24.02.2009

o malum eser

halit ziya uşaklıgil

o malum eseri dediği, senelerden beri yazmak istediği, beyninin içinde bir çocuk gibi yaşatıp büyüttüğü, her dakika işleyip süslediği eserdi ki bunda çocukluktan beri okuduklarından aşılanmış şiir zevkini uygulamak isterdi. bu eseri öyle bir şey yapmak isterdi ki o vakte kadar görülmüş olan şeylerin hiçbirine benzemesin. bir şey ki.. o şeye zihninde mümkün değil bir şekil bir tarz veremiyordu.

zihninde düzenlediği öz pek sadeydi: bir taze ruh ki hayata bir ümit parıltısıyla açılıyor, güya semanın el değmemiş bağrına güneşin öpücüğünden, onun sevda dudaklarının dokunmasından tutuşmuş bir bahar sabahı.. fakat sonra yavaş yavaş ufuklar yanmaya, etrafa bir ateş havasının baygınlıkları yayılmaya başlıyor, o saf ve taze ruha hayatın ilk sıkıntıları yavaş yavaş sokuluyor. hayat mücadelesi.. daha sonra ümit güneşi o kırılmış kalbin yıkılan emellerine hazin bir veda bakışıyla süzülüp gidiyor: o vakit neticenin kara bulutları..

işte eser buydu. bu eserle ahmet cemil insan hayatını yazmak istiyordu; başından sonuna kadar bir şiir ki bir gülümsemeyle başlasın, bir damla gözyaşıyla netice bulsun..

ne vakit buluşsalar arkadaşı hüseyin nazmi'ye bundan bahsederdi. birçok parçalarını yazmış, arkadaşına okumuştu. fakat istediğini yapamamaktan, düşündüğünü kalemine resmettirememekten doğan bir ümitsizlikle her yazdığı parçadan sonra o parçaya veremediği ruhun matemini tutardı. bu eserin adeta hastası olmuştu. kendi kendisine küser, gücünü hissinin altında bulduğu için kızar, bazen güçsüzlüğünü dile yüklemek ister, zihninin içinde karmakarışık hayaller gibi uçuşan belirsiz renkleri yakalayabilecek bir alete sahip olamamaktan ileri gelen bir bıkkınlıkla adeta hayattan bezer. ah! bir kere o eseri bir vücuda getirebilse! bütün hayatta ümidi onun üzerine kuruluydu, onu yazarsa -bir gün taksim bahçesi'nde arkadaşına itiraf ettiği gibi- artık hayatta vazifesini tamamlamış sayacaktı.

bir gün hüseyin nazmi'ye diyordu ki:

"o yeniliklere çıldıracaklar. hele vezin için kim bilir ne kadar aşağılamalara uğrayacağım; fakat bunu niçin anlamamalı? bizim veznimizin musikisini, akışının ifadesini, edasının hissini niçin bilmemeli yahut bildiğini iddia edip de bundan niçin istifade etmemeli? beş yüz beyitlik bir manzumeyi hiç değişmeden giden bir vezin üzerine söylemekten doğacak ruh yorgunluğunu, o ahengin sürüp gitmesinin vereceği sıkıntıyı niçin anlamamalı? batı'nın manzumelerinde vezinlerin değişmesinden ortaya çıkan ahengi görüyoruz. o ahengi meydana getirmek için bizim elimizde aslında musikiden ibaret bir veznin coşkunluğu varken niçin nazmımızda aruzun temel kalıplarına dikkat ettiğimiz gibi üslubunda da veznin şiirle uyumlu olmasına dikkat etmeyelim? hece veznine de bu hizmeti yaptırmak mümkün olabilirdi, eğer türkçe kendi halinde kalsaydı. fakat dil türkçelikten çıkınca, arapçanın, farsçanın istilasına uğrayınca.. şimdi bir şiir söyleyiniz ki..

buna karşılık, veznin musikisinde hüküm sürmek lazım gelen ahengin manası.. fakat o manayı hissetmek, hissettikten sonra uygulamak lazım. bizde bu tarafa dikkat edilmiş mi? bir neşeli vezinle ağıt söylemek yahut hafif bir özü ağır bir veznin ağır akışına bırakmak veznin musikisine karşı nasıl bir duygusuzluksa çeşitli özlerden oluşan uzun bir manzumeyi yalnız bir vezinle söylemeye kalkışmak yine musikiye karşı öyle bir anlamamazlıktır.

türkçemizde de böyle şeyler mesela fransızcadan daha güzel yapılırken yazık ki yapmıyoruz. şimdi benim eserime vermek istediğim musikiyi düşün, bundan ortaya çıkacak etkinin ruh üzerinde ne kadar kuvveti olmak lazım gelir. eğer bu yenilik herkeste bir iltifat eğilimi yaratmazsa..

musikide yapamadığımızı bazi nazmımızda yapalım. yirmi tane birörnek suzinak şarkıyı okumaktan, dinlemekten duyduğumuz yorgunluğu hiç olmazsa nazmımızdan kaldıralım. hüner musikiyi birörneklikten değil çeşitli makamlar ve usulün bağdaşımından elde etmektedir. bu yolda yazılmış bir manzumeyi düşün ki vezinlerin taşkın dalgaları üzerinden atlaya atlaya akıp giderken birden yorgun düşmüşçesine ağır ağır sürüklensin. sonra tekrar bir coşkuyla taşsın, veznin kasırgasıyla yükselsin, yükselsin, şiddetin en yüksek tabakasına kadar çıksın, yine yavaş yavaş, ine ine son nefes bir musiki inlemesiyle bitsin.

hele kafiye.. gariptir, bizde en dikkat edilecek şeyler ihmal edilmiş de edebiyatımızda çocukça oyunlar için hayatlar harcanmış. "jenk, ferhenk, renk" kafiyesiyle kaside söylemek için düşünceleri hayal edilemeyecek baskılara ve çarpıklıklara uğratarak, o kafiyede bir kelimeyi kasideden mahrum etmemek için türlü mana garipliklerine mecbur olarak zorlukları hayret verecek bir külfete katlanmışlar da kafiyenin ahenk manasını düşünmek akıllarına gelmemiş. hatta bugün yeni şiirin ruhunu anlamayanlarda kafiyede bir sesleme manası olabileceğini düşünebilecek var mıdır?

hele kafiyelerin alışılmış sıralanışına hiç aklım ermiyor. "an ve in" kafiyeli seksen beyti birbirinin arkasına sıralamaktan kulak için hoşluk mu ortaya çıkar usanç mı bilemem. hele gazellerde matladan sonra gelen müfretlerde madem şiirin arasına kafiyesi olmayan kelimeler sokarak kulağı tırmalamaya izin veriliyor, o halde kafiyesiz şiir söylensin. kafiyenin sıralanış tarzını sırf zevke fakat muntazam biçimde zevke uygun olarak gerçekleştirmek bize ait bir başarı. o başarıya bir de kafiyenin sesleme manasını ilave et, sonra vezinlerin musikisine de o değişimden gelen ahengin manasını ver, işte yarının nazmı!

bence kelimelerin geçerli manasından başka bir de, nasıl söyleyeyim ses manası vardır. bilmem herkes hisseder mi? fakat ben mesela "naliş" (inilti) kelimesinin üzüntülü edasını, "pervaz" (uçuş) kelimesinin uçma eğilimini, "feryat" kelimesinin yırtıcı ahengini pek iyi duyuyorum. sanki "bahr" (deniz) kelimesi de o sıfatla, beraber taşıyor, şişiyor, değil mi? buna karşılık "derya-yı sakin" (sakin deniz) derim; çünkü "derya" kelimesi de sakin, onda da bir durgunluk var ki sıfatı sıfatın manasından daha çok açıklıyor.

şimdi düşün! üzüntü dolu bir beyit hüzünlü bir kelimenin son harfi harekesiz, sessiz bitsin, sonra gösterişli bir kafiye diğer bir beytin mana haşmetine şaşaalı bir süreklilik versin, bütün şiir bir yandan veznin ahengine kendini teslim ederek dalgalanırken kafiyeler öteye beriye hafiften şarkı söylercesine ezgiler, nağmeler serpsin, sonra o şiirden bütün eskimiş benzetmeleri, bütün o köhne cinasları çıkar, fikri o bilinen zeminlerde bocalamaktan kurtar, işte benim eserim.

ah, o eser yazılıp da yayımlandığı zaman ben büsbütün başka bir adam olacağım! öyle zannediyorum ki şöhret perisi gelip bozguna uğramış, yenik düşmüş halde, ayaklarımın altına atılacak, kendimi birden yükselmiş göreceğim, o zaman, "ben bugün şu toprak parçasının üzerinde birisiyim." diyebileceğim.