pascal mercier
"kendini bu kadar önemseme!" derdin sen, biri yakındığında. kimsenin oturmasına izin vermediğin koltuğunda oturur, bastonunu sıska bacaklarının arasında tutar, guttan çarpılmış ellerini bastonun gümüş sapına koyar, başını -her zamanki gibi- aşağıdan öne doğru uzatırdın. (tanrım, seni bir kez olsun karşımda dik dururken görebilseydim, gururuna uygun düşecek biçimde başın yukarıda olarak! bir kerecik olsun! ama kamburlaşmış sırtını bin kez görmüş olmam, bütün öteki anıları sildi, bununla kalmadı, hayal gücümü de sakatladı).
hayatın boyunca katlanmak zorunda kaldığın bütün o ağrılar, senin hiç değişmeyen uyarılarına otorite katıyordu. kimse itiraz edemiyordu. sadece dıştan böyle değildi insanlar, içlerinden de itiraz edemiyorlardı. gerçi biz çocuklar senin konuşmanı taklit ediyor, sen yokken alay edip gülüyorduk; hatta annem bile bu yüzden bize söylense de, bazen yüzünden geçen bir gülümsemeyle kendini ele veriyor, biz de büyük bir iştahla saldırıyorduk. ama ancak görünüşte kurtuluyorduk, tanrı'dan korkanların çaresizce sövmesi gibiydi halimiz.
sözünü sayıyordum. yüzüme kırbaç gibi inen yağmur altında, içim sıkılarak okula gittiğim o sabaha kadar saydım. kasvetli sınıflarda, sevimsiz öğretmenlerin karşısında içimin sıkılması neden önemsemem gereken bir şey değildi? ben ondan başka hiçbir şey düşünemezken maria joao'nun bana yüz vermemesini neden önemsememeliydim? neden her şeyin ölçüsü senin ağrıların ve sana bahşettikleri vakar oluyordu?
"sonsuzluğun bakış açısından bakılınca" diye tamamlardın bazen, "önemi azalıyor." maria joao'nun yeni arkadaşına öfkelenerek, onu kıskanarak çıktım okuldan, kararlı adımlarla eve yürüdüm, yemekten sonra karşındaki koltuğa oturdum. "okul değiştirmek istiyorum." dedim sesim titremeden, oysa içimden o kadar güçlü hissetmiyordum kendimi, "bu okul dayanılır gibi değil." "kendini çok önemsiyorsun." dedin bana, bastonunun gümüş sapını okşayarak. "kendimi önemsemezsem neyi önemseyeceğim?" diye sordum. "hem sonsuzluğun bakış açısı diye bir şey yok."
odayı dolduran sessizlik patlayacak gibiydi. daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. terbiyesizce bir şeydi yaptığım, en sevdiği çocuğundan gelmesi, durumu daha da kötüleştiriyordu. herkes öfkeyle patlamanı bekliyordu, patlarken de sesin her zamanki gibi çatallaşacaktı. hiçbir şey olmadı. iki elinle bastonun sapına dayandın. annemin yüzünde daha önce hiç görmediğim bir ifade belirdi. seninle neden evlenmiş olduğunu bu yüz ifadesi anlatıyordu -bunu daha sonra düşündüm. konuşmadan ayağa kalktın, yalnızca ağrıların yüzünden hafifçe inlediğin duyuldu. akşam yemeğine katılmadın. bu aile kurulduğundan beri böyle bir şey görülmemişti.
ertesi gün öğle yemeğine oturduğumda bana sakince ve biraz da kederle baktın. "hangi okula gitmeyi düşünüyorsun?" diye sordun. maria joao o gün bana teneffüste portakal isteyip istemediğimi sormuştu. "sorun halloldu." dedim.
bir duyguyu önemsememiz mi yoksa ciddiye alınmayacak bir huysuzluk olarak mı görmemiz gerektiğini nasıl anlarız? onu yapmadan önce neden benimle konuşmadın baba? hiç değilse neden yaptığını bilseydim.