carl gustav jung
insan toplumun bütününde görülen şeyleri kendi küçük ölçeğinde yansıtan sosyal bir mikrokozmostur veya tersine, en küçük sosyal birim olarak çoğala çoğala toplumsal ayrışmayı oluşturur. bu ikinci olasılık daha muhtemeldir; çünkü yaşamın tek direkt ve somut taşıyıcısı bireysel kişiliktir. oysa toplum ve devlet geleneksel fikirlerdir ve ancak belli sayıda birey tarafından temsil edilirse gerçeklik kazanabilir.
mantıklı ve eleştirel düşünme yeteneği insanoğlunun en belirgin özellikleri arasında değildir. normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır. yaygın olarak "kendini tanımak" denen şey, büyük bölümü sosyal faktörlere ve insan ruhunda olup bitenlere bağlı olan çok sınırlı bir bilgidir. bir teorinin evrensel geçerlilik iddiası ne kadar güçlü ise, tek tek bireysel gerçeklerin hakkını verme kapasitesi o kadar zayıf olur.
en iyi koşullarda birbirinin önüne çıkan akıl ile duygu arasındaki zıtlık, insan psişesinin tarihinde acı dolu bir sayfadır.
insan davranış kalıplarını ileri doğru dönüştüren gerçek bir dürtü olan öğrenme kapasitesinden başka hiçbir şey insanı içgüdülerinin temel planından bu kadar uzaklaştıramaz. varoluşumuzun değişen koşullarından ve uygarlığın getirdiği yeni uyum ihtiyacından en çok o sorumludur. aynı zamanda, insanın içgüdüsel temeline yabancılaşmasından doğan çeşitli psişik rahatsızlıkların ve zorlukların, yani köklerinden kopmasının ve kendisi hakkındaki bilinçli bilgisi ile özdeşleşmesinin ve bilinçdışını zedeleme pahasına bilinçle bu kadar ilgilenmesinin kaynağı da odur.
sonuç olarak, modern insan ancak kendisinin bilincinde olabildiği ölçüde tanıyabilmektedir kendisini. bu da büyük ölçüde çevresel koşullara, bilgi edinme dürtüsüne ve özgün içgüdüsel eğilimlerini bir ölçüde değiştirerek kontrol altına almasına bağlı olan bir yetenektir. dolayısıyla insanın bilinci çevresindeki dünyayı gözlemlemeye ve araştırmaya yönelir ve ruhsal ve teknik kaynaklarını bu dünyanın özelliklerine uyarlamaya çalışır. bu iş o denli zorlayıcı ve yerine getirildiğinde o denli kanlı bir iştir ki, insan bu süreç içinde kendini unutur. içgüdüsel doğası ile ilişkisini kaybeder ve gerçek benliğinin yerine kendi hakkındaki fikrini koyar. ve hiç farkına varmadan bilinçli faaliyetinin ürünlerinin gerçeğin yerine geçtiği, tamamen kavramsal bir dünyanın içine kayar.
içgüdüsel doğasından kopması insanı kaçınılmaz olarak bilinç ile bilinçdışı, ruh ile doğa, bilgi ile inanç arasında çelişkiye sokar. bu bölünme insanın bilincinin artık içgüdüsel yönünü görmezden gelemediği veya başaramadığı noktada patolojik hale gelir. bu kritik aşamaya girmiş bireylerin çoğalarak birikmesi, ezilenlerin savunmasını üstlendiğini iddia eden bir kitle hareketini başlatır. tüm kötülüklerin kaynağını dış dünyada arama eğiliminde olan bilinç uyarınca, politik ve sosyal değişim isteyen sesler yükselir. bu değişimlerin, çok daha derinlerde yatan bölünmüş kişilik problemini otomatik olarak çözeceği zannedilir. derken bu istekler yerine getirildiği zaman, aynı kötülükleri biraz değişmiş bir biçimde geri getiren politik ve sosyal koşullar ortaya çıkar. o zaman basit bir tersine dönüş yaşanır: alttakiler üste çıkar ve gölge ışığın yerine geçer ve gölge daima anarşi ve kargaşa getirdiği için, "kurtarılmışların özgürlüğü gaddarca elinden alınır." tüm bunlar kaçınılmazdır; çünkü kötülüğün köklerine hiç dokunulmamıştır, sadece karşıt bir pozisyon aydınlığa çıkmıştır.
komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır; çünkü sadece sosyal anlamda değil, ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. politik zorlukların yanı sıra, batı dünyası nazi almanyası günlerinde bile kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar. diktatör açıkça politik sınırın öteki tarafındadır; oysa biz iyinin tarafındayız ve doğru ideallere sahip olmanın tadını çıkartıyoruz.
son diktatör devletlerin insanlığımız üzerinde yarattığı dehşet, atalarımızın fazla uzak olmayan geçmişte yaptığı kötülüklerin ve mezalimin toplamından daha az değildir. avrupa'nın tarihi boyunca hristiyan ulusların birbirlerine yaptıkları barbarlıklar ve yarattıkları kan gölleri bir yana, avrupalı insan, sömürgeleştirme döneminde kara derili insanlara karşı işlediği suçların da hesabını vermek zorundadır. bu açıdan beyaz insan kuşkusuz çok büyük bir yükün altındadır. insanoğlunun ortak gölgesinin sergilendiği tablo bundan daha karanlık renklere boyanamazdı.
"toplum" ve "devlet" gibi sözcükler o denli somutlaştırılmıştır ki neredeyse birer kişilik haline gelmişlerdir. sokaktaki insanın kafasında devlet tarihte hiçbir kralın olmadığı kadar bitmez tükenmez bir iyilik vericisidir. devletten istenir, onun himayesi talep edilir, sorumlu tutulur, ona şikayette bulunulur. toplum üstün bir ahlaki prensip derecesine yükseltilir ve yaratıcı kapasitelerinden ötürü itibar görür.
insandan ortaya çıkan ve kuşkusuz onun içinde yaşamaya devam eden kötülük öylesi dev boyutlardadır ki, bunun yanında kilisenin ilk günahtan bahsetmesi ve bunu adem ile havva'nın işledikleri görece masumane suça bağlaması neredeyse bir örtmecedir. durum çok daha ciddidir; fakat tehlikeli biçimde hafife alınmaktadır. insanın sadece bilincinin kendisi hakkında bildikleri kadar olduğuna evrensel çapta inanıldığı için, kişi kendini zararsız zanneder ve kötülüğüne bir de aptallığı ekler. korkunç şeylerin olduğunu ve olmaya devam ettiğini inkâr etmez; ama bunları her zaman "ötekiler" yapar. ve bu tür kötülükler yakın veya uzak geçmişte kaldıkları zaman, çabucak ve rahatça unutkanlık denizine gömülürler, arkasından "normallik" dediğimiz o kronik bulanık kafalılık geri gelir.
oysa çarpıcı gerçeğe göre hiçbir şey yok olmamış, hiçbir şey düzelmemiştir. kötülük, suç, vicdanın derin rahatsızlığı ve karanlık kuşkular gözlerimizin önündedir, keşke görmeyi bilseydik. bunları yapan insandır; ben de insan doğasından nasibini almış bir insanım; demek ki başkalarının yanı sıra ben de suçluyum ve bu kötülükleri tekrar tekrar yapabilme kapasitesini ve eğilimini içimde hiç değişmez ve silinmez bir biçimde taşıyorum.
hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. sadece o cehennem gibi meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye dek. hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz. suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. dolayısıyla insan biraz "kötülüğü hayal etse" iyi olurdu; zira ancak bir aptal kendi doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir. gerçekten de bu gaflet insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur.
zararsızlık ve naiflik, bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılığından bihaber olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. aksine, zararsız ve naif olmak fark edilmeyen kötülüğün "ötekine" yansıtılmasına yol açar. bu da ötekinin pozisyonunu gayet etkin biçimde güçlendirir; çünkü yansıtma kendi içimizdeki kötülükten gizlice ve gayri ihtiyari duyduğumuz korkuyu karşı tarafa taşır ve ondan gelecek tehlikenin boyutlarını arttırır. daha da kötüsü, bu konudaki içgörü eksikliğimiz, kötülük ile başa çıkabilme kapasitemizi yok eder.
tabii bu noktada, hristiyanlık geleneğinin en temel ön yargılarından biriyle, bizi yolumuzda tökezleten büyük bir engelle karşı karşıya kalırız. bize kötülükten sakınmamız, mümkünse, ona dokunmamamız, adını ağzımıza almamamız söylenmiştir. zira kötülük aynı zamanda tabu olan ve korkulan bir uğursuzluk kehanetidir. kötülüğe karşı bu tavır ve onun çevresinden, uzağından dolaşmak, kötülüğe gözlerimizi yumup onu başka bölgelere sürme eğilimimizi güçlendirir, tıpkı eski ahit'teki kötülüğü ıssız bölgelere götürdüğü farz edilen günah keçisi gibi.
ama eğer kötülüğün insanın, kendi seçimi olmadığı halde, doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yerini alır. bu farkındalık doğrudan, dünyanın politik hizipleşmesinde zaten bilinçsizce gerçekleşmiş olan ve çağdaş insanın içindeki daha da bilinçsiz ayrışmada kendini gösteren psikolojik bir ikiliğe yol açar. ancak ikilik bu farkındalıktan kaynaklanmaz; aksine, daha başlangıçta bölünmüşüzdür. bu kadar suçun sorumluluğunu kişisel olarak üstlenmemiz gerektiğini düşünmek dayanılmaz bir düşünce olurdu. bu nedenle, kötülüğü tek tek suçlular veya suç grupları ile sınırlayıp ellerimizi kirden arındırmayı ve kötülüğe genel yatkınlığımızı görmezden gelmeyi tercih ederiz.
eğer, hristiyan görüşe uygun olarak kötülüğün metafizik bir prensibini önermeye istekli değilsek, bu yalancı iyilik ve dürüstlük uzun vadede sürdürülemez; çünkü kötülük insanın içindedir. bu dünya görüşünün en büyük avantajı insanın vicdanını fazlasıyla ağır bir sorumluluktan muaf tutması ve insanın, kendi ruhsal yapısının yaratıcısından ziyade kurbanı olduğu gerçeğinin psikolojik yargısına uygun olarak topu şeytana atmasıdır. günümüzdeki kötülüğün, insanlığa acı çektiren gelmiş geçmiş en büyük kötülükleri bile gölgede bıraktığı düşünülürse, adaletin dağıtılmasında, tıpta ve teknolojide kaydettiğimiz bunca ilerlemeye, insan yaşamına ve sağlığına gösterdiğimiz bunca ilgiye rağmen, insanlığı yeryüzünden kolaylıkla silebilecek o canavarca imha makinelerini nasıl olup da icat ettiğimizi insan kendisine sormak zorundadır.
insan dehasının o acayip ürünü olan hidrojen bombasını icat eden atom fizikçilerinin bir grup suçlu olduklarını kimse kabul etmez. nükleer fiziğin geliştirilmesine harcanan muazzam ölçüdeki entelektüel çalışma, kendilerini mümkün olan en büyük gayret ve özveriyle görevlerine adayan ve manevi başarı duygusunu insanlık için yararlı başka bir şey icat ederek kolaylıkla elde edebilecek adamlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
gerçeğin bilgisine ulaşmak bilimin en baştaki amacıdır ve eğer ışığı ararken, muazzam bir tehlikeye takılıp tökezliyorsak, önceden tasarlanmış bir düşüncenin değil, daha ziyade kaderin etkisi olduğunu hissederiz. günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. bilinci ne kadar genişlemiş ve farklılaşmışsa ahlaki yapısı o denli geri kalmıştır. işte bugün önümüzdeki sorun budur. akıl tek başına yeterli değildir.