stefan zweig
"zira zor tanır
ölümlü olan saf olanı."
hayatın yasası karışmaktır, ebedi dönüşünde dışarıda kalmayı kabul etmez. kim bu sıcak akıntıya girmeyi reddederse kıyıda susuzluktan kavrulur; kim katılmazsa hayatı ebedi bir dışarıda kalmaya, trajik bir yalnızlığa mahkumdur.
"ah, dünya benim ruhumu ilk gençliğimden itibaren korkutup kendi içine geri itti." diye yazacaktı bir keresinde neuffer'e ve gerçekten de o dünyayla bir daha asla ilişkiye giremeyecek, bağlantı kuramayacaktı. paradigmasal olarak, psikolojinin "içe dönük tip" diye nitelediği şey olacaktı. güvensizlik içinde kendini her türlü dışsal etkiye kapatan ve sadece kendi içinden, en başından beri içinde yeşermekte olan filizden yola çıkarak kendi zihinsel kişiliğini geliştiren o karakterlerden biri olacaktı.
gururlu olmadan çevreyle arasına görünmez bir mesafe koymayı başarıyordu. zayıf bedeniyle dimdik, yüce ve görünmez bir şahsiyet gibi, hücresinden çıkıp diğerlerinin arasına karışırken onlara "sanki apollon yürüyormuş gibi" geliyordu.
kendi iç çehresini, yanlarında çalışmak zorunda olduğu o zihinsel ayaktakımının şiddeti karşısında gizlemeyi giderek daha fazla öğrenir; bu uşak maskesi yavaş yavaş büyür ve iyice etine, kanına işler.
ilk andan itibaren bu hayalperest, hayatının yönünü kararlı bir şekilde sonsuzluğa, çarpıp parçalanacağı o erişilmez kıyıya çevirmiştir. hiçbir şey onu bu görünmez çağrıya yıkıcı bir sadakatle uymaktan alıkoyamaz.
uzlaşmaların ve bayağılığa karışmanın gerekli olmadığı, zihnin saf olanda saf, karışmamış element olarak varlığını sürdürebildiği yerin peşindedir. bu fanatik sarsılmazlıkta, gerçek varoluşla girilen bu muazzam uzlaşmazlıkta hölderlin'in olağanüstü kahramanlığı tek tek bütün şiirlerdekinden daha güçlü şekilde kendini gösterir.
bununla birlikte her türlü hayat güvencesinden, evden ve yuvadan, bütün bir burjuva hayatından vazgeçtiğini en başından itibaren bilmektedir. "sığ bir kalple mutlu olmanın" daha kolay olduğunu bilir. sonsuza kadar "hayatın zevkleri konusunda amatör" kalacağının farkındadır. ama o uslu bir hayatın rahatlığını istemez; tersine, şairane bir kader yaşamak ister. gözlerini yukarı dikerek, zayıf bedeninde dimdik duran ruhuyla, yoksunluk ve sefil giysiler içinde, orada hem rahip hem de kurban olacağı o görünmez sunağa doğru yaklaşır.
hölderlin'in bu kahramanlığı, içinde gurur olmayışı, zafer inancı olmayışı yüzünden bu kadar anlatılmaz bir olağanüstülüğe sahiptir. o sadece mesajı, sadece o görünmez çağrıyı hisseder ve alınyazısına inanır, başarıya değil. bu sonsuz yaralanabilir insan, hiçbir zaman kendini kaderin bütün mızraklarının çarpıp kırılacağı zırhlı bir kahraman olarak hissetmez, kendini hiçbir zaman muzaffer görmez, başarılı görmez. ve mücadelesine o kahramansı şiddeti veren şey, tam da bu, çıktığı hayat yolculuğunda ona sonsuz ebedi bir gölge gibi eşlik eden çöküş duygusudur.
bu yüzden hölderlin'in hayatın en yüce anlamı olarak şiire olan adlandırılmamış inancını bir şair olarak kendine, yani kendi kişiliğine olan bir inançla karıştırmamak gerekir. misyonuna ne kadar güveniyorsa kendi yeteneği konusunda da o kadar alçak gönüllü ve samimiydi.
"kutsal ülke! hiçbir tepe yükselmez sende asma kütüğü olmadan
büyüyen otların üstüne yağar sonbaharda meyveler
neşeyle yıkanır nehirde ayakları kor gibi dağların
dalların uçları ve yosunlar serinletir güneşli başlarını
ve çocukların neşeyle çıkması gibi dedesinin omzuna
yükselir kara dağlarda kaleler ve kulübeler de."
zihnin en soylu cesareti her zaman, içinde şiddet barındırmayan bir kahramanlıktır, anlamsız bir direniş değil; bilakis güçlü olana savunmasız bir teslim oluş ve kutsal bir zorunluluktur.
onun kahramanlığı bir savaşçının kahramanlığı, şiddetin kahramanlığı değildir, bilakis bir şehidin kahramanlığıdır, görünmez bir şey için acı çekmeye ve inancı için, ideali için yok olmaya hazır olmaktır.
"sen nasıl istiyorsan öyle olsun, ey kader!" bu sözle eğilir o eğilmez inançlı, kendi yarattığı yıkımın önünde. ve ben yeryüzünde, kanla ve bayağı bir iktidar hırsıyla lekelenmemiş bu benzersiz tutumdan daha yüce bir kahramanlık biçimi bilmiyorum.
hiçbir şey ona erkeksi, neredeyse hastalıklı, örneğin hayat düsturu olarak kendine "pauci mihi satis, unus mihi satis, nullus mihi satis" [az yeter bana, bir yeter bana, hiç yeter bana] sözünü seçen nietzsche'ninki gibi bir kendine güven duygusu kadar yabancı olamazdı; laf olsun diye söylenmiş bir söz onun cesaretini kırmaya ve kişisel yeteneğinden kuşku duymasına yetebilir, schiller'in bir "hayır" demesi ona aylarca acı verebilirdi.
bir çocuk, bir okul öğrencisi gibi en sefil manzume yazarlarının, bir conz'un, bir neuffer'in bile önünde eğiliyordu; ama bu kişisel mütevazılığı, kişiliğinin bu aşırı yumuşaklığının altında çelik gibi bir şiir iradesi, gönüllü bir adanmışlık yatıyordu.
"ah dostum," diye yazar bir arkadaşına, "en yüksek gücün aynı zamanda en mütevazı güç gibi göründüğünü ve tanrısal olanın, hiçbir zaman belli bir tevazu ve acı olmadan ortaya çıkmayacağını ne zaman anlayacağız?"