halit ziya uşaklıgil
"kadınlar şiirli aşklar hülya ederler ve aşklarında şiirle bahtiyar olurlar." işte güzel bir cümle! bunun altına imzanı atar, edebiyat dergilerinden birine gönderirsin. senin gibi binlerce saf insanlar vardır ki buna, "oh, ne güzel!" derler. güzel? belki, fakat doğru değil.
kadınlar şiirlerle dolu aşklar hayal ederler, evet, yüzde bilmem ne kadar, herhalde çoğunluğu meydana getirecek kadın beyinlerinin içinde böyle açık lacivert bir semanın üstünde altın gülüşlerle sevda rüyaları vardır. fakat bu rüya işte yalnız oraya, o mini mini beyinlerin bulutlarına hastır.
hayatta, aşk hayatında, kadınlara şiirden söz ederseniz ne yaparlar, bilir misin? gülerler ve içlerinden, hatta belki açıktan açığa "ahmak!" derler.
lakin azizim, bu senin dediğin şey on beş yaşında pek iyidir. o zaman ağaçlarının arasından parça parça güneşler akan sık ormanlarda gezintiler düşünülür, mehtap gecelerinde sandalın kürekleri bırakılarak denizin nağmeleriyle semanın çiçekleri arasında sonsuzluğa kadar uzayıp gidecek derin düşüncelere dalışlar hayal olunur.
fakat aşk, asıl aşk, hakiki hayatta aşk, bunların hiçbiri değildir. bunlar kadınları bir müddet belki aldatır, bir kere, iki kere, nihayet üç kere, bu rüyalarla eğlenirler, lakin dördüncüsünde asla.. bütün o şiire asılıp kalan kadınlar, nihayet onu bulamayarak, çünkü o mümkün değil bulunamaz, bulamamakla yıkılan hayallerini ve hatta belki bir gün bulmak ümidini saklamakla birlikte aşkta asıl bulunan şeyi ararlar: hakikat. evet, bütün maddiliğiyle, o şiirlerden, hülyalardan, çiçeklerden soyutlanmış hakikat..
biz erkekler de böyle değil miyiz? hayatımızın bir dönemi vardır ki o sırada fikirlerimiz yeryüzünün üstünde uçmaya, emelini tatmin edecek hülya kevserini semaların uçacak kadar hafif kaynaklarında aramaya muhtaçtır. yükselir, gözlerini aldatan bu mavilikleri geçmek, daha yukarılarda bir şey, bir başka sevda havası bulmak için yükselir. fakat yükseldikçe daha geçilecek mavilikler bulur, o aldatıcı ufuklar bitmez tükenmez. bu gökyüzü yolculuğu ne kadar sürer? bu, mizaca ait bir şeydir, o kadar devam edebilir ki dönmeye imkân kalmaz.
ben? ben hatta uçmak için heves bile duymadım. uçup uçup da düşenler, bütün o kırık kanatlarıyla topraklarda sürüklenen, nihayet topraklarda ruhunun gıdasını arayanlar gözlerimin önünde o kadar anlaşılır dersler ortaya koydular ki ben onların bitirdikleri yerden başlamaya lüzum gördüm.
rica ederim söyleme, sizin, hülyacıların bütün felsefenizi biliyorum. işte ne demek istediğini anlıyorum: bana o semalar seyahatinin tan vakitlerinden, samanyollarından, gökkuşaklarından, renk renk güneşlerinden, parıltı tufanlarından, bütün bu güzelliklerin verdiği sarhoşluktan söz edeceksin. bir yığın şiir!
lakin asıl şiir kadınlardır. bu çiçeklerden şekillendirilerek odanızın yaldızlı hücrelerinde narin çiçekliklerde hoş kokulu hatıralarıyla size gülümseyen demetlerdir. bence işte aşkın felsefesi bundan ibarettir: bu demetlerden mümkün olduğunca çok bağlayabilmek.
sevda hayatı bir çiçek bahçesidir ki buradan sadece bir seyirci gözleriyle geçenler de vardır. onlar biraz ilerde bir şey koparabilmek ümidiyle geçerler, geçerler, nihayet artık koparılacak bir şey kalmaz, geri dönmek de mümkün değildir. bunların mezar taşına "yaşamadılar" sözü kazınabilir. bunlar öyle bir sınıftır ki beceriksizlerden, utangaçlardan, korkaklardan meydana gelir.
bu sınıfın biraz üstünde yakalarına yalnız birer gonca takmakla, bu sevda denilen çiçek bahçesinden bütün hisselerini almış olmakla çıkanlar gelir: azla yetinenler.
daha sonra henüz çiçek bahçesinin kenarına gelir gelmez eli boş yahut birkaç adım ötede avuçlarında bir demet kurumuş otla "oh, ne güzel!" diyen, hemen oraya, bir ağacın uyku getiren gölgesine düşerek uyuyanlar gelir: tembellerle yorgunlar.
daha sonra zafer kazananlar, galipler, bu çiçek bahçesinin iskender ve daraları, cengiz ve timurları, bizler, ben.. evet ben, kucak kucak, etek etek o çiçeklerden toplayan, toplamak için bitmez, sönmez bir heves duyan ben.. görsen, böyle, kâh elimin şiddetli bir hırsıyla koparılmış, kâh dişlerimin keskin br darbesiyle kesilmiş, yahut çalıların arasında türlü güçlüklerle toplanabilmiş, dikenlerinde emellerimin kanından fedakâr damlalar bırakılarak ancak yetişilebilmiş, ara sıra şurada burada mertlik ve yiğitlikle alınmış çiçeklerden bende ne güzel demetler var..
bunların içinde şuh kahkahalarıyla güller, baygın sevda bakışlarıyla nergisler, sıcak ve tutkulu nefesleriyle karanfiller, bin türlü manalarıyla nesrinler, şebboylar, laleler, sümbüller, bütün o şairlerin lehçelerini dolduran çiçekler, ötede beride mini mini, küçük küçük, çekingen tebessümleriyle serpilmiş yaseminlerle inci çiçekleri, hatta manasız, ruhsuz sanılan otlar, o gösterişsiz, aşağı görülen, küçümsenen edalarıyla zavallı otlar..
bu demetler o kadar çoğalacak, o kadar çoğalacak ki nihayet odamın hücrelerinde boş yer kalmayacak. odamda bunlardan o sevda çiçekleri bahçesini daima yaşatan bir hatıra çiçekliği meydana gelecek. o zaman, işte yalnız o zaman odamın ortasına, bütün o hatıraları saflık parıltısıyla, bekâretinin beyaz temizliğiyle örtecek bir zambak, tertemiz, lekesiz bir zambak koyacağım. ötekiler kurudukça bu, tazeliğinin, neşesinin nemli esintisini üzerlerine serperek, kendisi yaşamaktan bahtiyar yükseldikçe o zavallı solgun hatıralara da bir parça neşe verecek, böyle, gözlerimin önünde her beraber, inanı kendinden geçiren hoş kokulu bir hava içinde yaşarken ben sarhoş olarak çiçek dolu rüyalar içinde uyuyacağım, anlıyor musun azizim, o zaman uyuyacağım.