13.08.2018

ön söz

john fowles

james ve carolyn robertson bu baskı için doğaya ilişkin bir iki şey daha eklemek isteyip istemediğimi sorduklarında, önce kuşkuluydum. bunun nedeni 1979'da ağaç'ta söylemiş olduklarımdan utanmam değildi. doğa beni büyülemeye, sevindirmeye ve bana bir şeyler öğretmeye devam ediyor. ayrıca, her ne kadar inançsız biriysem ve doğa sözcüğünü emerson'ın kullandığı anlamda kullanmasam da, onun gibi ben de doğayla söyleşip ilişki kurmadan geçen günlerimin profane olduğu duygusunu hâlâ taşımaktaydım.

isteksizliğimin asıl nedeni, bizi taş devri'ne zincirlerle bağlayan sayısız korku ve batıl inançtan kendisini kurtaramayan kendi türümün zalimliği ve aptallığı konusunda gitgide artan umutsuzluk duygusuydu. bu zalimlik ve aptallık, en açık biçimde insan dışındaki diğer türlere ve yaşam biçimlerine karşı körü körüne düşmanca tutumda görülmektedir.

romanlarımı yazdığım bu sıkışık ve aşırı kalabalık britanya adaları'nda, doğa ile aramızda makul bir ilişki, hatta birbirlerine karşı yarı terbiyeli bir ortaklık ilişkisi kurmadaki yeteneksizliğimiz trajik bir durumdur.

biz ingilizler daha çok diğer konulardaki genel hümanist yaklaşımımızla gururlanırız. oysa hâlâ daha liderlik yapabileceğimiz ve yapmamız gereken bu alanda dünya lideri değiliz.

günümüzde dünya kimi zaman kıyamet gününe öylesine yakın, öylesine felaketin eşiğinde görünüyor ki, gerçekten marazi biri için, dünya neredeyse dikkat çekecek ölçüde hastadır. belirli türde bir şair, ince zekasını ve süslü zevkini, ölümün eşiğinde ve çökmekte olanı betimlemekteki ustalığını göstermek için bu fırsatın tadını çıkarabilir (ve bu tür şiirler hep çok satar). ama bu, belki ben bir şair değil de bir romancı olduğum için, benim betimlemek isteyeceğim bir manzara değildir.

iyimserlerin kuruntusu da, şu son iki bin yılda bu denli gelişme göstermemizin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu düşünmeleridir. korkarım benimkisi daha çok kötümserlerin sistemli karşılığını andırıyor: bu denli az büyümüş olmamız ne kadar korkunç!

düşünceleri bana her zaman çok çekici gelmiş olan montaigne'e dönüyorum. montaigne, constructions arbitraires de vesprit'den çok tarihin petits faits'si dediği şeye bağlıydı, yani aklın başdöndürücü zihinsel gökdelenleri karşısında gerçek tarihin küçük olgularına. ben de öyleyim ve montaigne'in insanlığa ilişkin en özlü deyişini hep aklımda tutmuşumdur: vain, divers et ondoyant - anlamsız, değişken ve deniz gibi, ebediyen dalgalanan. kendimi hep orada, dalgayı andıran özelliğin, ondoyant'ın içinde bilmişimdir.

bu gezegenin her yerindeki tüm doğa beni büyüler. bir su değirmeni için ırmak, bir ampul için elektrik enerjisi neyse benim için de doğayla olan deneyimim, hiç kuşkusuz, yaşamımdaki en temel güç kaynağıdır. onsuz yaşamı tahayyül edemem.

son zamanlarda bu ülkede abd kaynaklı mükemmel bir televizyon dizisi gösterilmişti. vahşi batı adındaki bu dizide stephen ambrose'dan bir alıntı yapılmış, bu alıntı da beni çok etkilemişti. dakota'daki black hills (kara tepeler) için yapılan 1869-1876 savaşı sırasında, biri beyaz biri yerli iki kahramandan söz ediyordu ambrose:

"crazy horse halinden memnundu. değişmek istemiyordu. sürmekte olduğu yaşamın mükemmel olduğunu düşünüyordu. yalnızca yaşamını sürdürebilmeyi istiyordu. custer hep yeni bir şey olmayı isteyen amerikan tarzını benimsemişti. hep gelecekte bir şeyler elde etmeye çalışıyordu -daha çok prestij, daha çok güç, daha çok tanınma. crazy horse daha iyi olmak istemiyordu; yalnızca var olmak istiyordu."

bu, her zaman amerika'nın yolu üzerindeki çok tehlikeli kayalıklar olarak algıladığım şeye çok yakın. en güzel zaferlerinden birçoğuna custer'ın tavrı yol açmıştır; yine de, her zaman arka planda, olanaksızı elde etmeye yönelik ümitsiz ve şiddetli özlemle birlikte gerçek ve fiili dünyada yaşamayı öğrenme zorunluluğunun sabırsızlığı yatmaktadır.

var olmak ve yeni bir şey haline gelmek arasındaki böyle bir ayrım uzun süredir aklımı meşgul ediyordu. kuşkusuz bu ayrım yalnızca amerika'yı değil, benim gibi kendilerini, bir bakıma ingiliz olduğu kadar da amerikalı sayan herkesi etkiler.

bilim, custer gibi davranır; yalnızca var olmanın sıkıcılığını fazlasıyla hakir görür ve başka bir şey olmaya aşırı faustvari bir istek duyar. tüm zaferlerinde bilgelikten yoksunluk göze çarpar; var olma bilincinin önemini ya da bu bilincin insanlık durumunun temeldeki kararsız gerçekliğine dayalı olduğunu kavrayamaz. her bir insandan yalnızca bir tane vardır; bu, cinsiyet, ırk, tür ve tüm diğer ayrımlardan bağımsız bir olgudur. bu bireysellik bizim hem sıkı gözetim altındaki hapishanemiz hem de göz ucuyla baktığımız cennetimizdir. var olmamızın değil, yaşamamızın nedenidir. 

kendimi böyle saçma ve boş laflarla anlatmak, bana bu kadar anlam ifade etmiş tüm şeyler hakkında artık hiçbir şey söyleyememek bana acı veriyor. beni belki de normallikten uzak kalmış, tuhaf ve toplum dışı biri olarak kabul edeceksiniz. yetersizliklerime karşın, vahşi doğaya gerçekten saygı göstermemi takdir edeceğinizi umuyorum; ayrıca kendilerini, vahşi doğa olmaksızın da yaşayabilecek kadar mükemmel biçimde evrimleşmiş sayan herkesin bu bilgisizliğine de acıyorum. bu tür insanlar yok olmanın peşinde koşuyor gibidirler; günümüzdeki gibi, bu aradıkları şeyi de bulacaklardır.