comte de volney
cahil ve kendini beğenmiş insanlar! siz ki yeryüzünde kendinizden başkasına bir hak tanımıyorsunuz. tanrı eski ve bugünkü kuşakları hep bir araya toplasaydı, bu insan denizi içinde, müslüman'la hristiyan'ın o sözde evrensel dinlerinin durumu neye varırdı? tanrı'nın bütün insanlar için bir ve eşit olan adaletinin vereceği kararlar neler olacaktı? aklınızın birbirini tutmayan düzenler içinde yolunu şaşırdığı yer işte burasıdır. gerçek de bütün açıklığıyla burada parlıyor. akılla doğanın sıradan ve doğal yasaları kendilerini burada gösteriyorlar. genel ve ortak bir düzenleyicinin, yan tutmayan adaletli bir tanrı'nın yasaları.
o tanrı ki bir ülkeye yağmur yağması için peygamberinin kim olduğuna hiç bakmaz. güneşini eşitçe, bütün insan ırkları üzerinde, beyazın da, karanın da, yahudi'nin de, müslüman'ın da; putataparın da, hristiyan'ın da üzerinde parıldatır. çabalayan ellerin ektiği ekinlere bereket verir, yurdunda sanayinin ve düzenin egemen olduğu her ulusu çoğaltır. adaletin uygulandığı, yasaların güçlü insana gem vurup yoksulu koruduğu, zayıfın güvenlik içinde yaşadığı, herkesin hak duygusuyla yapılmış bir antlaşmadan ve doğanın verdiği haklardan yararlandığı her imparatorluğu gönence kavuşturur.
işte halklar bu ilkelere göre yargılanır! işte imparatorlukların alın yazısını belirleyen gerçek din budur.
osmanlılar! sizin de yazgınızı hep o yazmıştır. atalarınıza sorun. putatapar, yoksul ve sayıca az oldukları halde, tatar ülkesi çöllerinden gelip bu zengin ülkelere yerleşen atalarınıza, hangi araçlarla talihlerini yükselttiklerini sorun. yunanlılar ile arapları, o zamana dek bilmedikleri müslümanlık sayesinde mi; yoksa yüreklilik, önlem, ılımlılık, birlik ruhu gibi, topluluk durumunun bu gerçek güçleriyle mi yendiklerini sorun.
o zamanlar, sultanın kendisi haklıyı haksızdan ayırır, disiplini gözetirdi. doğruluktan ayrılan yargıç, rüşvet alan vali ceza görürdü. halk bolluk içinde yaşardı. çiftçi yeniçerilerin çapulculuğuna karşı korunmuştu. köylerde gönenç vardı. yollar güvenliydi. ticaret her yana bolluk saçardı.
siz birlik olmuş haydutlardınız; ama kendi aranızda hakkı gözetirdiniz. halkları egemenliğiniz altına alırdınız; ama onları ezmezdiniz. kendi prenslerine gücenen halklar size haraç vermeyi yeğlerlerdi. hristiyan, "efendimin putları sevmesinden ya da parçalamasından bana ne; yeter ki hakkımı gözetsin. tanrı, onun inancını öbür dünyada yargılar." derdi.
siz azla yetinen gözüpek insanlardınız, düşmanlarınız taşkın ve korkaktılar. siz savaş sanatında ustaydınız, düşmanlarınız bu sanatın ilkelerini unutmuştu. önderleriniz deneyimliydi, askerleriniz söz dinlerdi ve savaşa alışkındılar. ganimet çabayı kamçılardı. yiğitlik ödüllendirilir, korkaklıkla disiplinsizlik cezalandırılırdı. insanın benliğine hız veren her şey devinime geçmişti. böylece yüz ulusu yendiniz. ele aldığınız bir yığın krallıkla koca bir imparatorluk kurdunuz.
ama bunların yerini başka görenekler aldı. bu yeni göreneklerin getirdiği yıkımlar da yine doğa yasalarının gereği olarak ortaya çıkmıştır. hiç sönmeyen hırsınız, düşmanlarınızı yuttuktan sonra kendi yurdunuza yöneldi, koynunuzda toplandı; sizi de yuttu. zengin olunca paylaşmak ve yararlanmak yüzünden ayrılığa düştünüz. topluluğunuzun bütün sınıfları içine de düzensizlik girdi. ululuğundan sarhoş olan sultan, görevlerindeki amacı düşünemez oldu. uyruklarını canı istediği gibi yönetmenin doğurduğu bütün kusurlar da aldı yürüdü. zevklerine hiç karşı gelindiğini görmediği için soysuzlaşan bu zayıf ve gururlu adam, halkı kendisinden uzaklaştırdı. halkın sesi de artık ona ne ders verdi ne de kılavuzluk etti.
cahil, üstelik pohpohlanan adam, her tür bilgiyi, her tür okumayı savsaklayarak beceriksizliğe düştü. içinden çıkamayınca da işleri parayla tuttuğu adamlara yükledi, bunlarsa kendisini aldattılar. bu adamlar, kendi tutkularını doyurmak için onun tutkularını kamçılayıp genişlettiler. onun gereksinmelerini çoğalttılar. onun bu büyük lüksü de her şeyi yuttu. artık atalarının sıradan sofrası, gösterişsiz giysileri, gösterişsiz evi ona az geldi: gösterişini karşılamak için denizde, karada ne varsa tüketmek, kutuptan en bulunmaz kürkleri, ekvatordan en değerli kumaşları getirtmek zorunluluğuyla karşılaştı. bir yemekte bir kentin vergisini, bir günde bir eyaletin gelirini yuttu. çevresine bir yığın kadın, harem ağası, dalkavuk topladı. ona, "bağışlarda bulunmak, eliaçık olmak kralların şanıdır." dediler. halkların hazineleri de dalkavukların eline bırakıldı.
efendilerine öykünen köleler de onlar gibi görkemli evler, ince bir işçilikle yapılmış döşemeler, büyük harcamalarla işlenmiş halılar, en aşağılık işlerde kullanılmak üzere altından ve gümüşten kaplar edinmek istediler. imparatorluğun bütün zenginlikleri sarayda eridi.
köleler ve kadınlar, bu önüne geçilemeyen lüksü karşılamak için etki güçlerini sattılar. rüşvet de genel bir ahlak bozukluğu doğurdu. vezire yüksek ayrıcalıklar sattılar, vezir de imparatorluğu sattı. kadıya yasayı sattılar, kadı da adaleti sattı. hocaya mihrabı sattılar, hoca da öbür dünyayı sattı. altınla her şeye ulaşılabildiğinden altını elde etmek için her şey yapıldı. altın için dost dostu, çocuk babasını, uşak efendisini, kadın namusunu, tüccar vicdanını sattı. devletin içindeyse artık ne iyi niyet, ne ahlak, ne dirlik ne de güç kaldı.
ilinin yönetimini parayla satın alan paşa, buraya bir çiftlik gözüyle baktı. her türlü sömürüyü uyguladı. vergi toplamayı, askeri yönetmeyi, köylerin yönetimini o da başkalarına sattı. memurluklarda sürekli olarak durulamadığı için, derece derece hepsine yayılan çapulculuk da zaman geçmeden, tez elden yapıldı. gümrükçü, tüccarı haraca kesti; ticaret söndü. ağa köylüyü soydu, tarım kısırlaştı. sermayesiz kalan çiftçi toprağını ekemedi; üstelik ağır vergileri de ödeyemedi. dayak cezasıyla korkutuldu, borçlandı. güvenlik olmadığı için para ortadan çekilmişti. faiz çok yüksekti. zenginin tefeciliği de işçinin yoksulluğunu büsbütün artırdı.
kötü giden mevsimlerde kuraklık yüzünden ürün alınamadığı zamanlar bile, hükümet vergiyi bağışlamadığı gibi çiftçiye bir süre de tanımadı. bir köye yoksulluk çökünce de orada yaşayanların kimi kentlere kaçtı. kaçanların vergileri geride kalanlara yükletildi, bu da onları büsbütün ezdi. ülkede insan kalmadı.
sonunda, acımasızlığa ve aşağılanmaya artık dayanamayarak köyler başkaldırdı. paşa da buna çok sevindi, onlarla savaşa girişti. evlerine saldırdı, eşyalarını yağmaladı, hayvanlarını alıp götürdü. toprak çöle dönünce de "bana ne?" dedi, "ben yarın buradan kalkıp gideceğim."
toprağı işleyen kollar yok olunca göğün sularının ya da taşan sellerin birikmesinden bataklıklar belirdi. bu sıcak iklimde bataklıklardan yayılan pis buğular da salgınlara, vebalara, her türlü hastalıklara yol açtı. bu yüzden nüfus eksilmesi, kıtlık, yoksulluk bir kat daha arttı.
ah! bu kıyıcılık yönetiminin bütün kötülüklerini saymakla bitirebilecek hangi babayiğit vardır?