30.09.2018

uzun lafın kısası

comte de volney: ah! yaşamak düşü sona erince, bütün bu didinmeler yararlı bir iz bırakmazlarsa neye yarar?

james joyce: niçin kelimeler bana bu kadar sıkıcı ve soğuk görünüyor? acaba senin adın kadar sevecen bir kelime olmadığı için mi?

amin maalouf: bütün mutluluklar geçicidir. ister bir hafta sürsün ister otuz yıl, son gün geldiğinde aynı gözyaşları dökülür ve bir gün daha sürsün diye cehennem ateşlerine razı olunur.

nietzsche: az yeter bana, bir yeter bana, hiç yeter bana.

panait istrati: eğitimciler çoğunlukla çocuk ruhundan bir şey anlamaz, çocukları trampet sesleri ve kırbaçla yürütürler.

albert caraco: bizim dinlerimiz vebadır ve onları destekleyen iktidarlar zehirleyici fesat çeteleridir. bizim tinselliğimiz zihinsel yetilerin mastürbasyonundan başka bir şey değildir.

cesare pavese: hiç serenat yapmadım. eğer kız hoşsa onun aradığı şey müzik değildir. o, öteki kızların önünde poz kesmek ister. bir erkektir onun aradığı. müzikten anlayan bir kız görmedim ömrümce.

j.j. rousseau: aşkın manevi unsurunun toplum alışkanlıklarından doğmuş, kadınlar tarafından, egemenliklerini kurmak, boyun eğmesi gereken cinsi üstün kılmak için ustalıkla, dikkatle kutsallaştırılmış yapay bir duygu olduğunu görmek zor değildir.

emil cioran: bütün çağlar boyunca, özgürlük, bir mistiğin hayatındaki vecd anlarından daha fazla bir yer tutmaz.

jean-claude kaufmann: kabul görme isteğinin toplumun her yerini sarmış olması çok doğal. herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle.

28.09.2018

militanlar

arthur koestler

her gerçek inanç uzlaşmasız, köktenci, özleştirmecidir.

burjuva evliliği, toplum tarafından onaylanmış bir fuhuş biçimidir.

bir polisin elindeki silahla devrimci işçi sınıfına mensup birinin elindeki silahın farkı şudur: ilk olarak polis, yönetici sınıfların bir uşağıdır ve silahını bir baskı aracı olarak kullanır; oysa aynı silah, devrimci işçi sınıfına mensup birinin elinde, ezilmiş kitleleri özgürlüğüne kavuşturmak için bir araçtır.

thomas mann: zararlı bir gerçek, yararlı bir yalandan daha iyidir.

çalışma, etkili bir uyuşturucudur. yararlı bir göreve, adını sanını bilmeden tüm kalbiyle uygun olduğunu hissetmektense bilincini oyalamak çok daha iyidir.

inanç gerçekten şaşırtıcı bir şey; insanları yalnızca dağları yerinden oynatmaya değil, yarış atı yerine ringa balığı koşturmaya da yetenekli kılıyor.

çoğu kez geçmişi romantikleştiririz. ama bir inançtan dönen ya da bir dostun ihanetine uğrayan kişilerde, mekanizma tersine çalışmaya başlar. iş işten geçtikten sonra ilk deneyim masumiyetini yitirir ve duyulan acı yüzünden, anılarda kötü yorumlanır.

düşmanı yatıştırma eylemine girmeniz, farklı yollardan sizinle aynı amaç peşinden giden dostlara eziyet etmeniz kadar akıl almazdır.

psikolojik açıdan bakıldığında, gelenekçi bir inançla devrimci bir inanç arasında pek az fark vardır. her gerçek inanç uzlaşmasız, köktenci, özleştirmecidir. ayrıca açık yürekli gelenekçi, ilgisiz, kayıtsız insanların inancı yozlaştırdığı, erdemli geçinen bir topluma karşı daima mücadele veren bir meczuptur da. aynı şekilde, geçmişle tam bir kapışmayı simgeler gibi gözüken devrimcinin ütopyası, daima yitik bir cennetin, efsanelere yaraşır bir altın çağın herhangi bir görüntüsünü örnek alır kendine.

yoldaşını sev, ama ona hiçbir şey için güvenme.. hem senin çıkarların söz konusu olduğunda; çünkü sana ihanet edebilir hem de onun çıkarları söz konusu olduğunda; çünkü sana ihanet etmeyi ne kadar az istese de kendisi için en geçerli yol budur.

27.09.2018

tanios kayası

amin maalouf

lamia, güzelliğini bir haç gibi taşırdı.

ilkbaharda ve sonbaharda ten zaaflıdır.

yaratılıştan bu yana geçip giden binlerce yıl olmasaydı yaşadığımız dakikaların hiçbiri olmazdı. atalarımızın art arda gelen kuşakları, onların buluşmaları, vaatleri, kutsanmış birliktelikleri, hatta baştan çıkmaları olmasaydı kalbimizin tek bir atışı bile olmazdı.

en yüksek dağlar en derin vadilere bakar.

on iki havarinin arasından bile bir yahuda çıktı.

bilge adamın sözü, aydınlıkta akan su gibidir. ama insanoğlu her çağda, en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğlemiştir.

halk arasında meczup hiç eksik olmamıştır. biri yok olursa, tıpkı ocağın hiç sönmemesini sağlayan kül altındaki korlar gibi, bir diğeri yerini alır. demek ki insanların bilgelikleriyle dokuduğu perdeyi yırtmak için tanrı'nın parmaklarıyla oynatacağı bu kuklalara ihtiyacı vardır.

her zevkin karşılığı ödenir. fiyatlarını söyleyen kadınları küçük görme.

dudaklarınız birbirine dokundu ve ayrıldı. sanki kendi mutluluğunuzu tüketmiş de başkalarınınkini ezmekten korkuyormuşsunuz gibi. masum muydunuz? masumluk neyi önler? yaradan bile keyfimiz için kuzuları boğazlamamızı söylüyor; ama asla kurtları değil.

yöneticilerin en kötüsü seni sopalayan değil, seni kendi kendini sopalamaya zorlayanıdır.

bir kadın tanıdım. ne ben onun dilini konuşuyorum ne o benimkini. ama merdivenin dibinde beni bekliyor. bir gün gidip kapısını çalacak ve gemimizin yola çıkmak üzere olduğunu ona söyleyeceğim.

düşlerinin kadını bir kaçak, tıpkı senin gibi ve siz, birbirinizde aradınız sığınağı.

"zenginin tanrı katına ermesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden çok daha zordur." (incil)

dağ köylerinde hesaplaşma bir kez başladı mı kuşaktan kuşağa sürer. artık onları hiçbir şey durduramaz.

size derebeylik çağının kapandığını haber vermeye geldim. evet, artık kibirli bir adamın bütün kadınları ve genç kızları suistimal ettiği günler geride kaldı.

eğer bir genelev patronunu görmeye gidiyorsam, bakireliğin meziyetleri üzerine söylev çekmesini dinlemek için değildir.

bir kaleyi fethetmenin en iyi yolu içerden müttefikler bulmak değil midir?

ben ayaklarımla düşünürüm. ister istemez yollarda iz bırakıyorum. insanın ayaklarıyla dövdüğü ve başına doğru çıkan düşünceler insanı rahatlatır, canlandırır; başından ayaklarına doğru inenler ise hantallaştırır, cesaretini kırar.

vaktiyle araplar arasında edilen her bilgece söze bir deve hediye ederlermiş.

o vakitler gökyüzü o kadar basıktı ki kimse dimdik ayakta duramazdı. yine de hayat vardı, arzular ve şenlikler vardı. bu dünyada asla en iyi şeyin olması beklenmese de en kötüden kurtulma ümidi her gün besleniyordu.

senin tek emelin, babanın şeyhin elini öpmesi gibi, her sabah şeyhin oğlunun elini öpmek olamaz. kendin için yaşamak istiyorsan okumalı ve zenginleşmelisin. önce tahsil, sonra para. tersi değil! çünkü paran olduğunda tahsil görmeye ne sabrın olur ne de yaşın müsaade eder. önce tahsil ama gerçek anlamda tahsil; yoksa yalnızca o iyi niyetli papazın okulunda değil!

sen tanios, çocuk yüzünle ve altı bin yıllık başınla, kandan ve çamurdan ırmaklar geçtin, lekesiz çıktın. bedenini bir kadının bedenine daldırıp çıkardın, birbirinizden ayrılırken bakirdiniz ikiniz de. bugün yazgın tamamlandı, nihayet yaşamın başlıyor. in artık kayandan, dal denize! hiç olmazsa bedenin tatsın tuzun tadını.

arkamda dağ yükseliyor. ayaklarımda, gün batımında çakalların sesi duyulan vadi uzanıyor. orada, uzaklarda denizi görebiliyorum. ufka doğru dar ve uzun bir yol gibi uzanan denizi.

kadınlar

eduardo galeano

arjantin'in patagonya bölgesindeki arazilerde çalışan tarım işçileri çok düşük ücretler ve çok uzun çalışma saatleri yüzünden greve gidince, ordu düzeni yeniden sağlamak üzere devreye girdi.

kurşuna dizmek insanı yorar. 1922 yılının 17 şubat gecesinde onca insanı öldürmekten bitkin düşen askerler hak ettikleri ödülü almak için san julian limanı'ndaki geneleve gittiler. ama orada çalışan beş kadın kapıyı suratlarına kapadı ve "katiller, katiller, defolun gidin buradan!" diye bağırarak onları kovdu.

osvaldo bayer o kadınların isimlerini sakladı. isimleri consuelo garda, angela fortunato, amalia rodriguez, maria juliache ve maid foster'di. fahişeler. saygıdeğer kadınlar.

***

birleşik devletler'de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. meksika'daysa her dokuz dakikada bir. bir meksikalı kadın şöyle diyor: "daha sonra adamların sana hoşuna gitti mi diye sormasının dışında, tecavüze uğramakla bir kamyonun çarpması arasında bir fark yok."

***

1901 yılında, elisa sanchez ve marcela grada isimli kadınlar galiçya bölgesindeki a coruna şehrinin san jorge kilisesi'nde evlendiler. elisa ve marcela gizlice sevişiyordu. düğün, papaz, imza ve fotoğraflarla falan durumu normalleştirmek için bir koca icat etmek gerekti: elisa ismini mario yaptı, damat kıyafeti giydi, saçını kestirdi ve sesini kalınlaştırarak konuştu.

daha sonra gerçek ortaya çıkınca bütün ispanya'nın gazeteleri bu iğrenç skandal ve utanmaz ahlaksızlık karşısında yeri göğü inlettiler ve bu acıklı fırsattan istifade, hiç satmadıkları kadar sattılar. bu arada iyi niyeti suistimal edilen kilise, işlenen bu kutsala saygısızlık suçunu polise ihbar edecekti. ve sürek avı başladı.

elisa ve marcela portekiz'e kaçtılar. porto'da yakalandılar. hapisten kaçınca isimlerini değiştirdiler ve denize açıldılar. kaçakların izi buenos aires'te kaybedildi.

***

toplumsal psikolojinin kurucularından biri olan gustave le bon, akıllı bir kadının iki kafalı goril kadar ender bir şey olduğunu kanıtlayabildi. charles darwin kadınların, mesela sezgi gibi bazı erdemlerini kabul ediyordu ama bunlar "aşağı ırkların karakteristik özellikleriydi."

***

alarm: bisikletler! "dünyadaki kadınların eşit haklara ulaşması yolunda bisikletin yaptığını ne başka bir şey ne de başka bir kimse yaptı." diyordu susan anthony. mücadele arkadaşı elizabeth stanton da şöyle diyordu: "biz kadınlar oy kullanma hakkına doğru pedal çeviriyoruz."

philippe tissie gibi bazı doktorlar bisikletin düşük ve kısırlığa sebep olabileceği konusunda uyarırken, başka meslektaşları bu edepsiz aletin ahlaksızlığı teşvik ettiğini, zira mahrem yerleri seleye sürtündükçe kadınların zevk aldıklarını savunuyorlardı.

gerçek şu ki, bisiklet yüzünden kadınlar kendi başlarına çıkıp dolaşıyor, evden uzaklaşıyor ve özgürlüğün tehlikeli zevkini tadıyorlardı. ve yine bisiklet yüzünden, pedal çevirmeyi engelleyen o bunaltıcı korse elbise çıkıp müzedeki yerini alıyordu.

***

1951 yılında kahire'de bin beş yüz kadın parlamentoyu işgal etti. saatlerce orada kaldılar, çıkarılmalarının bir yolu yoktu. parlamentonun bir yalandan ibaret olduğunu, çünkü halkın yarısının seçme ve seçilme hakkından mahrum olduğunu haykırıyorlardı. göğün temsilcileri olan dini liderlerin yanıtıysa gökten bile duyuldu: "oy kullanmak kadını alçaltır ve doğaya aykırıdır!"

***

elisa lynch mezarı tırnaklarıyla kazmaktaydı. hayretler içindeki muzaffer askerler bunu yapmasına izin vermişlerdi. bu kadının pençe darbeleri yerden kırmızı toz bulutu kaldırıyor ve yüzüne dökülen kızıl perçemleri titretiyordu.

solano lopez hemen yanı başında yatıyordu. eşini kaybetmiş olan elisa, ona ağlamıyor, ona bakmıyordu: sadece, nafile bir çabayla, onu kendi toprağı olmuş olan toprağa gömme isteğiyle üzerine avuç avuç toprak atıyordu.

solano artık yoktu, paraguay artık yoktu. savaş beş yıl sürmüştü. bankacılara ve işadamlarına boyun eğmeyi reddeden yegane latin amerika ülkesi yenilmiş ve katledilmişti. elisa, erkeği olmuş adamın üzerine avuç avuç toprak atmaya devam ederken, güneş gidiyordu, güneşle birlikte 1870 yılının bu lanet olası günü de. cora tepesi'ndeki ağaçlarda tünemiş birkaç kuş ona elveda diyordu.

***

1876'da mata hari doğdu. lüks yataklar, birinci dünya savaşı sırasında onun savaş alanları oldu. üst düzey askerler ve kudretli şahsiyetler silahlarının büyüsüne teslim oldular ve fransa, almanya ya da en çok verene satacağı sırları onunla paylaştılar. 1917'de ölüme mahkum oldu. dünyanın en çok arzulanan casusu, kurşuna dizme mangasına veda öpücükleri gönderdi. on iki askerden sekizi atışı ıskaladı.

25.09.2018

gerçek din

comte de volney

ey ölümlülerin türlü türlü adlar vererek ne olduğunu bilmeden saygı gösterdikleri anlaşılmaz, sonsuz varlık! ey tanrı! sen ki göklerin sonsuzluğu içinde, evrenlerin gidişini düzenliyor, boşluğun uçurumlarını kasırga gibi kaynaşan milyonlarca güneşle dolduruyorsun. söyle bana, bu böcek kadar küçük insanlar, yeryüzünde olduğum halde benim gözümden kaçarlarken senin gözlerine nasıl görünürler? yıldızların yörüngeleri içinde gitmelerini düzenlemeye uğraşırken, toz üstünde kaynaşan bu küçücük kurtların senin için ne değeri olabilir? senin yüceliğin yanında onların parti ve mezhep ayrılıklarının ne önemi var? bu delilerin kendilerini azaba soktukları ince düşüncelerden sana ne?

bön insanlar! siz de bana tapınmalarınızın neye yaradığını gösterin. bunca yüzyıldır uygulamakta olduğunuz ya da yeni biçimlere soktuğunuz yöntemler doğa yasasından neyi değiştirdi? güneş daha mı büyüdü? mevsimlerin gidişi mi başkalaştı? toprak daha mı verimlileşti? halklar daha mı çok mutlu oldular? tanrı acıyıcıysa kendinize çile çektirmenizden ne diye hoşlansın? eğer sonsuzsa, sizlerin göstereceği saygı onun şanına ne ekler? eğer onun yargılarında her şey önceden hesaplanmışsa sizin yakarılarınızla karar değişir mi? ne yaptıklarını bilmeyen insanlar, yanıt verin. galipler! siz de tanrıya hizmet ettiğinizi söylüyorsunuz; demek tanrı sizin yardımınıza gereksinme duyuyor? cezalandırmak istese depremler, yanardağlar, yıldırımlar elinde değil mi? bağışlayıcı tanrı, yok etmeksizin düzeltmeyi bilmez mi?

müslümanlar! tanrı beş şartı çiğnediniz diye sizi cezalandırıyorsa bunlarla alay eden avrupalıları neden yükseltiyor? eğer dünyayı kur'an ile yönetiyorsa peygamberden önceki ulusları, şarap içen, domuz eti yiyen, hiç hacca gitmeyen, yine de güçlü imparatorluklar kuran bunca halkı hangi ilkelere göre yargıladı? ninova'nın, babil'in yıldıza tapan insanlarını, ateşe tapan pers'i, putperest romalı ve yunanlıyı; nil'in eski krallıklarını, sizin, kendi atalarınız olan araplar ile tatarları nasıl yargıladı? bugün bile, mezhebinizi yanlış bilen ya da hiç bilmeyen bunca ulusu, hintlilerin sayısız kastlarını, çinlilerin geniş imparatorluğunu, afrika'nın zenci kabilelerini, okyanus adalarında yaşayanları, amerika'daki geri halkları nasıl yargılamaktadır?

cahil ve kendini beğenmiş insanlar! siz ki yeryüzünde kendinizden başkasına bir hak tanımıyorsunuz. tanrı, eski ve bugünkü kuşakları hep bir araya toplasaydı, bu insan denizi içinde, müslüman'la hristiyan'ın o sözde evrensel dinlerinin durumu neye varırdı? tanrı'nın bütün insanlar için bir ve eşit olan adaletinin vereceği kararlar neler olacaktı?

aklınızın birbirini tutmayan düzenler içinde yolunu şaşırdığı yer işte burasıdır. gerçek de bütün açıklığıyla burada parlıyor. akılla doğanın sıradan ve doğal yasaları kendilerini burada gösteriyorlar, genel ve ortak bir düzenleyicinin, yan tutmayan adaletli bir tanrı'nın yasaları.

o tanrı ki bir ülkeye yağmur yağması için peygamberinin kim olduğuna hiç bakmaz. güneşini eşitçe, bütün insan ırkları üzerinde, beyazın da, karanın da, yahudi'nin de, müslüman'ın da, putperestin de, hristiyan'ın da üzerinde parıldatır; çabalayan ellerin ektiği ekinlere bereket verir; yurdunda sanayinin ve düzenin egemen olduğu her ulusu çoğaltır; adaletin uygulandığı, yasaların güçlü insana gem vurup yoksulu koruduğu, zayıfın güvenlik içinde yaşadığı, kısaca, herkesin hak duygusuyla yapılmış bir antlaşmadan ve doğanın verdiği haklardan yararlandığı her imparatorluğu gönence kavuşturur.

işte halklar bu ilkelere göre yargılanır. işte imparatorlukların alın yazısını belirleyen gerçek din budur.

artık yaşamak için

ziya osman saba

artık yaşamak için herkesten kaçacağız
dünya bize verecek yalnız güzellikleri
yalnız, semalarından dökecek ruhumuza
geceler mehtapları ve gündüzler seheri

düşünceli yürürken, bir yol dönemecinde
çıkacak ömrümüze beyaz dallarla bahar
hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu
erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar

tekrar yaşayacağız ümitli sabahları
bulacağız dünyanın o en güzel yerini
ebedi bir sahilde ah tekrar tadacağız
kol kola sükûn dolu akşam gezmelerini

23.09.2018

toplumsal cinsiyet ve iktidar

r.w. connell

yeni bir gelişim ne denli radikal olursa, eski çerçeveleri de o denli beraberinde taşır.

"nükleer savaş durumunda yapmanız gereken, çocuklarınıza veda öpücüğü vermektir."

toplumsal cinsiyet üretim ilişkilerinin bir parçasıdır ve başından beri böyle olmuştur. yoksa yeniden üretimleri sırasında bir karışma söz konusu değildir.

çoğu yazar -hatalı bir biçimde- üreme biyolojisinin insanları basit ama tam olarak iki farklı kategoriye ayırdığını varsaymaktadır.

toplumsal cinsiyet seçilebilir bir şeydir.

anke erhardt /heino meyer-bahlburg: toplumsal cinsiyet kimliğinin gelişmesi, büyük ölçüde çocuğu yetiştirenin cinsiyetine bağlı gibi görünüyor. (hormonal belirlenime göre değil).

"erkekler ve kadınlar arasındaki fiziğe ve mizaca ilişkin farklılıklar, kültür tarafından evrensel erkek egemenliğine doğru artırılmaktadır."

katı bir cinsiyet kimliği ve yaşam boyu iki cinsten birinin üyesi olma zorunluluğu, batı avrupa kültür tarihinin erken dönemlerinde bugünkü biçimiyle varsayılmıyordu.

neyin doğal olduğu ve doğal farklılıkların nelerden oluştuğuna ilişkin kavrayışımızın kendisi kültürel bir oluşum, toplumsal cinsiyete ilişkin kendimize özgü düşünüş biçimimizin bir parçasıdır.

tarih, toplumsal pratik aracılığıyla doğal olanın aşılmasına dayanır.

eşcinsel erkeklerin toplumsal düzeyde tanımlanması kadınsı, eşcinsel kadınlarınki de erkeksi oluyor; ama aslında eşcinsel ve heteroseksüel insanlar arasında hiçbir fiziksel veya fizyolojik farklılık yok.

toplumsal bir yapının şifresini çözmeye yönelik girişimler genellikle kurumların analiziyle başlar.

gerçek toplumsal mücadeleler, önceden kestirilebilir ya da standart sonuçlara sahip olmazlar; hatta bazen de kendilerini açığa çıkaran koşulları değiştirebilirler. diğer bir deyişle, pratiğe ve yapısal dönüşüme ilişkin uzun dönemli bir tarihsel dinamik söz konusudur.

çoğu durumda şiddet içeren rejimler, tasarlandığı biçimde işlemektedir: rahibe okulları rahibeler üretir, okul öğrenciler üretir, erkek çocuk babasının imgesi olacak biçimde yetişir.

cinsel özgürleşme kavramı, doğuştan sahip olunan bir erotizmin zincirlerinden koparılması meselesi değil, -erotik olanlar da dahil olmak üzere- yabancılaşmaların sökülüp atılması ve doğuştan sahip olunan özgürlüğün gerçekleştirilmesi meselesidir.

dünya hazır olduğunda düşünceler de devrimci bir güce dönüştürülebilir. sorun ise düşünceler kadar hazır olunup olunmadığının da anlaşılmasıdır.

19.09.2018

dublinliler

james joyce

niçin kelimeler bana bu kadar sıkıcı ve soğuk görünüyor? acaba senin adın kadar sevecen bir kelime olmadığı için mi?

şairin dediği gibi: "büyük dehalar deliliğe çok yakındır."

evlendin mi işin bitiktir. baş dönmesinin de sonu gelir. her bağ bir acı bağı haline gelir.

eski dostlar başka türlü oluyor. her şey bir yana, onlar gibi güvenilir dost bulunmuyor.

hızlı hareket insanları coşturur; ün de öyle, para sahibi olmak da öyle.

kır yollarından nasıl parlak bir şekilde geçip gelmişlerdi! yolculuk hayatın gerçek nabzına büyülü parmağını bastırıyor, insan sinirlerinin mekanizması da zarafetle bu hızlı mavi hayvanın sıçramalı ilerleyişine cevap vermeye çalışıyordu.

hizmetçiyle yapılmayacak şey yoktur.

genç adam gençliğinin gereğini yapmalı. bizim şu büyücü filozofa da hep söylediğim bu zaten; bedenini harekete alıştır. ben çocukken her allahın sabahı soğuk suyla yıkanırdım, yaz-kış. şimdi de onun için sağlığım yerinde. eğitim, okumak iyi hoş filan da..

hepsini denemiş adamın lafı dinlenir.

insanı yıpratıyor gazetecilik hayatı. koş dur, her an, yazdığın haberi ararsın, bazen de bulamazsın. sonra, her zaman yeni bir şey söyleyeceksin. provaların da, mürettiplerin de canı cehenneme!

insan, düşüncenin eziyetinde bir musiki işittiğini sanıyor.

erkek ile erkek arasında sevgi imkansızdır; çünkü cinsel ilişki olmamalıdır ve erkekle kadın arasında arkadaşlık imkansızdır; çünkü cinsel ilişki olmalıdır.

hep çalışıp hiç oynamamak çocuğu aptallaştırır.

tanrım, ne ölüm! belli ki yaşamayı becerecek durumda değildi, amaçlılığın gücünden yoksundu, iptilalara kolayca kapılabiliyordu, uygarlığın üzerinde kurulu olduğu enkazlardan biriydi. ama nasıl olur da bu kadar alçalabilirdi!

çalışan adama bas tekmeyi, ekmeğini de elinden al. oysa her şeyi üreten emektir. çalışan adam oğullarına, yeğenlerine, teyzezadelerine arpalık aramıyor. çalışan adam, bir alman kralına şirin görünmek için dublin'in şerefini çamura batırmıyor.

hepimizin yaşayan ödevleri ve yaşayan sevgileri var ve bunlar, haklı olarak, bizim zorlu çabalarımızı talep ediyor.

yeni kapitalizmin kültürü

richard sennett

bütün insanlar bir şeyi iyi yapmanın verdiği tatmini yaşamak ve yaptığı şeye inanmak ister.

büyük kurumların parçalanması pek çok insanın yaşamını da parçalanmış bir halde bıraktı. iş yaşamının talepleri aile yaşamını allak bullak etti ve insanların yaşadığı yerler köyden çok tren istasyonuna benzer hale geldi. küresel çağın ikonu göç oldu; yerleşmek değil, hareket etmek. kurumları yıkmak daha çok cemaat üretmedi.

eğer geçmişe özlem duyanlardansanız -hangi duyarlı insan değildir ki?- ilişkilerin bu durumu size üzüntü duymak için bir neden daha verir.

arkada bıraktığımız elli yıl hem küresel kuzey'de hem de asya ve latin amerika'da görülmemiş bir servet yaratma dönemi oldu. bu, devlet ve şirketlerin sabit bürokrasilerinin yerle bir edilmesiyle derin bağlantıları olan yeni bir servetti. son kuşağın teknoloji devrimi de en çok merkezi denetimin en düşük düzeyde olduğu bu kurumlarda gelişip serpildi. böyle bir büyümenin bedeli de kuşkusuz büyük: çok daha büyük bir ekonomik eşitsizlik ve de toplumsal istikrarsızlık. yine de bu ekonomik patlamanın hiç yaşanmamış olmasını dilemek akıl dışı olur.

ticari büyüme, toplumsal yaşamda tedirgin edici değişiklik ve çalkantılar, yani istihdam zeminini yayarak baş edilebilen tehditler üretir.

genel olarak, kişi şirketin ne kadar altlarındaysa onu tutan ağ o kadar geniş gözenekli olur; kişinin hayatta kalması o kadar çok stratejik düşünme gerektirir ve formel stratejik düşünme, okunaklı bir toplumsal harita ister.

kabiliyet bir tür manevi prestij getirir. bu hava kişisel olduğu kadar toplumsaldır da.

rönesans dönemi alimleri kendilerini bir tiyatroda hayal ederek muazzam miktarda olgusal materyali ezberlemeyi öğrenmişti. olguları, oyun karakterlerinin temsil ettiği kategorilere ayırıp gruplandırırlardı; oyunu kendi zihninde izleyen kişi, örneğin astronomiyi simgeleyen apollon ve denizciliği temsil eden neptün etrafında örülmüş bir öykü icat eder, böylelikle bu iki alanın içerdiği çeşitli olgular arasında karşılıklı ilişki kurardı.

ipod'un ilkel atası olan walkman'i insanların nasıl kullandığıyla ilgili bir inceleme yazan michael bull, bekleneceği gibi, insanların hep aynı 20-30 şarkıyı dinlediğini bulmuştur; çoğu insanın sahip olduğu etkin müzik hafızası bu kadardır.

güç pratikten ayrıldığında arzu hareketlilik kazanır; basit bir şekilde ifade edersek, isteklerinizi yapabildiklerinizle sınırlandırmazsınız.

soyut bir dille ifade edersek, güç pratikten ayrıldığında arzu hareketlilik kazanır; basit bir şekilde ifade edersek, isteklerinizi yapabildiklerinizle sınırlandırmazsınız.

püritenler şüphe içinde yaşar, bizse haz isteriz. tarif ettiklerim, tüketicilerin nesnelerden yarattığı hazlardır, aklı başında bir faydacının şüphe ettiği ve kuşkusuz şüphe etmesi gereken dayatılmış hazdır.

gündelik yaşamın rutinleri ve sınırları ötesinde bir şeyler düşlemek insanları özgürleştirebilir. aynı şekilde, bu mükemmel sonuç veren idare yollarını harcayıp tükettiklerini hissetmek de insanları özgürleştirebilir. peki, doğrudan bildikleri, kullandıkları ya da gereksinim duydukları şeyleri manen aştıklarında da özgürleşmezler mi? tüketme tutkusu belki de özgürlüğün bir diğer adıdır.

aşk, lüks ve kapitalizm

werner sombart

bir toplumda özgür aşk, bağımlı aşkın yanında yuvalanmaya başladığında, bu yeni aşka hizmet edecek kadınlar da ya namuslu ailelerin baştan çıkartılmış kızları ve zina düşkünleridir ya da orospulardır.

la bruyere: maliyeci başarısızlıkla pençeleştiğinde saray adamları onun içn "o bir burjuva, bir hiç, bir hödüktür." der; başarılı olduğunda ise hemen gidip kızını isterler.

montesquieu: maliyecinin kazanç getiren mesleği nihayet saygıdeğer bir meslek olmayı da vadettiğinde her şey kaybedilmiştir artık. o zaman bir tiksinmedir sarar bütün diğer mevkileri; tüm anlamını yitirir şeref; ağır işleyen ve doğal olan araçlar kendilerini göstermekten yoksun kalır, yönetim ise temelden sarsılmıştır artık.

tarihin değişik dönemlerine has özelliklerin ayrımını yapabilme gücü ve sezgisi yalnızca en iyi tarihçilere özgüdür.

lorenzo valla: hazdan başka bir şey değildir aşk; şaraba, kumara ve bilime nasıl aşıksam kadınlara da öylece aşığım: diyeceğim o ki: şarap, kumar, bilim ve kadınlar gönlümü hoş eder. haz almanın kendisi yaşamda erişilebilecek nihai anlamdır. insan öyle üstünkörü bir amaç uğruna bir şeyden haz almaz. hazzın kendisidir amaç.

aşk, doğası gereği gayri meşrudur ya da daha doğrusu, meşruluğa karşıdır. ve bir kadın, dişi olma, güzel ve sevilmeye değer olma özelliklerini, evlilik gibi herhangi bir toplumsal kuruluşun uyguladığı baskı sonucunda ne kaybeder ne kazanır.

baldassare castiglione: hiçbir saray, dilediği kadar büyük olsun, kadın olmadan görkem veya şatafat yönünden gelişemez, ne de bir saray adamı, kadın aşkıyla dolup taşmaksızın hiçbir anlam ifade etmez veya yaptıklarında bir anlam olmazdı.

mme. d'oberkirk: bu zamanın en şiddetli iptilalarından biri, her şeyle kendini helak etmektir.

zengin tüccar müsveddelerine lüks gelişiminde körü körüne ayak uydurma saplantısı içindeki soylulara, burjuva zenginliğinin birdenbire artış gösterdiği bütün ülkelerde her zaman rastlarız.

montesquieu: pekala lüks olmalıdır! eğer zenginler bu denli harcama yapmasaydı yoksullar aç kalırdı.

"israf, insana zarar verici bir kusurdur; ama ticarete değil."

wilhelm von schröder: lüksün taşrada çok daha büyük olmasını arzulardım; çünkü zenginlerin görkemi, çok sayıda zanaatkar ve yoksulu besliyor.

kendisi gayri meşru aşkın meşru bir çocuğu olan lüks, kapitalizmi doğurmuştur.

17.09.2018

erkekler

irvine welsh

hayatınızın yarısını kıkır kıkır kıkırdayan moronlarla geçirmişseniz bir erkeğin sessiz ve sağduyulu davranma kabiliyetini takdir etmeyi öğreniyorsunuz.

kızların çoğu yaşlandıkça kadın olur ama erkekler çocuk olmaktan hiç vazgeçmiyor. onların özendiğim, hep taklit etmeye çalıştığım yönleri de bu: salaklığa ve çocukça duygulara böylesine kapılıp gitme yetileri. ama sürekli bununla karşılaşıyorsanız çok yorucu olabiliyor.

erkeklerin sevgi verme kapasitesinin kadınların sevgi alma kapasitesini kat kat aştığına kesinlikle ben de inanıyorum. bu yüzden dünyayı biz yönetiyoruz, bu kadar basit.

kaos'un kutsal kitabı

albert caraco

yalnızlık, ölümün okullarından biridir, çoğunluk asla bu okula giremez. bütünlük başka bir yerde elde edilemez. aynı zamanda yalnızlığın da ödülüdür bütünlük.

insanlar hem özgürdür hem bağlı. arzu ettiklerinden daha özgür, fark ettiklerinden daha bağlıdırlar. çünkü faniler kitlesi uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan uyanması asla düzenin çıkarına değildir; yönetilemez olurlar çünkü o zaman. düzen insanların dostu değildir, onları keyfince yönetmekle yetinir. ender olarak uygarlaştırmaya, daha da ender olarak insanileştirmeye çalışır.

tek kesinlik şudur: ölüm, tek kelimeyle her şeyin anlamıdır. insan ölüm karşısında sıradan bir şeydir yalnızca. halklar da aynı: tarih bir tutkudur, azaptır, kurbanları sürüyledir. içinde yaşadığımız dünya cehennemdir, hiçliğin ılımlılaştırdığı bir cehennem.

içine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, imkanlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir.

fikirler insanlardan daha canlı olduğundan fikirlerle yaşar insanlar ve onlar için ölürler gıklarını çıkarmadan. oysa tüm fikirlerimiz katildir. hiçbir fikir nesnelliğin, ölçünün ve tutarlılığın yasasına uymaz. ve bizler, bu fikirleri sürdüren bizler, otomatlar gibi yürürüz ölüme.

toplum bir hiçtir, bir biçimdir, içeriği yitik kitleden ibarettir. spermatik uyurgezerlerin dalaşıdır toplum, son derece aşağılık bir şeydir, filozofu hiç ilgilendirmez.

tarih büyük adamların eseridir, seçkinlerin boy ölçüştüğü kapalı alandır. yığınlar gösteriye kabul edilir ve yıkıma sürüklendiklerinde ise ölülerine ineklerden daha fazla değer verilmez.

savaş erkeğin iklimidir. erkek savaşa hazırlanır, savaş onun varlık nedenidir. insanlar erkek olduğu ölçüde yok olmaktan da o denli az çekinirler ve ölüm onlara yaşama nedenlerini de kapsayan bir şenlik gibi gelir. çünkü erdemlerimizin diyeti asla insan katlinden başka bir şey olmayacaktır.

mimarların tek özlemi, bize hazırladıkları kaderden kaçıp kırda yaşamaya gitmektir.

efendilerimiz bizim düşmanlarımızdır, tinselcilerimiz de bizi ayartanlar ve efendilerimizin suç ortaklarıdır. bizler öksüzüz ve bunu işitmek istemiyoruz. her yerde baba ve anne arıyoruz kendimize. gökyüzünde bile bize bu vaat ediliyor ve bizler ahlak düzeninin bizi varlığımızı sürdürmeye mecbur ettiği bu uçurumların dibinden sesleniyoruz onlara.

insanın kalbi değişmedi. insanın kalbi derin ve karanlık denize benzer. değişimler yalnızca duyarlılığımızın ışığı yansıttığı yüzeyde oluyor; ama biz derine indiğimizde olmuş olanı ve olacak olanı görürüz. felsefe buraya pek nüfuz etmez ve yalnızca teoloji uçurumun zarlarını elinde tutar.

içine gömüldüğümüz kaosta, düzende, yüzyıllardır kendimizi onayladığımız ve bizim otomatik adımlarımız altında parçalanan ölüm düzeninde olduğundan daha fazla mantık vardır.

gençler dünyayı kurtaramaz, dünya artık kurtarılamaz. kurtuluş fikri yanlış bir fikir, sayısız hatalarımızın bedelini ödememiz gerekiyor. artık hiçbir şeyi telafi edemeyiz, çok geç, telafi vakti bitti, reform vakti sona erdi.

dolandırıcılar

marquis de sade

sadakatsiz kadınlar kadar hoş şeyler yoktur şu dünyada, çevirdikleri dolapları saklamaya öylesine dikkat ederler ki, başkalarının yaptıklarını namus timsali kadınlardan çok daha az kaale alırlar.

kendini tanrı'ya adamış kişilerle hiçbir günah olmaz sevgilim; kendileriyle yapılan her şeyi saflaştırırlar ve bunu çok yapmak tek kelimeyle ilahi zevkin yolunun açılması demektir.

kadınların hemen yakınında daima hazır bir şeytan bulunur; ne kadar az güzel olursa olsunlar, sadece söylemeleri yeter, intikam alıcılar her köseden yağmur gibi yağarlar.

şu yeryüzünde, doğanın bize sunduğu duyguların en güzeli, hiç tartışmasız yardımseverlik duygusudur. gerçekten de, hemcinslerinin acılarını dindirmekten daha duygulandırıcı bir uğraş var mıdır? böyle bir işe kalkıştığımız an, ruhumuzun bizi yaratan yüce varlığın niteliklerine en fazla yaklaştığı an değil midir? yardımseverliğin, bazen felaketleri de beraberinde getirdiği söylenir. kendimizi ve başkalarını memnun ettikten sonra bunun ne önemi var! mutluluk için de bu kadarı yeterli değil midir?

kelebek ve dalgıç

jean dominique bauby

alexandre dumas okurlarına, yazarın karakterlerinden hangisi olarak yeniden dünyaya gelmek istediklerini sorsanız, oylar d'artagnan'a veya edmond dantes'e gider ve kimsenin aklına monte kristo kontu'ndaki uğursuz noirtier gelmez.

dumas tarafından boş bakışlı bir ceset, dörtte üçü mezara göre biçimlendirilmiş bir adam olarak betimlenen bu özürlü varlık, tüyleri diken diken eder. güç yoksunu ve sırların en korkunçlarını saklayan bu dilsiz emanetçi, hayatını bir tekerlekli sandalyede geçirmektedir ve yalnızca göz kırparak iletişim kurmaktadır: bir kırpış evet, iki kırpış hayır anlamına gelir.

aslında, kız torununun onu sevgiyle çağırdığı adıyla "noirtier dede" edebiyatta yer verilen ilk ve bugüne kadar da tek locked-in sendromu hastasıdır.

genelde rüyalarımı hatırlamam. gün doğduğunda senaryonun ucunu kaçırmış olurum ve görüntüler merhametsizce yok olur. peki, neden bu aralık rüyaları bir lazer ışını netliğinde hafızama kazındı? belki de bu, komaya girmenin bir kuralıdır. gerçekliğe dönemediğimiz için rüyaların buharlaşma lüksü olmuyordur da kesik kesik ilerleyen uzun bir görüntü oyunu oluşturmak için arka arkaya birikiyorlardır. bu akşam da bir kısmı aklıma geldi.

acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? ya da son durağı olmayan bir metro? peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para? sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. o zaman, ben gidiyorum.

16.09.2018

hölderlin

stefan zweig

"zira zor tanır
ölümlü olan saf olanı."

hayatın yasası karışmaktır, ebedi dönüşünde dışarıda kalmayı kabul etmez. kim bu sıcak akıntıya girmeyi reddederse kıyıda susuzluktan kavrulur; kim katılmazsa hayatı ebedi bir dışarıda kalmaya, trajik bir yalnızlığa mahkumdur.

"ah, dünya benim ruhumu ilk gençliğimden itibaren korkutup kendi içine geri itti." diye yazacaktı bir keresinde neuffer'e ve gerçekten de o dünyayla bir daha asla ilişkiye giremeyecek, bağlantı kuramayacaktı. paradigmasal olarak, psikolojinin "içe dönük tip" diye nitelediği şey olacaktı. güvensizlik içinde kendini her türlü dışsal etkiye kapatan ve sadece kendi içinden, en başından beri içinde yeşermekte olan filizden yola çıkarak kendi zihinsel kişiliğini geliştiren o karakterlerden biri olacaktı.

gururlu olmadan çevreyle arasına görünmez bir mesafe koymayı başarıyordu. zayıf bedeniyle dimdik, yüce ve görünmez bir şahsiyet gibi, hücresinden çıkıp diğerlerinin arasına karışırken onlara "sanki apollon yürüyormuş gibi" geliyordu.

kendi iç çehresini, yanlarında çalışmak zorunda olduğu o zihinsel ayaktakımının şiddeti karşısında gizlemeyi giderek daha fazla öğrenir; bu uşak maskesi yavaş yavaş büyür ve iyice etine, kanına işler.

ilk andan itibaren bu hayalperest, hayatının yönünü kararlı bir şekilde sonsuzluğa, çarpıp parçalanacağı o erişilmez kıyıya çevirmiştir. hiçbir şey onu bu görünmez çağrıya yıkıcı bir sadakatle uymaktan alıkoyamaz.

uzlaşmaların ve bayağılığa karışmanın gerekli olmadığı, zihnin saf olanda saf, karışmamış element olarak varlığını sürdürebildiği yerin peşindedir. bu fanatik sarsılmazlıkta, gerçek varoluşla girilen bu muazzam uzlaşmazlıkta hölderlin'in olağanüstü kahramanlığı tek tek bütün şiirlerdekinden daha güçlü şekilde kendini gösterir.

bununla birlikte her türlü hayat güvencesinden, evden ve yuvadan, bütün bir burjuva hayatından vazgeçtiğini en başından itibaren bilmektedir. "sığ bir kalple mutlu olmanın" daha kolay olduğunu bilir. sonsuza kadar "hayatın zevkleri konusunda amatör" kalacağının farkındadır. ama o uslu bir hayatın rahatlığını istemez; tersine, şairane bir kader yaşamak ister. gözlerini yukarı dikerek, zayıf bedeninde dimdik duran ruhuyla, yoksunluk ve sefil giysiler içinde, orada hem rahip hem de kurban olacağı o görünmez sunağa doğru yaklaşır.

hölderlin'in bu kahramanlığı, içinde gurur olmayışı, zafer inancı olmayışı yüzünden bu kadar anlatılmaz bir olağanüstülüğe sahiptir. o sadece mesajı, sadece o görünmez çağrıyı hisseder ve alınyazısına inanır, başarıya değil. bu sonsuz yaralanabilir insan, hiçbir zaman kendini kaderin bütün mızraklarının çarpıp kırılacağı zırhlı bir kahraman olarak hissetmez, kendini hiçbir zaman muzaffer görmez, başarılı görmez. ve mücadelesine o kahramansı şiddeti veren şey, tam da bu, çıktığı hayat yolculuğunda ona sonsuz ebedi bir gölge gibi eşlik eden çöküş duygusudur.

bu yüzden hölderlin'in hayatın en yüce anlamı olarak şiire olan adlandırılmamış inancını bir şair olarak kendine, yani kendi kişiliğine olan bir inançla karıştırmamak gerekir. misyonuna ne kadar güveniyorsa kendi yeteneği konusunda da o kadar alçak gönüllü ve samimiydi.

"kutsal ülke! hiçbir tepe yükselmez sende asma kütüğü olmadan
büyüyen otların üstüne yağar sonbaharda meyveler
neşeyle yıkanır nehirde ayakları kor gibi dağların
dalların uçları ve yosunlar serinletir güneşli başlarını
ve çocukların neşeyle çıkması gibi dedesinin omzuna
yükselir kara dağlarda kaleler ve kulübeler de."

zihnin en soylu cesareti her zaman, içinde şiddet barındırmayan bir kahramanlıktır, anlamsız bir direniş değil; bilakis güçlü olana savunmasız bir teslim oluş ve kutsal bir zorunluluktur.

onun kahramanlığı bir savaşçının kahramanlığı, şiddetin kahramanlığı değildir, bilakis bir şehidin kahramanlığıdır, görünmez bir şey için acı çekmeye ve inancı için, ideali için yok olmaya hazır olmaktır.

"sen nasıl istiyorsan öyle olsun, ey kader!" bu sözle eğilir o eğilmez inançlı, kendi yarattığı yıkımın önünde. ve ben yeryüzünde, kanla ve bayağı bir iktidar hırsıyla lekelenmemiş bu benzersiz tutumdan daha yüce bir kahramanlık biçimi bilmiyorum.

hiçbir şey ona erkeksi, neredeyse hastalıklı, örneğin hayat düsturu olarak kendine "pauci mihi satis, unus mihi satis, nullus mihi satis" [az yeter bana, bir yeter bana, hiç yeter bana] sözünü seçen nietzsche'ninki gibi bir kendine güven duygusu kadar yabancı olamazdı; laf olsun diye söylenmiş bir söz onun cesaretini kırmaya ve kişisel yeteneğinden kuşku duymasına yetebilir, schiller'in bir "hayır" demesi ona aylarca acı verebilirdi.

bir çocuk, bir okul öğrencisi gibi en sefil manzume yazarlarının, bir conz'un, bir neuffer'in bile önünde eğiliyordu; ama bu kişisel mütevazılığı, kişiliğinin bu aşırı yumuşaklığının altında çelik gibi bir şiir iradesi, gönüllü bir adanmışlık yatıyordu.

"ah dostum," diye yazar bir arkadaşına, "en yüksek gücün aynı zamanda en mütevazı güç gibi göründüğünü ve tanrısal olanın, hiçbir zaman belli bir tevazu ve acı olmadan ortaya çıkmayacağını ne zaman anlayacağız?"

15.09.2018

mutlak peşinde

balzac

halkın gözünde deha deliliğe benzer.

umut isteğin çiçeği, inanç güvenin yemişidir.

toprağa ekilen tohumlar içinde en çabuk ürün vereni, şehitlerin döktüğü kandır.

paris'te kalabilmek için insanın ne aile yuvası ne de vatanı olmalı. paris kozmopolitlerin kentidir; bilimin, sanatın, gücün kollarıyla hiç durmaksızın gönül verdikleri bir dünyaya sarılan insanların kentidir.

derin duyguları gizli tutmak zordur.

insan yaşamının olayları -ister toplum içinde, ister özel yaşamda olsun- mimarlıkla öylesine sıkı sıkıya bağlantılıdır ki, çoğu gözlemciler kamu yapılarından, anıtlardan artakalan parçalara bakarak ya da ev eşyası kalıntılarını inceleyerek ulusları ya da bireyleri yaşam biçimlerinin tüm gerçekliğiyle yeniden canlandırabilirler.

iki insan birbirini hep aşklarının ilk gününü yaşıyormuş gibi sevdiğinde bu doğurgan mutlulukta yaşamın bütün koşullarını değiştiren şeyler vardır.

her yaşam bir yanma gerektirir. ocak iyi işledi mi yaşam da iyi işler, zayıfladı mı yaşam da zayıflar.

aynı işareti taşıyan iki madde hiçbir hareket doğurmaz.

gündelik yaşamın ayrıntıları hızlı kararlar vermeye alışık üstün zekâları uzun zaman oyalayamaz.

güzel duyguların ete kemiğe bürünmüş canlı biçimleri, ruhu heyecanlandırmada sanat yapıtlarından hiç de aşağı kalmazlar.

duyguların da kendine özgü bir yaşamı, doğdukları yerin koşullarına uygun bir yaradılışı olduğunu şimdiye dek pek kimse fark etmemiştir. duygular hem geliştikleri yerin özelliğini hem de gelişmelerini etkileyen düşüncelerin damgasını taşırlar.

kim ne derse desin, belirtileri insanı hiç yanıltmayan, şaşırtıcı bir çekim gücü vardır insanlar arasında.

onu avutmak için noter ağzıyla beylik şeyler söylüyordu; oysa böyle sözler acıların üstünden bir salyangoz gibi geçer ve arkasında acının kutsallığını bozan kuru sözcüklerden bir iz bırakır yalnızca.

kimi okuması yazması olmayan kişiler, gerekli olduklarını anlayınca en zeki insanlara bile söz geçirmeyi bilirler; bir saplantının verdiği inatçılıkla ayrıcalıktan ayrıcalığa atlayarak tam bir egemenlik kurmaya dek giderler.

dâhinin yarattıklarını halk, bir zamanlar kralların anladığından daha da geç anlıyor.

yalnız yaşayan ve birbirini iyice tanıyan iki insan, eğlencelerini düşüncenin en yüce doruklarında aramak zorundadır. küçük bir şey büyük bir şeyin karşısında duramaz çünkü. öte yandan insan büyük şeylerle uğraşmaya alıştı mı, eğer yüreğinin derinliklerinde dâhileri onca hoş bir biçimde çocuklaştıran o sadelik, o saflık yoksa kolay kolay eğlenemez artık. ayrıca her şeyi görmeyi, her şeyi bilmeyi, her şeyi anlamayı kendine iş edinen kişilerde yüreğin kocamaması zaten çok ender rastlanır bir durum değil midir?

yılanların öcü

fakir baykurt

insan olanın başına her şey gelir.

parası olmayan bir allahın kulu istediği kadar akıllı fikirli olsun, oluru yok, paşaya cevap veremez. korkar. para adamı yüreklendirir. para adama cesaret verir. para adamı konuşturur. para adamı adam eder. parasız hiçbir iş görülmez, kuşağın dolu olmalı. 

köylük yerinde yalnız adamın işi küldür. arkan olacak. arkan olmadı mı adamım diye gezme dünyada. dört olsun, beş olsun, olsunlar.

kuyruk acısı tıpkı evlat acısı gibidir. insan evlat acısını, yılan kuyruk acısını unutamaz dünyada.

dünyada insan birbirini sevmeli. sevmezse günler tükenmez. sevmezse dünya zindan olur. sevmezse yaşadığının farkına varamaz. sen somurt, komşun somurtsun, ne olacak sonu? insan dediğin dünyada sevişmeli.

korkulu düş görmektense uyanık yatmak en iyisidir.

ağaç milleti tıpkı karı milleti gibidir. canı isterse tutar, canı istemezse tutmaz.

bir ateş vereceksin, yanıp çıkıp gidecek cayır cayır! yanıp çıkıp gidecek dürzünün evi! içindekilerle! ah el kapıları! kapansın el kapıları! yakacaksın ki, kapansın! başka da açılmasın namussuz dünyada! yokluklar yok olsun! yok olsun yoksulluklar! ille de insanın insana kulluğu!

14.09.2018

insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı

jean-jacques rousseau

din, bağnazlığıyla akıttığı kandan daha fazla kanın esirgenmesini sağlar.

aşkın manevi unsurunun toplum alışkanlıklarından doğmuş, kadınlar tarafından, egemenliklerini kurmak, boyun eğmesi gereken cinsi üstün kılmak için ustalıkla, dikkatle kutsallaştırılmış yapay bir duygu olduğunu görmek zor değildir.

"misseriman servitutem gacem apellant." (tacitus)

bir insanı daha önce başka bir insandan vazgeçemeyecek bir duruma getirmedikçe kul edip köleleştirmek olanaksızdır.

insanları uygarlaştıran ve insan türünü bozan şey ozana göre altın ve gümüş; ama filozofa göre demir ve buğdaydır.

bilgili bir düşüncenin meyvesi olmayan acele yargılar, aşırılığa konu olurlar.

özgürlük buna alışık olan sağlam, gürbüz huyları beslemek ve güçlendirmek için uygun ama yapısı böyle olmayan zayıfları, narinleri ezen, yıkan, sarhoş eden güçlü ve lezzetli besin maddeleri ve iyi cins şaraplar gibidir.

bir hayvan, kendi türünden ölü bir hayvanın önünden tedirgin olmadan geçmez.

ne kadar düşük bir bozukluk derecesi içinde bulunursa bulunsun, kötü ve iyi insanlar arasında hiçbir ayırım yapmayan hiçbir toplum var olmamıştır.

bir çocuğun bir yaşlıya emretmesi, bir budalanın bir bilgeyi yönetmesi, açlık içindeki çoğunluk zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken bir avuç insanın gereksiz şeyler bolluğu içinde yüzmesi doğa kanununa açıkça aykırıdır.

zorba, ancak en güçlü olduğu sürece egemendir.

"bir cumhuriyetçi olan benim hakkımda vardığın yargı da iyi değil. ben özgürlüğe taparım. hem başkalarına hükmetmekten hem de başkalarına kul olmaktan aynı derecede nefret ediyorum."

hakimler sadece zor kullanarak değil, yalanla da hüküm sürerler ve kendi bencil tasarılarını genel çıkar örtüsü altında gizlerler.

büyük mülkiyet gasptan doğar.

son yüzyıllarda keşfedilen bütün ıssız adaların hemen hepsi, baştan başa, her türden ağaçla ve bitkiyle kaplıdır ve tarih bize, bütün yeryüzünden, insanlar yerleştiği veya uygarlaştığı ölçüde, çok büyük ormanların kesilmesi gerektiğini öğretir.

hiç kimse başkalarının adaletsizliğinden şikâyet edemez; sadece kendi tedbirsizliğinden ya da talihsizliğinden yakınabilir.

baskıya boyun eğen bir halk, başkalarının özgürlüğünü yok etmeye de hazırdır.

kölelik bağları insanların karşılıklı bağımlılıklarından, karşılıklı gereksinmeler onları birleştirmeden önce meydana gelmediği için bir insanı daha önce başka bir insandan vazgeçemeyecek bir duruma getirmedikçe kul edip köleleştirmek olanaksızdır.

onurdan hiçbir şey umut etmeyen despot hükümdarlık, hükmettiği yerde başka bir efendinin yaşamasına katlanamaz; o konuşur konuşmaz, artık başvurulacak ne dürüstlük duygusu, ne de görev duygusu kalır; kölelere kalan biricik erdem, körü körüne boyun eğmedir.

marksizm aynı düşünceyi daha açık bir şekilde ortaya koyar: "başkalarını ezen bir halk, özgür olamaz."

objektif bakımdan, ezilenlerin teselli olarak bir tanrıya inanmaları, halk yığınlarını mücadeleden uzaklaştırmaktan başka bir sonuç vermez.

marx, kapitalist düzende, vicdanlar dahil her şeyin parayla satın alındığını söyleyecektir.

insan bilimleri tarafından konmuş olan sorunlar, çözümlerini tarihte bulurlar.

insanın kullandığı ilk dil, en evrensel, en etkili dil; bir araya gelmiş olan insanları ikna etmek gerekmeden önce de gereği duyulmuş olan biricik dil, doğanın çığlığıdır.

durmadan doğadan yakınan çılgınlar, biliniz ki size bütün kötülükler kendinizden geliyor!

eğitim sadece işlenmiş zekalarla işlenmemişler arasında bir ayrım meydana getirmekle kalmaz; işlenmiş zekalar arasındaki farkları da kültür oranında artırır. çünkü bir dev ile bir cüce aynı yolda yürüseler her ikisinin atacağı her yeni adım deve yeni bir üstünlük sağlayacaktır.

13.09.2018

12 mart 1971

şaban iba

12 mart 1971 ihtilali bildirisinden: "parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup tc'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. (..) bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, tsk kanunların kendisine vermiş olduğu tc'yi korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır."

orgeneral memduh tağmaç (gkb)
orgeneral faruk gürler (kkk)
orgeneral celal eyiceoğlu (dkk)
orgenerel muhsin batur (hkk)

başbakan nihat erim: "türkiye'de batılılaşma atatürk'ün sonradan bize hedef olarak gösterdiği, muasır medeniyet dediği batılılaşma, ordudan gelmiştir. ve o tarihten bugüne kadar da ileri doğru atılışlar hep ordudan gelmiştir. atılışın lideri ordudandır; atılışın desteği ordudandır. şu halde bu son 12 mart muhtırasını da o zincirin bir halkası saymak lazımdır."

muhtıranın trt'de okunmasının ardından başbakan demirel istifa etti. 16 mart 1971'de chp'den istifa ettirilen nihat erim'e partiler üstü hükümet kurduruldu.

26 nisan'da vatan ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir hareketin varlığı gerekçesiyle mgk 11 ilde sıkıyönetim ilan etti. erim, "anayasanın türkiye için lüks" olduğunu söylüyordu. tüm devrimci, demokrat kişi ve kuruluşlar üzerinde yoğun bir devlet terörü estirilmeye başlandı.