnme, inatçı bir suskunluk ve düşmanın yenilgisi! yönetilen düşünce başarıya ulaşacaktır, yönetilen araç değil.
27.08.2018
aynalar
kakao güneşe ihtiyaç duymaz; çünkü onu içinde taşır. içindeki güneşten çikolatanın bize verdiği zevk ve keyif doğar.
bu dünyada yazılan ilk kitap, ölmeyi reddeden kral gılgamış'ın maceralarını anlatır.
dante, muhammed'in terörist olduğunu düşünüyordu. yoksa onu, sonsuza kadar işkence görme cezasına çarptırarak cehennemin katlarından birine yerleştirmezdi. onu gördüğümde, demişti "ilahi komedya" adlı eserinde, sakalından göbeğinin altına kadar bir yarık açılmıştı bedeninde.
homoseksüellerin cezadan kurtulmak için kadın kılığına girip fahişelik yapmalarından dolayı on beşinci asrın sonlarında venedik'te fuhuş sektörü çalışanlarına memelerini açıkta bırakma zorunluluğu getirildi. fahişelerin, çıplak göğüslerini müşteri çekmeye çalıştıkları evlerin penceresinden göstermeleri gerekiyordu.
işini kaybetme paniği, bu korku çağında bize hükmeden bütün korkuların içinde en güçlü hissedilen korkulardan biridir.
marşlar, genel bir kural olarak tehditler, küfürler, kendi kendini övmeler, savaşın yüceltilmesi aracılığıyla ve öldürmenin ya da ölmenin ne kadar onurlu bir görev olduğunun dile getirilmesi suretiyle ulusların kimliklerini teyit eder.
ilk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke haiti olmuştur. köleliği ingiltere'den üç yıl önce, yeni kazandığı bağımsızlığını kutlarken ve unutulmuş yerli ismini tekrar elde ederken, şenlik ateşlerinin güneşinin aydınlattığı bir gecede kaldırmıştır.
şu cümle, ilk gastronomi kitapçığının yazarı brillat-savarin'e atfedilir: "bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."
evrensel edebiyatın ilk aşk şiiri, yerle bir edilmesinden binlerce yıl önce ırak'ta doğdu:
"şarkıcı süslesin şarkılarıyla
sana anlatacağım öyküyü"
şiir, bir tanrıçayla bir çobanın buluşmasını sümer dilinde anlatır. tanrıça inanna o gece sanki ölümlüymüş gibi sevdi. çoban dumuzi ise bu gece boyunca ölümsüz oldu.
arthur conan doyle sir unvanı aldı ve bunu sherlock holmes'e borçlu değildi. yazarın soyluluk unvanı almasının sebebi emperyal davaya hizmet etmek için kaleme aldığı propaganda eserleriydi.
dünyanın güneyinde insan hayatı çok ucuzdur.
franco döneminde adalet yukarıda, kürsünün yüksek kısmında, kara cübbesine bürünmüş olan mahkeme başkanı oturuyor. onun sağında avukat, solundaysa savcı. daha aşağıdaki basamaklar, sanıkların oturduğu sıra henüz boş. yeni bir duruşma başlayacak. hakim alfonso hernandez pardo, mübaşire seslenir: "mahkumu getirsinler."
ilk başta bizim ebemiz olan zaman, gün gelecek celladımız olacak. dün, zaman bizi emzirdi ama yarın yiyecek.
biten aşk, sıkan hayat, ezip geçen ölüm. kaçınılmaz acılar vardır, bu böyledir, elden bir şey gelmez. ancak gezegendeki otoriteler acıya acı eklerler ve bize yaptıkları bu iyiliğin parasını alırlar. katma değer vergisini her gün, nakit parayla tıkır tıkır öderiz. katma acı vergisini her gün, mutsuzlukla tıkır tıkır öderiz. katma acı, hayatın geçiciliğinden doğan kederle işin geçiciliğinden doğan keder sanki aynı şeymiş gibi, kaderin kaçınılmazlığının kılığına giriyor.
26.08.2018
bilim
valerie solanas
"yüksek" eğitim sistemimizin katılığı, sıkıcılığı, pahalılığı, zaman tüketiciliği ve adaletsiz dışlayıcılığı bir sürü potansiyel bilim insanının bilimsel kariyerden uzaklaşmasına yol açar.
kendi konumlarını kıskançlıkla korumaya çalışan güvensiz profesyoneller, soyut bilimsel kavramları yalnızca çok seçkin birkaç kişinin kavrayabileceği yönündeki propagandayı yayar.
şu anda öyle bir veri serveti var ki, düzenlenip bağlantılandırılsa kanserin ve daha birçok başka hastalığın tedavisi mümkün olacak ve büyük bir ihtimalle hayatın anahtarı bulunacaktır. ama bu veriler o kadar büyüktür ki bunları hepsinin bağlantılandırılması çok yüksek hıza sahip bilgisayarları gerektirir.
para sisteminin yeni ürünlere karşı doymak bilmez bir ihtiyacı vardır.
şu anda ortalardaki az sayıda bilim insanı arasından, ölüm programları üzerinde çalışmayanların çoğunluğu, büyük işletmeler için araştırma programlarında çalışmaktadır.
para sistemi, yaratıcılığı en az olan bilim insanlarına yöneliktir. bilim insanlarının çoğu, en azından görece zengin ailelerden gelir.
25.08.2018
stefan zweig
insanların dikkatini çekmeyen, gösterişsiz ve özgür bir yaşam tarzını benimsemiş, kararlı bir şekilde tüm ödülleri ve saygı gösterilerini reddetmişti.
mesafeli kişiliğini babasından almış gibiydi, özel notlarında aile üyelerine ilişkin notlara çok seyrek rastlanır.
dönemin anlayışına göre, okulun tek önemli görevi, 'bizi geri bırakmak değilse de, ileriye götürmek de değildir.'
onun doğası, uyumsuzlukları dengeleyen, beraberlik ruhu taşıyan, başka dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de olduğunu kabul eden bir öze sahiptir.
politikaya girmeyi hep reddetmiştir. bir kez bile oy kullanmamıştır. sanatçı politikayla uğraşmamalıdır.
özeleştiri: kendi şiiri olgunlaşmamıştır, duygu yüklüdür, sadece biçim üzerinde ukalaca oynanmış oyun oynama zevkinin ürünü olan el sanatından başka bir şey değildir. bol miktarda sıfat kullanılıp benzetmelere yer verilmiştir.
o zirveyi oluşturan coşku bende yok. sarhoşluk duygusu veren heyecan. her zaman aklım duygularıma biraz baskın çıkıyor.
tanrıya inancın yerini özgür, akıllı, yaratıcı insana inanç alır.
verhaeren'in yaşamındaki en büyük amaç bireysel özgürlüktür. hayatından hoşnut olduğu için bağımsızdır. çalışmayı günlük bir gereklilik olarak görmektedir. kendini beğendiği için ya da hırslı olduğu için değil, aksine yaratıcılık gerektiren işinde entelektüel ve ruhsal yeteneklerinin gelişmesini sağlamak için çalışmaktadır.
özgüven duygusunun oldukça zayıf olduğunu düşünen zweig, kendisine ve yaptığı işlere karşı hayli eleştireldir. sistematik düşünce yönteminden yoksun olduğu görüşündedir. oysa doktora çalışması bu iddiayı çürütmektedir. doğru kurgulanmıştır ve mantık yönünden inandırıcıdır.
anlaşılması zor psikolojik olaylar benim üzerimde açıkça huzursuzluk yaratan bir etkiye sahip, nedenleri hissetmek.. benim ilgimi çekiyor, garip insanlar sadece varlıklarıyla bile, bende onları tanıma isteği uyandırabiliyor.
yakın olma ile mesafeli kalma arasındaki önemli ilişki içinde o, anlatı figürlerinin gizemli davranışlarının ipucunu bulmaya ve onların hareketlerinin ve acılarının köklerine inmeye çalışır. neden öyle olmak zorunda olduklarını, nasıl olduklarını okuyucuya anlatabilmek ister.
yerleşik bir yurttaş değildir, iç dünyasında gerilimli ve huzursuzdur.
zweig, mekan değiştirme güdüsüne sadece kendi iç dengelerini kurmak için değil deneyimlerini artırmak ve ruhen gençleşmek için de gereksinim duyar. "gezide olduğum zaman bütün bağlar birdenbire kopuyor, kendimi sıkıntılarımdan arınmış, bağımsız ve özgür hissediyorum. bütün geçmiş yıllar geri geliyor, hiçbir şey önemini kaybetmiş geçmiş değil, her şey tüm çekiciliğiyle en başta."
zweig kendisini hala bağlanmak istemeyen ve bağlanamayan bir çırak, bir öğrenci olarak görmektedir. bu yüzden geçici olanı sever. ona bağımsız bir yaşam olanağı sunan yeni evi de onun için bir dinlenme yerinden, büyük yolculukları arasında bir kaçış noktasından başka bir şey değildir.
adaletten söz eden kişinin adil olamayacağını öğrenir.
bir kadına söyleyeceklerini, sözcükleri gereksiz kılan bir bakışla anlatmaya alışmış biri. duygudan eser yok.
zweig, kız arkadaşına zaman zaman "büyük tavşanım" diye seslenir. çok anlamlı bir hitaptır bu; çünkü frederike zamanla, stefan'ın tam anlamıyla homme a femmes olduğunu ve çıktığı birçok gezinin hemen hepsinde sayısız "küçük tavşan"la birlikte olduğunu anlar.
gönüllü asker olarak savaşa gitme planlarını kafasından geçiren prag'daki hassas franz kafka bile, kendisine çoktan önlem olsun diye ağır asker çizmeleri almış, savaşa gitme şansına nail olan harekete hazır askerleri kıskançlıkla izlemiştir.
yenilgi, yenilgiye uğramış olanları ruhsal yönden zenginleştirir.
yahudilerin tekrar bir ulus olmasını ve böylece gerçekliğin rekabetine maruz kalmalarını istemiyor olmak..
zweig'ın tarihsel belge olarak değerlendirdiği bir söylentiye göre türkler, 1453'te yanlışlıkla açık unutulmuş kale kapısından geçerek kente girmiş ve istanbul'u almışlardır.
tarihin adil olup olmadığı söylenemez; çünkü etik bir ölçütü yoktur. ama adalet üzerine değil şiddet üzerine kurulduğu için, zaferi elinde bulunduranlarla işbirliği içindedir.
uyguladığı yöntem sayesinde fazlalıkları atarak 1000 sayfalık bir metni 200 sayfaya indirdiği çok görülmüştür.
rusya gezisinde çantasında bulduğu bir mektup: size söylenen her şeye inanmayınız. size bir şeyleri gösterirken birçok şeyi de gizlediklerini unutmayınız. sizinle konuşan insanların genellikle, size gerçekten söylemek istediklerini değil, size söylemeye izinli oldukları şeyleri dile getirdiklerini unutmayınız. biz hepimiz gözetleniyoruz, siz de aynı şekilde. çevirmeniniz her sözünüzü aktarıyor. telefonunuz dinleniyor ve attığınız her adım kontrol ediliyor.
esasında hayatla ilgili çok şey yaşandı. bundan sonrasının inişten başka bir şey olmayacağı kesin.
nazilerin seçim zaferini; gençliğin, ulaşılmaz politikaya karşı, belki akıllıca değil ama özünde doğal ve tamamen hoşgörülebilir bir başkaldırısı olarak yorumlar.
gerçekdışı ne varsa yüzsüzce kanatlarını açmış havalanıyor, gerçeğin kendisi ise yasadışı. kanalizasyonlar açıkta akıyor ve insanlara onun kokusu çok güzelmiş gibi geliyor.
o yalnızca bir fazlalık gibidir artık
şu hastalıklı dünyada
güneş ışığı kendisidir yalnızca (benno geider)
mülteci olmayı, dengeleri bozan bir tür rahatsızlık, tehdit edici bir kimlik kaybı olarak değerlendirir.
pasifizm barışta gereksiz, savaşta çılgınlık, barış zamanında güçsüzlük, savaş zamanında ise çaresizlik.
friderike'nin neşeli ve canlı kişiliğinin tersine, lotte'nin başkasına muhtaç yapısı, koşulsuz bağlılığı, yeniden bunalıma düşen zweig'a pek yardımcı olmaz.
60. doğum günü: altmış yaşında biri olarak zaten sarsıntıya uğramış ve yarı yarıya tükenmişsinizdir. artık istemiyorum, sadece bu kararı uygulamakta tereddüt ediyorum. başkalarının hiç tahmin edemeyecekleri zor bir şeyin yaklaştığını görüyorum.
montaigne için en güzel ölüm gönüllü ölümdür.
yaşam başkalarının, ölümse bizim istencimize bağlıdır.
intiharla gelen ölüm: 22 şubat 1942: stefan zweig avusturya doğumludur, birkaç ay önce ingiliz vatandaşlığına geçmiştir ve tam 60 yaşındadır. 33 yaşındaki karısı, elisabeth charlotte, kızlık soyadı altmann.. ağır uyku hapları almışlar.
özgür iradem ve açık bilincimle yaşama veda etmeden önce, son bir görevi mutlaka yerine getirmek istiyorum. bana ve çalışmalarıma oldukça iyi ve konuksever bir dinlenme ortamı sunan bu harika ülke brezilya'ya içten teşekkürler. her geçen gün bu ülkeyi sevmeyi daha çok öğrendim, dilini konuştuğum ülkenin dünyası çöktükten, manevi yurdum avrupa kendini yok ettikten sonra, yaşamımı yeniden başka hiçbir yerde kuramazdım.
ama altmış yaşından sonra, yeni bir hayata başlamak için, özel güçlere gereksinim duyuluyor. bendeki güçlerse yıllardır yersiz yurtsuz dolaşmaktan dolayı tükendi. tam zamanında ve elim ayağım tutarken, zihinsel faaliyetleri, her zaman için yeryüzünün en hissedilir sevinci, kişisel özgürlüğü ve en değerli serveti olarak gören bir yaşama son vermeyi, daha doğru buluyorum.
bütün dostlara selam gönderiyorum! uzun bir geceden sonra, yeni bir günün doğduğunu da görecekler! fazlasıyla sabırsız olan ben, onlardan önce gidiyorum.
arkadaşları, yaşamını tamamen şahsi malı olarak gören isyankar adama kırılırlar.
thomas mann: "yine bizden biri, şiddet yoluyla dünyayı değiştirenlere karşı direnmekten vazgeçerek, pes ederek, intihar ederek amansız düşmanı onurlandırma hakkına sahip miydi? o, tüm bunlarla ilgilenemeyecek kadar güçlü bir bireydi."
benim psikolojik bunalımlarımın hiçbir gerçek nedeni yok.
yarattığı edebi kişiler, özellikle de uzunöykülerinde intiharı düşünür veya gerçekten intihar ederler. hassas kişilikleri nedeniyle ruhsal yönden tehdit altındadırlar ve kendilerini yaşama sıkı sıkıya bağlı hissetmezler.
dinin yanılsama yoluyla, arzuların yerine getirildiği bir model olduğunu düşünen freud gibi o da, yoksun kalmanın, acı çekmenin ve hastalıkların, dinle ilgili tasarımların kökü olduğuna inanmıştı. öncelikle hastalık, hastaya soru sormayı, düşünmeyi, dua etmeyi, boşluğa yönelttiği ürkütücü bakışına son vermeyi ve korkusunu aktaracağı bir varlık bulmayı öğretir. ilk olarak, din duygusunu, tanrı düşüncesini insana var ettiren şey, acı duymaktır.
onun dini insana inanmaktı. insana yakışır iyimser düşüncelerle inşa ettiği düşlerdeki saray yıkıntıların arasında kalınca, zweig en son barınağı olan ölüme sığınmıştır.
carneiro: bu kadar gururlu olmasaydı, kuşkusuz yaşamın üstesinden gelebilirdi ve biz bu acıları yaşamak durumunda kalmazdık. (bilim akademisi başkanı)
zweig üretken bir yazardı; şiirler, sanat ve kültürle ilgili yazılar, meslektaşlarının yazmış olduğu yapıtlara giriş bölümleri, çeviriler, öyküler, bir adet bitmiş, iki adet bitmemiş roman, biyografiler ve monografiler, denemeler, tiyatro oyunları ve söylenceler ve bir de libretto yazmıştır. bunlardan başka sayısı 20.000 ile 30.000'i bulan mektubu vardır. insel yayınevi'nin sahibi anton kippenberg, kendi yayınevinin yazarı zweig'ın bir fabrikanın ortağı olduğunu öğrendiğinde şöyle demişti: ne, zweig'ın bir de fabrikası mı var?
aşk
olgun bir insan ilk görüşte âşık olmaz. âşık olmak, insanın atlayacağı suyun ne kadar derin olduğunun bilincinde olmasıyla başlar.
ilk görüşte âşık olduğumuz kişiler, zihinde bestelenen senfoniler kadar muhteşemdirler.
severek evlenmişsen sonunda büyük olasılıkla soğumuş oluyorsun ondan; sevmeyerek evlenmişsen sonunda o kadar da kötü olmadığını keşfedebilirsin.
la rochefoucauld: aşkın varlığından habersiz olsalardı asla âşık olmayacak insanlar vardır.
olmadık yerlerde güzellikler bulmak, sıradan olanın büyüsüne kapılmayı reddetmektir.
pascal: insanın tüm mutsuzluğu, odasında tek başına duramamasından kaynaklanır.
erdemli duygular, acının bereketli topraklarında kendiliğinden gelişir.
oscar wilde'ın gümrüğe tabi bir şeyi olup olmadığını soran gümrük memuruna verdiği yanıt, "yalnızca deham" olmuştu.
her âşık oluş, oscar wilde'a kulak verecek olursak, umudun kendini bilmişliğe karşı zaferidir.
yanında zayıf davranabileceğim kadar seviyor musun beni? herkes gücü sever, ama sen beni zaaflarımla seviyor musun? asıl sınav budur. yitirebileceğim her şeyden arınmış olsam, yalnızca ömür boyu sahip olacağım şeyler için sever misin beni?
telefon aygıtı, aramayan sevgilinin şeytani ellerine düşmüşse bir tür işkence aletine dönüşür.
22.08.2018
tarih ve ütopya
bir tibet metninde "vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece." denir. ben o kadar uzağa gitmeyeceğim: çocukluğumun manzarası için dünyanın bütün manzaralarını verirdim.
otuzundan önce hiçbir aşırılık biçiminin büyüsüne kapılmamış birine hayran mı olmalıyım, hor mu görmeliyim onu; bir aziz mi, yoksa bir kadavra olarak mı değerlendirmeliyim, bilmiyorum.
kuvvetten düştüğümüz ölçüde, uslu uslu çocukluk içine yuvarlandığımız, başkalarını sevgi veya nefret yoluyla rahatsız etmeye halimiz kalmadığı zaman hoşgörülü biri oluruz ancak.
aslında adaletsizliğin özüdür bu toplum. sergilediği nimetlerden, gurur duyduğu o bereketten bir tek avareler, asalaklar, rezillik uzmanları, irili ufaklı itler istifade etmektedir: yüzeyde bir nefaset bolluğu.
liberal toplum "esrar"ı, "mutlak"ı ve "düzen"i tasfiye etti; gerçek bir kamu düzeni kadar gerçek metafiziği de kalmadığından, bireyi birey yapan derinliğinden uzaklaştırarak kendi başına bıraktı.
böbürlenme krizlerimde, kendimi çapulculuğuyla ünlü bir sürünün artçısı, gönülden bir turanlı, bozkırların meşru mirasçısı, moğolların sonuncusu zannetmeye meylederim.
dünyada hiçbir yerle değişmeyeceğim bu şehir, tam da bu sebepten, mutsuzluklarımın kaynağıdır.
hiçbir şey, kendi ilkel temeline, kökenlerinin çağrısına direnme zorunluluğu kadar mutsuz kılmaz kişiyi.
yolum hangi büyük kente düşse, orada her gün ayaklanmaların, katliamların, aşağılık bir kasaplığın, bir dünya sonu kargaşasının başlamıyor olmasına hayran olurum.
verimlilikten daha şaibeli bir şey yoktur. eğer saflığı arıyorsanız, herhangi bir iç şeffaflık iddiasındaysanız hiç gecikmeden yeteneklerinizden feragat edin, fiiller döngüsünden çıkın, insani olanın dışına yerleşin, dindar bir deyişle söyleyecek olursak "kul sohbetleri"nden vazgeçin.
kolektif bir yorgunluğun suç ortaklığı olmaksızın rubicon da olmaz.
reddedişlerimiz ne kadar acımasız olursa olsun, özlediğimiz şeyleri tam olarak yıkmayız: düşlerimiz, uyanışlarımızdan ve tahlillerimizden sonra da ayakta kalırlar.
bir fikir doğrudan vaatlerle ne kadar yüklü olursa zafer kazanma şansı da o kadar olacaktır.
varlığımızın en derininden başka hiçbir yerde cennet yoktur, tıpkı benliğimizin benliği gibi; üstelik onu bulmak için de, vakti dolmuş ve muhtemel tüm cennetleri dolaşmış, fanatizmin hoyratlığıyla onları sevmiş ya da onlardan nefret etmiş, göz diktikten sonra da hayal kırıklığının maharetiyle onları elinin tersiyle itmiş olmak gerekir.
21.08.2018
orada
19.08.2018
felsefe mutluluktur
beyhude, beyhude, her şey beyhudedir!
seneca farkında olmadan ecclesiastes'teki öncelinin mesajını tekrar ederek bunu kafalara sokmak ister gibidir: "kendini beğenmiş kişiye, hak etmediği ilgi, saygı ve hayranlığı göstererek kendini küçük düşürme!"
"ister amansız bir yazgının pençesinde olalım, ister evrenin sahibi olarak tanrı bütün şeyleri buyurmuş olsun, isterse de insana dair olaylar tamamen şansa bağlı olsun; bizi koruma görevi felsefenindir. bizi neşeyle tanrı'ya ve isyankârlıkla talihe boyun eğmemizi teşvik edecek olan felsefedir; tanrı'yı nasıl takip edeceğinizi ve onun size hangi lütfu yollayabileceğini duymanızı size felsefe gösterecektir."
stoacı filozofların uzun soyunda, seneca'nın ardılı olan marcus aurelius da bu görüşe katılır ve okurlarına şöyle bir nasihatte bulunur: "göreviniz dik durmaktır, birileri tarafından dik tutulmak değil."
bunu da şöyle açıklar: "her şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, bedenlerimiz maddi dünyada kayboluyor, anılar zamanla yitip gidiyor; duyularla algılanan bütün nesneler -özellikle de verdiği hazla bizi kendimizden geçiren, yaşattığı acıyla korkutan ya da anlamsız şeylerden zevk almamızı sağlayan şeyler- nasıl da ucuz, aşağılık, adi, geçici ve ruhsuzlar.. bedene dair her şey bir nehir gibi sürüklenip gidiyor; zihnin bütün ürünleriyse rüyalar ve sanrılardan ibaret. peki, yolculuğumuzda bize ne eşlik edebilir? bir tek şey, yalnızca bir tek şey: felsefe."
marcus aurelius'un nasihati, gündelik koşuşturmacadan, aşağılık her şeyden uzak durmaktır; çünkü bunlar geçici, ucuz ve adidir: "dünyevi şeyleri çok yüksek bir noktadan aşağı bakıyormuşçasına görün."
böyle yaparak, mutluluk vaadini yerine getirmeyecek, getiremeyecek şeylerin aldatıcı cazibesinden kaçınmış ve hüsranla son bulacak baştan çıkmalara karşı direnmiş olursunuz. bütün amaçsız gezilerinizdeki deneyiminizden biliyorsunuz ki iyi yaşamı hiçbir yerde -ne mantıkta, ne zenginlikte, ne şöhrette, ne de sefahatte- bulamadınız. o zaman nerede bulacaksınız? insan doğasının gerektirdiği şeyi yaparak, dürtülerinizi ve eylemlerinizi yönetecek ilkeler edinerek bulacaksınız.
peki bu ilkeler ne olmalıydı? marcus aurelius "herhangi bir yeteneksizlik ya da kabiliyetsizlik mazeretine mahal vermeden" herkes tarafından uygulanabilecek şekilde belirlenmiş bazı ilkeleri şöyle sıralar: dürüstlük, şeref, sıkı çalışma, özveri, kanaatkârlık, tutumluluk, şefkat, bağımsızlık, sadelik, sağgörü, yüce gönüllülük. "unutma ki seni yönlendiren zihnin kendi kendine yetebildiğinde yenilmez olur. tutkulardan kurtulmuş bir zihin kale gibidir, insanların sığınabileceği daha güçlü bir yer yoktur."
aurelius'un, mutluluk arayışında olanların nihai sığınağı olarak kişiliği ve vicdanı saptadığını söyleyebiliriz: başka bir yerde ardında varis ya da vasiyet bırakmadan yitip gitmeye mahkum olan mutluluk düşlerinin hüsrana uğramayacağı tek yer. marcus aurelius'un ileri sürdüğü mutluluk reçetesi kendi kendine yeterlidir, kendine gönderme yapar ve hepsinden önemlisi kendi kendini sınırlayıcıdır. "hatalı yolları bilip onlardan sakının, doğanın dayattığı ve kaçışın olmadığı sınırları kabul edin. değişken olup hiçbir sınır tanımasalar da tutkular sizi yoldan çıkaracaktır; ama neyse ki tutkuları etkisiz ve güçsüz kılacak güçlü bir silah olan akla da sahipsiniz. mutlu bir yaşamın sırrı tutkularınızı dizginlemek, aklınızıysa dörtnala koşturmaktır."
yüzyıllar sonra blaise pascal, seneca ve marcus aurelius'un mesajlarını harmanladı ve birleşimlerinin ortak özünü damıttı: "insanlık onurumu aramam gereken yer uzam değil, düşünce yapımdır. toprak sahibi olmanın bana faydası olmayacaktır. evren uzam yoluyla beni kavrar ve bir parçacık gibi içine çeker; bense düşünce yoluyla evreni kavrarım."
bununla birlikte pascal'ın da ekleyiverdiği gibi, asıl sorun, birçok insanın çoğu zaman akla yatkın bu nasihate aksi yönde davranmalarıdır. mutluluğu, bulunamayacak yerlerde ararlar. pascal en unutulmaz cümlelerinden birini şöyle bitirir: "mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir."
çizgili pijamalı çocuk
bir ev; bir sokak, bir şehir ya da tuğla ve harç gibi yapay şeyler değildir. ev, insanın ailesinin olduğu yerdir.
bir adamın geceleri gökyüzüne bakması onu astronom yapmaz.
bay liszt, özellikle tarih ve coğrafyaya meraklıydı, oysa bruno okumayı ve sanatı tercih ediyordu. "o şeylerin sana faydası yok." diye ısrar etti öğretmen. bu çağda, bu zamanda sosyal bilimleri iyi anlamak çok daha önemli.
iyi asker diye bir şey yoktur.
"kitaplar önemli değil mi?" diye sordu bruno. "dünya için önemli olan şeylerle ilgili kitaplar, elbette önemli." diye açıkladı bay liszt. "hikâye kitapları değil. hiç olmamış şeyleri anlatan kitaplar değil."
keşfetmekle önemli olan, keşfettiğin şeyin bulunmaya değer olup olmadığı. bazı şeyler orada kendi hallerinde duruyor ve keşfedilmeyi bekliyor, amerika gibi. bazı şeyleri de keşfetmemek daha iyi, bir dolabın arkasındaki ölü fare gibi.
ben büyüyünce kaşif olacağım, dedi bruno, başını hızla sallayarak. şu anda kaşiflerle ilgili okumaktan başka bir şey yapamıyorum; ama en azından bunun da iyi bir yanı var; kaşif olduğumda onların yaptığı hataları yapmayacağım.
öyle anlar vardır ki abla ile kardeş işkence aletlerini bir kenara bırakıp uygar insanlar gibi konuşabilirler.
"düşünme lüksüne sahip değiliz." dedi anne, evlendiklerinde büyükanne ve büyükbabanın verdiği 64 bardaklık setin bulunduğu kutuyu açarken. "bazı insanlar bizim için bütün kararları veriyorlar."
tam olarak fark neydi? kendi kendine düşündü: hangi insanların çizgili pijama, hangilerinin üniforma giyeceğine kim karar vermişti?
bu, bruno ile ailesinin hikâyesinin sonu. elbette tüm bunlar çok uzun zaman önce oldu ve böyle bir şey bir daha asla olamaz. bu zamanda ve bu çağda tabii ki.
18.08.2018
hölderlin, kleist, nietzsche
hölderlin, kleist ve nietzsche'de ilk göze çarpan şey onların dünyayla olan bağlantısızlıklarıdır.
üçünün de karısı ve çocuğu yoktur -tıpkı kan kardeşleri beethoven ve michelangelo gibi-, evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler.
dünyevi hiçbir şeye sahip değillerdir: ne kleist, ne hölderlin ne de nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu. hiçbir şey onların malı değildi, kiralık iskemlelerde oturup kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular. hiçbir yere kök salmadılar, kıskanç şeytanın eşi olmayı kabul etmiş olan bu insanları eros bile uzun süre bağlamayı başaramadı.
dostlukları kırılgandı, konumları ufalanıveriyordu, eserleri gelir getirmiyordu: her zaman elleri boş kalıyor, sürekli boşluğa yazıyorlardı. böylece, goethe'ninki berrak, düzenli bir yörüngede ilerlerken, onların varoluşları meteorvari, tedirgin, kayan yıldızlar gibi başıboştu.
goethe'nin kökleri sağlamdı ve giderek daha derine, daha derine iniyordu. karısı, çocuğu ve torunları vardı, kadınlar hayatını renklendiriyor, sayıları az ama sağlam dostları yanından hiç eksik olmuyordu. geniş, ferah bir evde yaşıyordu, her taraf koleksiyonlarla, nadir eşyalarla doluydu, yarım yüzyıldan uzun süredir isminin etrafını saran sıcak, koruyucu bir ün içinde yaşıyordu. makamı ve gururu vardı, saray danışmanı ve ekselanstı. dünyanın bütün unvanları geniş göğsünde parlıyordu.
diğerlerinde zihinsel uçuş gücü nasıl büyüyorsa onda da dünyevi çekim gücü o kadar büyüyordu. böylece varlığı yıllar geçtikçe daha yerleşik, daha güven içinde oluyordu (oysa diğerleri giderek daha uçucu, daha geçici oluyor; avlanan hayvanlar gibi yeryüzünde koşturup duruyorlardı). o neredeyse orası kendi ben'inin merkezi ve aynı zamanda da ulusun zihinsel odağı oluyordu. ayağını sağlam bir noktaya basıp, sakin-hareket halinde dünyayı kucaklıyordu ve onun dünyaya bağlılığı insanların çok ötesine taşıyor, oradan eğilip bitkilere, hayvanlara ve taşlara uzanıyordu ve yaratıcı bir şekilde doğayla birleşiyordu.
böylece şeytanın efendisi hayatının sonunda (diğerleri dionysos gibi kendi tebaası tarafından parçalanırken) güçlü bir varlık haline geliyordu. goethe'nin varoluşu tek stratejik dünya zaferidir; diğerleri ise kahramanca, ama hiçbir zaman planlı olmayan çarpışmalar içinde yeryüzünden sürülürler ve sonsuzluğa sığınırlar. onlar dünyaüstü olanla birleşmek için kendilerini topraktan şiddetle koparmak zorundaydılar. goethe'nin ise sonsuzluğa erişmek için topraktan bir adım bile ayrılması gerekmiyordu; ağır ağır, sabırla ilerliyordu ona doğru.
yöntemi öylesine kapitalistçeydi ki, her yıl uygun bir parça deneyimi zihinsel bir kazanç olarak bir kenara ayırıyordu; yıl sonunda da özenli bir tüccar olarak bunları düzenli bir şekilde "günlüklerine" ve envanterine kaydediyor, hayatı boyunca, tarladan ürün toplar gibi faiz topluyordu.
ama diğerleri bir kumarcı gibi işletiyorlardı varlıklarını, muazzam bir umursamazlıkla durmadan bütün servetlerini dünyaya saçıyor, bütün varoluşlarını tek bir karta yatırıyor, sonsuz ölçüde kazanıp sonsuz ölçüde kaybediyorlardı; şeytansa yavaş, kumbarada biriktirir gibi kazanmaktan nefret ediyordu. goethe gibi birine varoluşun en önemli şeyi olarak görünen deneyimlerin onlar için hiçbir değeri yoktu: böylece çektikleri acılardan güçlenmiş bir duygudan başka hiçbir şey kazanmıyorlardı ve hayalperest olarak, kutsal yabancı olarak kendilerini kaybediyorlardı.
oysa goethe sürekli öğreniyordu, hayatın kitabı onun için aralıksız olarak açık duran bir ödevdi; inançla, satır satır, canla başla çalışarak, sabırla üstesinden gelmesi gerekiyordu. kendini sürekli bir öğrenci gibi hissediyordu ve şu esrarengiz sözü söylemeye çok zaman sonra cesaret edebildi: "yaşamı öğrendim, verin bana, tanrılar, zamanı."
ama onlar hayatı ne öğrenilebilir görüyordu, ne de öğrenmeye değer. sahip oldukları yüksek sezgiler onlar için kavramaktan ve duyusal deneyimden çok daha önemliydi. dehanın onlara bahşetmediği şey, onlara verilmedi. sadece onun parlak zenginliğinden paylarına düşeni aldılar. yalnızca içlerinden gelenin, kızgın duygularının kendilerini yükseltmesine ve germesine izin veriyorlardı. böylece ateş onların elementi, alev edimleri oluyordu ve onları yükselten bu yakıcı şey bütün hayatı da ellerinden çekip alıyordu.
kleist, hölderlin, nietzsche hayatlarının sonunda, başlangıcındakinden daha terk edilmiş, dünyaya daha yabancı ve daha yalnızdılar; oysa goethe her zaman, son anda bile zengindi. sadece içlerindeki şeytan daha güçlenmiş, sadece sonsuzluk onlara daha çok hakim olmuştu. bu, kendi güzelliği içinde hayat yoksulluğu ve kendi mutluluk yoksulluğu içinde güzellikti.
hayata bu tümüyle iki kutuplu bakıştan, dehayla derin bir akrabalık içinde, gerçeklikle kurdukları çeşitli değer ilişkileri doğuyordu. her şeytani doğa, yetersizlik olarak gördüğü gerçekliği küçümser. onlar -hölderlin, kleist, nietzsche, her biri farklı bir tarzda- var olan düzene karşı asiler, başkaldıranlar ve isyankarlar olarak kaldılar. onun peşinden gitmektense parçalamayı tercih ettiler; ölümcül noktaya kadar, yok oluşa varıncaya kadar sarsılmaz uyuşmazlıklarını sürdürdüler. bunun sonucunda kendileri ihtişamlı trajik karakterler, hayatları tragedya oldu.
buna karşın goethe -kendisi hakkında ne kadar da açıktı!- kendini küçük atlara emanet ediyordu, bir tragedya kahramanı olarak doğmuş gibi hissetmiyordu; "çünkü onun doğası uysal"dı. o diğerleri gibi savaş istemiyordu, o, -"uzlaşmış, sözleşmiş güçtü",- denge ve uyum istiyordu. kendini müminlikten başka bir sözcükle adlandırılamayacak bir duyguya bırakmıştı, çok yüksek, en yüksek güce bırakmıştı ve o gücün her biçimini ve her evresini seviyordu: "her ne şekilde olursa olsun, hayat, iyidir."
o işkence edilenler, kovulanlar, sürülenler, şeytan tarafından yeryüzünde oradan oraya savrulan yabancılar için böyle bir gerçekliğe yüksek; hatta herhangi bir değer vermek bile anlamsızdı. onlar sadece sonsuzluğu tanıyorlardı ve ona ulaşmanın tek yolu olarak da sanatı. bu yüzden sanatı hayatın üzerine koyuyorlardı, şiiri gerçekliğin üstüne. michelangelo gibi çekiçlerini binlerce taş blokuna kör bir öfkeyle indiriyor, kor gibi kızararak, gün geçtikçe fanatikleşen bir tutkuyla, varoluşlarının karanlık dehlizleri boyunca, rüyalarının en derin yerlerinde hissettikleri o kıvılcımlar saçan taşa vurdukça vuruyorlardı.
oysa goethe -leonardo gibi- sanatı sadece bir parça, bu güzelim hayatın binlerce biçiminden biri olarak hissediyor; ona bilim kadar, felsefe kadar değer veriyordu. ama işte sadece bir parça olarak, hayatının etkili, küçük bir parçası olarak. bu yüzden şeytani olanın biçimleri giderek daha yoğun hale geliyor, goethe'ninkilerse daha seyreliyor, genişliyordu. onlar varlıklarını sürekli muazzam bir tek yönlülüğe, radikal bir zorunluluğa dönüştürüyor, goethe ise giderek daha kucaklayıcı bir evrenselliğe doğru gidiyordu.
şeytani-olmayan goethe'de her şey, varoluşa duyduğu bu sevgi yoluyla emniyeti, bilgece bir kendini korumayı hedefliyordu. gerçek varoluşu bu küçümseyiş yüzünden, şeytani olanlarda ise her şey oyuna, tehlikeye, şiddetle kendini genişletmeye çabalıyor ve kendini yok etmeyle son buluyordu.
nasıl goethe'de bütün güçler merkezcilse, yani dıştan merkeze doğru toplanıyorsa, onlarda da güç dürtüsü merkezkaç yönelimliydi, hayat iç çemberinden dışa doğru sıkıştırıyor, kaçınılmaz olarak da onu yırtıyordu. ve bu dışa akış şekilsiz olana, evrene doğru akma isteği en çok da onların müziğe olan eğilimlerinde belirgin şekilde yüceliyordu. orada tümüyle kıyısız, tümüyle biçimsiz kendi elementlerine doğru akabiliyorlardı. çöküşe yönelenler özellikle nietzsche ve hölderlin oluyor, hatta sert karakterli kleist bile onun büyüsüne kapılıyordu. akıl esrime içinde, dil de ritim içinde tümüyle dağılıyordu. her zaman (lenau'da da) zihnin şeytani düşüşü müzik tarafından sarmalanıyordu.
oysa goethe'nin müziğe karşı "ihtiyatlı bir yaklaşımı" vardı: onun iradeyi varlıksız olana çeken o baştan çıkarıcı gücünden korkuyor ve güçlü olduğu anlarda onu -hatta beethoven'ı bile- şiddetle geri püskürtüyor, sadece zayıf olduğu zamanlarda, hastalık ya da aşktan zayıf düştüğü anlarda kendini ona açıyordu. onun gerçek elementi ise resimdi, görsellikti; dahası kesin biçim sunan, belirsiz olana, şekilsiz olana, akışkan olana ve dağılıp giden her şeye sınır koyan, maddenin akıp gitmesini engelleyen her şeydi. ötekiler bağları çözeni, özgürlüğe götüreni, duyguların kaosuna geri sürükleyeni severken, onda var olan kendini koruma dürtüsü, bireyin sağlamlığını destekleyen her şeye, düzene, norma, forma ve kanuna tutunuyordu.
daha yüzlerce benzetmeyle, şeytanın efendisi ile şairleri arasındaki bu verimli karşıtlığı renklendirmek mümkün. "her zaman daha açık seçik olan yerine, sadece geometrik olanı seçtim." goethe'nin hayat formülü bir çember çiziyordu: kapalı çizgi, tam bir yuvarlaklık ve varoluşu tamamen kapsama, kendi içinde ebedi dönüş, sarsılmaz merkezle sonsuz arasında hep aynı mesafe, içten dışa doğru çok yönlü büyüme. bu yüzden onun varoluşunda gerçek bir doruk noktası da yoktur, üretiminin zirvesi yoktur; varlığı bütün zamanlarda bütün yönlere doğru eşit ve eksiksiz bir yuvarlaklıkla sonsuzluğa doğru büyür.
buna karşın şeytani olanın biçimi bir parabole işaret eder: tek bir yöne doğru hızlı, sıçramalı bir yükseliş, yukarıdakine, sonsuz olana doğru yükselirken keskin bir dönüş ve aniden düşüş. en yüksek noktası -şiirsel ve hayat anı olarak- yıkılıştan hemen öncesidir. hatta o onunla birlikte esrarengiz bir şekilde akar. bu yüzden şeytani olanın, hölderlin'in, kleist'ın, nietzsche'nin çöküşleri de kaderlerinin bütünleyici parçasıdır. ancak o tamamlar onların ruh portrelerini, tıpkı parabolün düşüşünün geometrik figürü tamamlaması gibi.
buna karşın goethe'nin ölümü, tamamlanmış daire içinde sadece fark edilmeyen bir parçadır, hayat resmine önemli hiçbir şey eklemez. gerçekten de onun ölümü diğerleri gibi mistik, kahramansı ve efsanevi olmamıştır, tersine yatakta, yaşlı ve -yaratıcı bir halk efsanesinin de dediği gibi, daha fazla ışık, kehanetimsi, sembolik bir şey katmak istediği- saygın bir ölümdür. böyle bir hayatın sadece bir sonu vardır; çünkü kendi içinde tamamlanmıştır. şeytani olanlarınki ise bir çöküştür, alev alev yanan bir kaderdir. ölüm, varoluşlarının yoksulluğuna karşı bir bedeldir ve vedalarına mistik bir güç ekler: hayatı bir tragedya olarak yaşayanların ölümü de kahramanlar gibi olur.
temel parçalarına ayrılıncaya kadar tutkuyla kendini adamak, kendini oluşturma anlamında tutkuyla muhafaza etmek; şeytanla savaşın bu iki biçimi de yüreğin en yüksek kahramanlığını gerektirir, her ikisi de zihinde muazzam zaferler bahşeder. goethevari hayat biçimi ve şeytanvari yaratıcı çöküş; ikisi de, ama her biri farklı bir sanatsal anlayış içinde, aynı görevi, entelektüel bireyin o biricik görevini yerine getirir: varoluşa ölçüsüz talepler yöneltme görevini.
eğer burada onların karakterlerini karşı karşıya getiriyorsam, bu sadece onların imgesel güzelliklerini iki kat daha belirgin göstermek içindir, bir karar vermeye zorlamak için değil; hele goethe sağlığı, diğerleri hastalığı, goethe normali, diğerleri patolojik olanı temsil ediyormuş türünden daha kullanışlı ve son derece sıradan, klinik yorumları teşvik etmek için hiç değil. "patolojik" sözcüğü sadece aşağıda, dünyada üretici olmayan durumlar için geçerlidir. çünkü ebedi bir şey yaratan hastalık artık hastalık değildir, bilakis fazlasıyla sağlıklı, en sağlıklı olmanın bir biçimidir.
eğer şeytani olan, hayatın en dış sınırında duruyorsa ve ayak basılamaz olana, ayak basılmamış olana doğru eğilmişse, o zaman bu, insani olanın özündeki cevherdir ve bütünüyle doğanın çemberi içindedir. zira o bile, bizzat doğa bile binlerce yıldır tohuma büyüme zamanlarını hiç aksatmadan ekleyip duran ve anne karnındaki çocuğa sabırla gün sayan doğa bile, böylesi şeytani anları tanır; onun da -fırtınalarda, kasırgalarda, sellerde- güçlerini tehlikeli şekilde geren ve kendini yok etmenin en son sınırına kadar vardıran patlama ve taşma anları vardır. o da bazen sakin akışını keser -kuşkusuz nadiren yapar bunu, şeytanla böylesine savaşan insanların insanlık içinde ortaya çıkışı kadar nadirdir bu-, ancak o zaman, ancak aşırılığından onu bütün boyutlarıyla fark edebiliriz.
sadece ender olan genişletebilir zihnimizi, sadece yeni bir şiddet karşısında ürperirken büyür duygularımız. bu yüzden, sıradışı olan, bütün büyüklüklerin ölçüsüdür. ve her zaman -en sersemletici ve en tehlikeli kişiliklerde bile- yaratıcı olan, bütün değerlerin üstünde bir değer, zihinlerimizin üstünde bir zihindir.
var olmak
tanner kardeşler
mutsuz bir sanatçı, mutsuz bir kral gibidir.
insan ne kadar sert bir hayat sürdürmüşse, o kadar ılımlı yaşamayı öğrenir. gençliğinde sert yaşamış kişi, ilerde nadiren sert tavırlar takınır; hatta bir daha asla sertlik yapmamayı arzu eder.
en değerli şeyler rastlantılardır.
yazmak ve yazılanı hiç düzeltmemek, en uç noktasındaki amaçtan yoksunluk ile en tepe noktadaki amacın tam da mükemmel bir şekilde iç içe geçmesidir.
korunmasız insanlar, güçlülerdeki acı verme isteğini çok kolay kışkırtırlar.
kendi hedefleri olmayan kişi, başkalarının hedefleri, çıkarları ve amaçları için yaşar.
fakir insanların genellikle atak, çarpan, sıcak bir kalpleri vardır; zenginlerinse soğuk, geniş, ısıtılmış, kapitone ve perçinli kalpleri.
her halükarda bir erkek için dünyadaki en öğretici şey kadınlardır.
benim deneyimime göre, din hayat aşkıdır, toprağa içten bağlılıktır, anın coşkusudur, güzelliğe duyulan güvendir, insanlara duyulan inançtır, dostlar sofrasındaki kaygısızlıktır, felaketler karşısında sorumsuzluk hissidir, ölürken gülümsemektir ve hayatın sunduğu her girişim fırsatını değerlendirme cesaretidir.
17.08.2018
a beautiful mind
insanlarla pek geçinemem. ilkokul öğretmenim bana fazla gelişmiş bir beynim ama hiç gelişmemiş bir kalbim olduğunu söylemişti. gerçek şu ki insanlardan pek hoşlanmam. onlar da benden hoşlanmaz.
dersler ancak kafa bulandırır. gerçek yaratıcılık ihtimalini yok eder.
benimle yatman için ne söylemem gerektiğini bilmiyorum ama tüm gerekenleri söylediğimi varsayabilir miyiz? ne de olsa, basit bir sıvı alışverişinden bahsediyoruz. yani hemen seks kısmına geçebilir miyiz?
rekabet ortamında, birileri daima kaybeder. eğer hepimiz sarışına asılırsak birbirimizin önünü keseriz. hiçbirimiz onu elde edemeyiz. sonra arkadaşlarına asılırız ama hiçbiri bize yüz vermez; çünkü kimse ikinci tercih olmaktan hoşlanmaz. peki ya kimse sarışına asılmazsa? birbirimizin yoluna çıkmayız ve diğer kızları da aşağılamamış oluruz. hepimizin kazanmasının tek yolu bu. hepimizin biriyle yatmasının tek yolu bu.
adam smith şöyle demişti "en iyi sonucu almak için gruptaki herkesin, kendisi için en iyi olanı yapması gerekir." doğru. ama eksik. çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendisi, hem de gruptaki diğerleri için en iyiyi yapmalı.
robert oppenheimer: bir dahi, sorudan önce cevabı görür.
hüküm vermek, işin içinde olmayanların tattığı bir ayrıcalıktır.
tanrı bir ressam olmalı. yoksa neden bu kadar renk olsun ki?
arkadaş canlısı gibi görünmek için davranışlarımı cilalamak zorunda olmak bana fazlasıyla zor geliyor. doğrudan konuya girerek bilgi akışını hızlandırmak gibi bir eğilimim vardır. ama sonuç her zaman pek hoş olmuyor. seni çekici buluyorum. bana karşı olan saldırganca davranışların senin de beni çekici bulduğunu gösteriyor. ama adet yerini bulsun diye seks yapmadan bazı platonik davranışlarda bulunmamız gerekiyor. ben de kurallara uymaya çalışıyorum ama aslında tek istediğim seninle bir an önce sevişmek. şimdi beni tokatlayacak mısın?
şizofreninin kabusu neyin doğru olduğunu bilmemektir. düşünsenize, hayatınızdaki en önemli kişilerin, yerlerin ve anıların yok olmadığını, ölmediğini; ama daha kötüsü aslında hiç var olmadığını birdenbire öğrenseydiniz ne olurdu? bu nasıl bir cehennem olurdu?
bütün rüyalarımız ve kabuslarımız için aynı şey geçerli değil mi? canlı kalmaları için onları beslemen gerek.
hayallerim benim geçmişim. geçmiş kimsenin peşini bırakmaz.
her zaman sayılara inandım. insanı akla götüren denklemlere ve mantığa. ama bir hayat boyu bunların peşinde koştuktan sonra, gerçekte mantık nedir diye düşünüyorum. bir şeyin akıllıca olduğuna kim karar veriyor? bu arayışım sonucu çeşitli safhalardan geçtim; fiziksel metafizik hayallerle dolu ve başa döndüm. kariyerimin en önemli buluşunu yaptım. hayatımın en önemli buluşunu. mantıklı nedenler yalnızca aşkın gizemli denklemlerinde bulunur. sevgilim, bu gece burada olmamı tamamen sana borçluyum. varlık sebebimi borçluyum. bütün sorularımın cevabı sensin. sana teşekkür ederim.