thomas bernhard
o bir aforizma yazarıydı, sayısız deyişleri vardı. düşünsel dar solukluluğun aşağı seviyeli bir sanatı bu.
belli kişiler, özellikle de fransa'da geçinmişler bu işle ve de geçinmekteler, hastabakıcıların gece masalarının eksik filozofları yani, bütün o deyişlerini zaman içinde doktorların bekleme odalarındaki duvarlarda okuduğumuz takvim filozofları da.
olumlu ya da olumsuz tüm deyişler aynı biçimde iğrençtir.
ben bu aforizma yazma işinden kurtulamadım; ve onları yok ederek iyi ediyorum; çünkü günün birinde hasta odaları ve papaz evi duvarlarının onlarla kaplanmasını istemem. tıpkı goethe, lichtenberg ve yoldaşlarıyla kaplandığı gibi.
filozof olamayacağım için, açıkça söylemeliyim ki, hiç de bilinçsizce değil, aforizmacı yaptım kendimi, şu iğrenç biçimde felsefeye katılanlardan biri yaptım, binlercesinden birine dönüştürdüm, dedi, diye düşündüm.
akla gelen çok küçük şeylerle büyük etki yaratmak ve insanlığı aldatmak. aslında ben o sınırsız vicdansızlıkları ve o asla iyileşmez küstahlıklarıyla geyik böceklerinin geyiklere katılması gibi, filozofların arasına katılan aforizmacılardan başka bir şey değilim.
bir şey içmezsek susuzluktan ölürüz, bir şey yemezsek açlıktan ölürüz. tüm aforizmalar sonuçta buraya varır, eğer novalis'ten değillerse; ama novalis bile bir yığın saçma şey söylemiştir. çölde suyun hasretini çekeriz, pascal ilkesinin anlattığı bu.
çok dikkatle bakarsak, büyük felsefi tasarımlardan bize kalan yalnızca acınacak bir deyiş tadıdır. hangi felsefe olursa olsun, hangi filozof söz konusu olursa olsun, tüm yeteneklerimizle, yani tüm zihinsel araçlarımızla da uğraşsak, bir şeyler gene de ufalanır.
durmadan düşünce bilimlerinden söz ediyorum; ama bu düşünce bilimlerinin ne olduğunu bile bilmiyorum, hiç haberim yok. felsefeden söz ediyorum ve felsefenin ne olduğundan haberim yok. varoluştan söz ediyorum ve bundan haberim yok.
bizim çıkış noktamız her zaman hiçbir şey bilmememiz ve bu konuda hiçbir fikrimizin olmaması. bir şeye yaklaştığımız anda, her alanda emrimizde olan olağanüstü çok malzeme karşısında boğulup kalıyoruz, gerçek bu. bunun böyle olduğunu bildiğimiz halde, o düşünsel sorular diye adlandırdığımız şeylerle uğraşıyoruz durmadan. imkansıza bırakıyoruz kendimizi, yani düşünsel üretim yaratmaya. çılgınlık bu!
aslında her şeye yetenekliyiz; ama gene aslında hiçbir şeyde başarılı olamıyoruz. tek bir başarılı cümleye sıkışıp kalmış bizim büyük filozoflar, bizim en büyük ozanlarımız, gerçek bu. çoğunlukla yalnızca o felsefi renk tonu dediğimiz şeyi anımsarız, başka da hiçbir şeyi.
müthiş bir yapıtı inceleriz, örneğin kant'ın yapıtını ve zamanla kant'ın küçük, doğu prusyalı kafasına indirgenir bu yapıt ve tamamen belirsiz, gece ve sisten oluşan bir dünyaya dönüşür ve aynı çaresizlikle tüm diğerleri gibi sona erer. inanılmazlıkların dünyası olmak istedi ve geriye gülünç bir ayrıntı kaldı, her şeyde olduğu gibi. o büyük denilen şey, sonunda bir noktaya ulaştı ve biz onun gülünçlüğü, acınasılığı karşısında yalnızca duygulanıyoruz. shakespeare de bizi gülünçlüğe kadar ufalıyor, basiretli bir anımız olduğunda.