jack london
mutluluğun her an tehlikede olması, hayatın tekinsizliği, sağlam nedenleri olan gelecek korkusu - bunların tümü insanları içmeye yönlendirebilecek etkenlerdir. perişanlıklarının acısını azaltmak isterler; meyhanede dindirirler acılarını; çektiklerini unuturlar.
bu sağlıksızdır. elbette öyledir, ama hayatlarındaki her şey sağlıksızdır zaten. meyhane, onlara hayatlarında hiçbir şeyin sağlamadığı unutuşu sağlar, onları yüceltir, kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlar; lakin aynı zamanda onları aşağı çeker, iyiden iyiye hayvanileştirir.
bu bahtsızlar için söz konusu olan, ölümle neticelenecek ıstıraplar arasındaki bir yarıştır. bu insanlara içki karşıtlığını, alkolden uzak durmayı telkin etmeye çalışmak boşunadır. içki alışkanlığı birçok ıstırabın sebebi olabilir; ama aynı zamanda, başka öncül ıstırapların bir sonucudur.
içkinin doğurduğu kötülüklere dair ne ne söylenirse söylensin, insanları içmeye yönlendiren kötülükler ortadan kalkmadıkça, içki ve kötülükleri var olmaya devam edecektir. insanlara yardımcı olmaya çalışanlar bunu anlayıncaya dek, tüm iyi niyetli çabaları beyhude kalacak ve olimpos'taki tanrıları kahkahaya boğan bir gösteriden öteye gidemeyecektir.
whitechapel'daki yoksulları ruhen yükseltmek, içlerinde güzelliğe, hakikate ve iyiliğe yönelik arzu uyandırmak için düzenlenmiş bir japon sanatı sergisini gezmiştim. yoksul insanların bu şekilde güzelliği, hakikati ve iyiliği arzulayacağını kabul etsek dahi -ki böyle bir şey yoktur-, hayatın acı gerçekleri ve hayır kurumlarında kalan üç kişiden birini ölüme mahkum eden toplum yasası karşısında, bu bilgi ve arzu onlar için sadece fazladan bir lanet olarak kalacaktır. yeni şeyler öğrenip yeni arzular duymaya başlamalarından öncesine nazaran, çok daha fazla şeyi unutmak zorunda kalacaklardır.
kader bugün beni doğu yakası'nda yaşamaya mahkum etse ve bir tek dileğimi yerine getirecek olsaydı, ondan güzelliğe, hakikate ve iyiliğe dair bildiğim her şeyi unutturmasını isterdim. okuduğum kitaplardan öğrendiklerimi, tanıdığım insanları, duyduğum şeyleri, gördüğüm toprakları unutmayı dilerdim. kader dileğimi yerine getirmediği takdirde, eminim ki sarhoş olur, bildiklerimi elimden geldiğince unutmaya çalışırdım.
insanlara yardım etmeye çalışanlar! yüksekokul yerleşkeleri, misyonları, hayır kurumları falan, hep fiyaskodur. eşyanın tabiatı gereği, fiyaskodan başka bir şey olamazlar, iyi niyetle, ama yanlış şekilde tasarlanmışlardır. bu iyi insanlar, hayata bir yanlış anlama içinde yaklaşırlar. batı yakası'nı anlamadıkları halde, doğu yakası'na öğretmenler, âlimler olarak gelirler. isa'nın basit sosyolojisini anlamadıkları halde, sefil ve horlanmış insanlara kurtarıcıların debdebesi içinde yaklaşırlar. sadakatle çalışmışlardır; ama sefaleti hafifletmeye ancak ölçülemeyecek kadar az katkıda bulunabilmişler ve daha bilimsel yoldan, daha az maliyetle elde edilebilecek bir miktar veriyi toplamanın ötesinde, hiçbir başarı kazanamamışlardır.
birinin vaktiyle söylediği gibi, fakirlerin sırtından inmekten gayrı her şeyi yaparlar onlar için. çocukça tertiplerle toparladıkları paralar, yine yoksulların cebinden çıkar. işçiye hakkını vermeyen iki ayaklı yırtıcıların ırkından gelirler; işçiye elinde kalan acınası parayla ne yapacağını söylemeye kalkarlar.
allah aşkına, islington'da on iki düzinesi dörtte üç peniden yapay menekşeler satan bir kadının çocuğuna bakmak üzere kreş kurmanın ne faydası vardır? baş edemeyecekleri kadar çok sayıda çocuk ve menekşe satıcısı dünyaya gelmektedir oysa. bu menekşe satıcısı her bir çiçeği üç kez eline almaktadır; dörtte üç peni için üç kez. gün boyunca, dokuz peni kazanmak için bu çiçekleri 6.912 kez eline alır. bu bir soygundur. sırtında birilerini taşımaktadır; güzellik, hakikat ve iyilik arzusu onun yükünü hafifletmez. bu hevesliler o kadın için hiçbir şey yapmaz; anne için yapmayıp gün boyunca çocuk için yaptıkları da geceleyin, çocuk eve döndükten sonra hükümsüz kalır.