31.01.2019
uzun lafın kısası
dostoyevski: insanlar beni yüreklendirmek için, "burada yalnızca sıradan insanlar var." diyorlar. oysa benim karmaşık bir insandan da çok korktuğum şey, sıradan bir insan zaten.
yuval noah harari: hakikat yolundaki tavizsiz arayış ruhani bir yolculuktur, dini ve bilimsel kurumların sınırlarında sürdürülemez.
jean meslier: dini görüşler hakkında sağduyusuna danışan ve bu inceleme ve araştırmada halk arasında dikkate değer varsayılan şeylere özenle eğilen herkes kolayca görür ki, bu görüşlerin hiçbir sağlam temeli yoktur.
marquis de sade: kişisel çıkar insanın tüm eylemlerinin lokomotifi, yaptığı her şeyin kaynağıdır.
esther vilar: yaşam insanlara iki seçenek sunar: hayvansal bir varoluş -düşük bir yaşam düzeyi- ve manevi bir varoluş. kadın kuşkusuz ilkini seçecek ve fiziksel refahı öne çıkaracak, kuluçkaya yatacak bir yer ve engellenmeksizin üreme alışkanlıklarıyla oyalanacak bir ortam arayışına koyulacaktır.
montesquieu: cinayetlere engel olmak için çareler vardır, bu çareler cezalardır; ahlakı değiştirmek için çareler vardır, bu çareler güzel örneklerdir.
erik orsenna: her güne kendi acısı yeter. mükemmel iyinin düşmanıdır. çok öpen kötü sarılır.
john c. keats: teslim olmak kadar acı bir şey yoktur. yenilmek başka şey, herkesin başına gelebilir. fakat kimse de göz göre göre teslim olmamalı. insanın kendini iğdiş ettirmesi gibi bir şey.
nilgün marmara: çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. yiten bu işte!
charles bukowski: ilginç insanların sayısı neden bu kadar az? milyonlarca insanın içinde neden sadece birkaç kişi? bu kasvet verici ve cansız türle yaşamaktan başka çare yok mu?
30.01.2019
üstat
tartışırken iddiaya güç kazandırmak için otoriter davranışa ağırlık verilmemelidir. çünkü öğretmek iddiasında olanların otoriter davranışları, öğrenmek isteyenlerin öğrenmelerini engelleyen bir ortam yaratır. öğrenmek isteyenlerin bu duruma düşürülmesi, onları kendi yargılarını kullanmaktan alıkoyar ve üstat olarak karşılarında bulunan kişinin her sözünü sorunu çözümleyici bir yargı olarak kabul ederler. doğruyu söylemek gerekirse, tartışma sırasında bir savın gerekçesi sorulduğunda "üstadımız böyle dedi." şeklinde yanıt verdikleri söylenen pisagorcuların yöntemlerini kabule taraftar değilim. yargısı önceden verilmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir.
29.01.2019
ensest
kişisel çıkar insanın tüm eylemlerinin lokomotifi, yaptığı her şeyin kaynağıdır.
dünyada ne kadar tuhaf ya da anormal olursa olsun yüreğimi bir an bile dehşete düşürebilecek tek bir kusur, bir sapkınlık yoktur.
hiçbir şey üzücü bir durumdan daha gözüpek değildir.
bir insanı mutluluğa götürmek için her şey nadiren bu insanda bir araya gelir. doğa ona hediyelerini mi yağdırdı? o zaman kader ondan hediyelerini esirger. talih ona lütuflarını mı sundu? o zaman doğa cimrilik gösterir.
bir insan ne kadar az yapabiliyorsa o kadar çok yükümlülük üstlenir. bir kişi ne kadar az harekete geçiyorsa o kadar çok keşifte bulunur. bir kişinin yaşamının her dönemi yeni fikirler öne çıkarır ve doygunluk bir kişinin şevkini kırmak şöyle dursun daha da fazla zararlı incelikli davranışların zeminini hazırlar.
bir kadın kocasının kusurlarını asla iffet yoluyla yok etmeyi başaramamıştır.
dindarlık yaşın ilerlediği ya da sağlığın kötüye gittiği dönemlerde doğal bir zayıflıktır. tutkuların kargaşası içinde, genelde son derece uzak olduğunu varsaydığımız bir gelecekle ilgili ancak küçük bir endişe duyarız. fakat tutkuların dili daha az zorlayıcı hale geldiğinde, hayatın son safhalarında ilerlerken, tek kelimeyle her şey bizi terk ederken, kendimizi yeniden çocukken duyduğumuz tanrının kollarına atarız.
insanlar yalnızca ne yaptıklarını bilmediklerinde ya da artık ne yapacaklarını bilmediklerinde evlenirler.
dürüst bir insanın gönüllü olarak tüm tevazu ve erdem sınırlarını aşabilmesi çok yüksek derecede olasılık dışıdır.
mutluluk idealdir, hayal gücünün oyunudur. yalnızca görme ve hissetme biçimimize dayanan bir duygulanma biçimidir. ihtiyaçların tatmin edilmesi dışında tüm insanları eşit şekilde mutlu eden hiçbir şey yoktur.
aklımız bizi oyuna getirebilse de vicdanımız bizi asla yanlış yola sürüklemez. işte doğanın içine tüm görevlerimizi yazdığı kitap budur.
şüphelerimiz sıklıkla gurur ve kibrimizin eseridirler ve neredeyse daima ruhumuzun derinliklerinde meydana gelen gizli bir karşılaştırmanın ürünüdürler. öyle ki bize kendimizi üstün hissetme hakkı verdiğinden kötülüğü atfetmekte acele ederiz.
bir kişinin, çocukları kendisine karşı ne şekilde günah işlemiş olursa olsunlar bir anne olduğunu unutması ne kadar zordur! hassas bir ruhta doğanın sesi öylesine buyurgandır ki, anne şefkatinin bu kutsal nesnelerinden akan en ufak gözyaşı ona yirmi yıllık hata ve kusurları unutturmak için yeterlidir.
gerçekten de hangi varlık erkeklerin gözünde yeryüzünün erdemlerini el üstünde tutan, sayan ve besleyen ve her defasında kötü talih ve kederden başka şey bulmayan bir kişiden daha değerli, daha çekicidir ki?
28.01.2019
film
filmler toplumun aynasıdır. filmler, kazanç edinebilmek için ne pahasına olursa olsun izleyicinin zevkine hitap etmek zorunda olan büyük şirketlerin sağladığı imkanlarla yapılır. izleyicilerin arasında üst sınıfların durumu hakkında fikir yürüten işçiler ve sıradan insanlar da vardır hiç şüphesiz ve ticari çıkarlar yapımcının bu tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılamasını gerektirir. ancak yapımcı hiçbir şekilde toplumun temellerini en ufak bir şekilde sorgulayan bir esere izin veremez; bu, kapitalist girişimci olarak kendi varlığını yok edebilir.
26.01.2019
çağla yeşili
24.01.2019
gün olur
22.01.2019
doğum
bizi gerçek insanlığa iten şey, doğum sancılarımızdır.
bir çocuğun doğumu, annesiyle babasının meselesi değildir. çocuk bütün dünyaya, insan toplumuna doğar.
uyuyan yılanın ve memnun çocukların kuyruğuna basmamak gerek.
aslında doğduğumuzda sahip olduğumuz özelliklerimize yapabileceğimiz pek bir şey yok. birden fazla çocuk doğuran hiçbir kadın, karakterin doğuştan gelmediği, yapıldığı doktrinini kabul etmez. bir bebeği ilk kez kollarınıza aldığınız zaman, o insanı, gerçek doğasını tutarsınız. sonradan ne yaparsanız yapın, kökeni, temeli, esası odur.
milgram deneyi
pek çok sosyal bilimci, geçerli ve yararlı sonuçlar almak için çoğu zaman kontrollü deneyler yapmanın gerekli olduğu konusunda hemfikirdirler. pek bilinmeyen bir aldatma olayında, bir harvard psikoloğu olan stanley milgram, otoriteye boyun eğmeyi test etmek için bir deney yaptı. deneyde iki özne vardı: "öğretmen" ve "öğrenci". öğretmene, deneyin amacının eğitimde verilen cezaların etkisini test etmek olduğu söylenmişti. öğrenciye öğrenmesi gereken bilgiler sunuldu ve her yanlış cevap verişinde kendisine elektrik şoku verilerek cezalandırıldı. öğretmenler bir düğmeye basarak şok veriyorlar, öğrenciler ise şok verildiğinde acı veya rahatsızlık belirtisi gösteriyorlardı. yanlış cevapların artmasıyla şok oranı da tehlikeli bir düzeye varıncaya kadar artırılıyordu. araştırmacılar öğretmenlere şok vermelerini emrediyorlar, öğretmenlerin çoğu da belli bir noktaya kadar bu emre itaat ediyordu. öğretmenlere şok verdikleri söylendiyse de aslında şok vermiyorlardı. deneyin esas amacı, öğretmenlerin araştırmacılara, yani otoriteye itaat edip etmeyeceklerini saptamaktı. deneyden sonra öğretmenler iyice sorgulandığında, öğretmenlerin psikolojik zarar gördüğü ve bu deneyden rahatsız oldukları ortaya çıktı; çünkü deney gerçek olsaydı birilerine zarar vermiş olacaklarını fark etmişlerdi. öğretmenlerin çoğu ahlaki karakterlerinin ve vicdanlarının bu yönünü öğrenmek istemediler. eğer öğretmenler aldatılmasaydı, bu deney zarar görmüş olacaktı; çünkü bu durumda dramatizasyondan çekinmeyeceklerdi ve böylece otoriteye itaatleri test edilemeyecekti.
21.01.2019
josef stalin
aslında, komünistlerin sebep olduğu canavarlıklar, cinayetler ve yıkımlar nazilerin ve faşistlerinkinden çok daha fazla.
geçenlerde bulunan ve doğruluğu kabul edilen toplu mezarların, sürekli olarak yüz binlerce insanı hapse atan stalin'e, hapishanelerin aşırı derecede kalabalık olduğu söylendiğinde, stalin'in ilave hapishane yapmaya para harcamak istememesi yüzünden mevcut mahkumları vurdurup yerlerine yeniden başka insanları tutuklaması nedeniyle oluştuğunu okudum.
soykırım her şeyi tüketti - ancak sovyetler birliği'nin her tarafında ve doğu avrupa'daki bütün komünist ülkelerde yahudiler öldürülmüş, işkence görmüş, zulme uğramış, hapsedilmişlerdi; bu kasıtlı bir katliamdı. ancak bir nedenle stalin'in kasıtlı toplu cinayetleri hiçbir zaman hitler'inkiler gibi lanetlenmemektedir. oysa stalin'in suçları, hem sayıca hem de çeşitlilik açısından çok daha fazladır. 1948, 1949, 1950, 1951, 1952 yılları o zavallı yahudiler için büyük talihsizlikti. onları, binlerce - belki milyonlarca insanı hiç kimse düşünmüyor.
insanın kendisinin daha iyi olduğuna inanma ihtiyacı o kadar güçlüdür ki, 1992 kadar yakın bir zamanda, komünistler tarafından yapılan bütün cinayet, işkence, kasıtlı soykırım fırtınaları sonrasında komünist bir kadın yanıma gelip: "gerçeğe sırtını nasıl çevirirsin? senin iyi biri olduğunu sanıyordum." dedi.
kadınları anlama kılavuzu
erkeklerin yanında sürekli olarak kendini küçümsemek, kadınların, diğer kadınların anlayıp da, olduğu gibi değerlendirmeleri nedeniyle erkeklerin anlamadığı gizli bir dilin ortaya çıkmasına yol açmıştır. bu nedenle erkeklerin, bu şifrenin anahtarını alıp kendileri için bir tür sözlük hazırlamaları büyük yarar sağlayacaktır. böylece, ne zaman klişe bir laf duysalar, bu sözlüğe bakıp gerçek anlamını açıkça görebilirler.
karşımdaki erkeğe saygı duymalıyım: erkeğin benden daha zeki, sorumlu, cesur, üretken ve çok daha güçlü olması gerekir. yoksa ne işime yarar ki?
kocam isterse elbette mesleğimi bırakırım: o yeterli para kazanmaya başladıktan sonra bir daha asla çalışmayacağım.
hayatta istediğim tek şey onu mutlu etmek: onu ne kadar sömürdüğümü anlamasına engel olmak için elimden geleni yapacağım.
gelecekte hayatımı aileme adayacağım: hayatımın kalan kısmında parmağımı bile oynatmayacağım. sıra erkekte.
eğer bir çift birbirlerini gerçekten seviyorsa hemen evlenmelerine gerek yok: biraz inatçı ama onu yatakta dize getirmem uzun sürmez.
onu seviyorum: o mükemmel bir yük beygiri.
ya da bir kadın şöyle de diyebilir: "evleneceğim adamın benden biraz daha yaşlı, benden en az on santim uzun ve daha zeki olması gerekir." bunun da anlamı, yaşça daha büyük, daha güçlü, daha zeki bir insanın, daha genç, daha zayıf, daha aptal bir yaratığa bakmasının çok daha "normal" gözükmesidir.
20.01.2019
saray mutfağı
ulusun paracıklarını -abdülhamit bu paracıkların kendisinin olduğunu sanır- asıl yutan saray boğazlarıdır.
yıldız köşk ve bahçeleri ayrı bir kenttir. 7000 tüfekçi, yani 7000 gırtlak onun üstündedir. valdesultanların, kadınefendilerin, ikballerin, şehzadelerin, cariyelerin, mabeyincilerin, bahçıvanların, aşçıların sayısı da 5000 dolaylarındadır. bunlara yıldız parkı içindeki atelyelerde çalışan usta ve işçileri katarsanız, gırtlaklar 15.000'e yükselir ki topunun doldurulup boşaltılması değme hazinelerin işi değildir.
bir süre sultan reşat'ın başkatipliğinde bulunan halit ziya uşaklıgil şöyle diyecektir:
- saray boğazı, doymak ve dolmak bilmeyen bir açlıkla ağzı açılmış, her şeyi yutmaya hazır ve ne tıkınırsa kanamayacak, sonu gelmeyecek bir ırmak biçiminde, derinliklerine akacak yiyecek dalgalarını bekleyen korkunç bir uçuruma benzer.
abdülhamit çağında saray mutfaklarının aylık masrafı 10.000 altındır. bir günde alınan tavuk sayısı da 500'den aşağı düşmez.
meşrutiyet'ten sonra yiyinti işleri oldukça değişir. şehzadelerin, sultanların boğazları saray mutfağından uzaklaştırılmıştır. üstelik bunların olsun, sultan reşat'ın olsun ödenekleri kısılmıştır. ne ki, bu padişah yavrularının gırtlakları, yine de, durmadan, dinlenmeden işler. abdülhamit'in oğlu şehzade burhanettin efendi 14 ocak 1910 cuma günü akşamı midesini şu yemeklerle sıvamıştır:
sebze çorbası, beyinli börek, hollanda salçalı kefal balığı, yeşillikli fileto, kuşkonmaz, enginar, pilav, kremalı kestane, dondurma, şekerleme.
bu arada punç da unutulmamış, yemek arasında ya da üstüne fincan fincan punç da devrilmiştir. bu yemeklerin burhanettin efendi'nin sofrasından hiç eksik olmadığını anlamak için şehzade'nin 1 mart 1916 çarşamba günü yediklerine de bir göz atalım:
kestaneli çorba, istakoz, mantarlı file, türlü, hindi kızartması, bezelyeli pilav, marmelatlı jenevuaz, viyana peyniri, meyve.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluş yıllarında türk mutfağının bir türlü yemekle yetindiğini belirtmeliyiz. sultan ii. murat çağında fransız elçisi marquis de la brouquiére'e çekilen bir şölende sadece parça etli pilav çıkarılmıştır. fatih sultan mehmet çağında da sarayda konuklara ve devlet büyüklerine yoğurtlu ve etli hamur (mantı) ya da ıspanaklı börek gibi bir türlü yemek verilirmiş. ama herkes doyacağı kadar alırmış. yemekten sonra da tanenli şerbetler içilirmiş.
19.01.2019
intihar mektubu
13 ekim 1987
salı
sevgilim,
her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak artık kılgıyı gerektiriyor. sana böyle bir yük bırakmak istemezdim ama sen akıllı ve güçlüsün çabuk unutursun.
bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini sorumlu, suçlu saymasın, çünkü suç yok yalnızca ırmağın akışına bir müdahale söz konusu!
her anın niye'sini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. yiten bu işte! bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. ben'i bağışlayın! bunu en çok annemden babamdan ablamdan ve kağan senden diliyorum. dostlarımdan da!
nilgün marmara önal
4 kağan arzu edersen ileride, daktiloya çekilmiş olan şiirleri bastırabilirsin.
18.01.2019
baba erenler
adamın biri akşam vakti bektaşi'nin kapısını çalmış.
"kim o?"
"tanrı misafiri."
baba erenler aşağı inip herifi elinden tutmuş, caminin kapısına götürmüş:
"imanım" demiş, "sen bize yanlış gelmişsin, tanrı'nın evi burası, o seni ağırlasın!"
**
kentlinin biri "erenler" köyüne gidiyormuş, yolda bir köylüye rastlamış:
"erenler köyü buradan ne kadar tutar?"
köylü, adama bakmış, susmuş, yanıtlamamış.
kentli öfkelenip hızlı adımlarla yola koyulunca, köylü arkadan seslenmiş:
"bu yürüyüşle 2 saatte varırsın!"
**
ortaköy'de bilindiği gibi cami, kilise, havra üçlüsü iç içedir. bu hoşgörü ortamında bektaşi yalnız papazla değil, haham ve imamla da dosttur. baba erenler camiye gitmezmiş, imam da sıkıştırıp dururmuş:
"baba erenler, gelip bir namaz kılsan ne kadar makbule geçer biliyor musun?"
bektaşi diretmiş:
"olmaz, benim yerime sen kılıyorsun ya!"
sonunda bektaşi, imam efendi'nin ısrarına dayanamamış; ama şart koşmuş:
"gelirim; ama 2 rekattan fazla kılmam!"
"peki."
baba erenler camiye varmış, 2 rekat namaz kılmış, sonra çıkmış, kapının önünde tam ayakkabılarını giyerken bir haberci koşa koşa gelmiş:
"baba erenler, babanız sizlere ömür, cenazeyi kaldırmak için köyde bekliyorlar."
eski zaman ya, bektaşi eşeğine binmiş. boğaz'ın sırtlarındaki köyüne gidecek, yolda bir su birikintisine rastlamışlar, eşeğin inadı tutmuş, suyu geçmiyor; bektaşi hayvanın başını çekiyor, olmuyor; kıçından itiyor olmuyor; sonunda eşeğin kulağına eğilmiş:
"ulan" demiş, "ya bu suyu geçersin ya da 2 rekat da senin için kılarım."
**
bir gün baba erenler, kafasını kurcalayan bir soruya yanıt alabilmek için mahallenin imamına gidip sorar:
"imam efendi, hz. hüseyin kimdi?"
imam:
"hz. hüseyin, allah'ın 'sevgili kulu' olan peygamber efendimiz'in torunuydu."
bektaşi hınzırlaşır:
"öyle idiydi de 'sevgili kulu'nun torununu kerbela'da yezit ordusunun kılıcından neden kurtarmadı?"
imam zora düştüğünden sakalını sıvazlar, bektaşi'ye bakarak:
"bu soruda bir gavurluk var, sen git bunu kilisenin papazına sor" der.
camiyle kilise yan yana! imam gibi kilisenin papazı da bektaşi'nin dostudur. baba erenler, papaz efendi'nin yanına varıp imama sorduğu soruyu yineler.
papaz efendi öfkelenir:
"hıhhh! sevgili kulu muhammet'in torununu kurtaracakmış! sevgili oğlu isa'yı çarmıha gererlerken kılını kıpırdatmayan, sevgili kulunun torunu için zahmete girer mi?"
**
eski ortaköy'de, bektaşi babası, kilisenin papazıyla dostmuş, yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş. gel zaman git zaman, papaz hastalanmış, ağırlaşmış, son nefesini verecek! bektaşi'ye haber iletmişler, baba erenler kalkmış, papazın evine varmış.
papaz, baba erenleri karşısında görünce konuşmaya çabalamış, dudakları kıpırdıyor; ama bektaşi hemen eliyle adamcağızın ağzını kapatmış.
çevredekiler:
"baba erenler ne yapıyorsun?"
bektaşi:
"ben bu hergeleyi 40 yıldır tanırım, şimdi bir kelime-i şahadet getirir, doğru cennete gider; biz bu yolda yaya kalırız."
**
adamın birinin devletteki işi bir türlü çıkmıyormuş, sonunda ahdetmiş:
"ey allahım, şu işim olursa, eşeğimi sırtıma alıp beyazıt kulesi'ne çıkacağım."
herifin işi olmuş; ama bu kez kara kara düşünmeye başlamış; koskoca eşeği sırtında beyazıt kulesi'nin tepesine nasıl çıkarır? sonunda derdini bektaşi'ye açmış.
baba erenler sormuş:
"sen sigara içiyor musun?"
"hayır."
"rakı?"
"hayır."
"çapkınlık, kadın, kız?"
"hayır."
öyleyse eşeği aşağıda bırak, sen kuleye çık; yeminini yerine getirmiş olursun.
16.01.2019
yüzleşme
özgürlük her zaman için hoştur, bilinmeyenle yüzleştiğimizde bile.
dünyanın ekseninden ayrıldığı anlar vardır, hiçbir şeyin güvencede olmadığını hissederiz. hislerimizi tamamen dile getirebilsek belirgin bir retorik yoksunluğuyla, "kıl payı sıyırdı" derdik.
bazı düşüncelerimiz böyledir: tek işlevleri bize düşünce için çok daha fazla besin verebilecek diğer düşüncelerin yerini almaktır, beklentiler yüzünden.
insan teselli edilemeyecek bir yaratıktır.
zamanın etkilerinden biri de budur: her şeyi siler.
söz kalır; görünmez ve duyulmaz bir halde, kendi gizini koruyabilmek için, toprağın altında, gözlerden uzakta filizlenen ve sonra birden toprağı yana itip ışığa çıkan bir tür gizli tohumdur, kıvrık bir saptır, yavaşça açılan buruşturulmuş bir yapraktır.
belki de mutluluk yalnızca budur: deniz, ışık ve baş dönmesi.
dünya rastlantılarla doludur ve eğer bir şey yakınındaki bir başka şeyle rastlantısal olarak çakışmıyorsa bu rastlantıyı reddetmek için bir sebep değildir, bunun tek anlamı çakışan şeyin görünmez olduğudur.
alejo carpentier: her gelecek hayret vericidir.
tecrübeler bize ifade edilemeyenin sınırına yaklaştıkça sözcüklerin ne kadar yetersiz kaldığını çok iyi öğretmiştir; aşk demek isteriz ama sözcük ağzımızdan çıkmaz bir türlü; istiyorum demek isteriz ama yapamam deriz; son sözü söylemeye çalışır ve en başa dönmüş olduğumuzu fark ederiz.
15.01.2019
hakikat yolunda
arayış genellikle büyük bir soruyla başlar: ben kimim? hayatın anlamı ne? iyi nedir? çoğu insan mevcut güçler tarafından verilmiş hazır cevapları öylesine kabullenirken, ruhani arayıştakiler kolay kolay tatmin olmazlar. yalnızca iyi bildikleri istikametlere ya da gitmek istediklere yere değil, yol nereye çıkarsa çıksın büyük soruların peşinde koşar dururlar.
bu nedenle çoğu insan için akademik çalışmalar, ruhani yolculuklardan ziyade anlaşmalar gibidir; bizi büyüklerimiz, devletler ve bankalar tarafından onaylanmış, önceden belirlenmiş hedeflere götürürler. "yıllarca ders çalışıp lisans diplomamı alacağım ve iyi maaşlı bir işi garanti edeceğim."
insan budur işte; kötü maddi bir ruha sıkışmış iyi bir ruh.
düalizm insanlara bu maddi prangalarından kurtulup bize çok yabancı olsa da, gerçek evimiz olan ruhani dünyaya geri dönmek üzere bir yolculuğa çıkmamızı tembihler. bu arayışta tüm maddi arzuları ve anlaşmaları reddetmemiz gerekir. bu düalist mirasın etkisiyle teamüllerden ve bu geçici dünyanın sunduğu anlaşmalardan şüphe ederek bilinmeyen bir istikamette gerçekleştirdiğimiz her yolculuk "ruhanidir".
bu ruhani yolculuklar dinlerle karıştırılmamalıdır. dinler dünyevi düzeni güçlendirmeyi amaçlarken ruhanilik ondan kaçmaya çalışır. ruhani göçebelerin en mühim görevlerinden biri hakim dinlerin inanç ve teamüllerine meydan okumaktır. zen budistleri, "yolda buddha'ya rastlarsanız onu öldürün." der. bu tavsiye ruhani bir yoldayken karşınıza kurumsallaşmış budizmin kesin fikirleri ve değişmez yargıları çıktığında kendinizi onlardan da kurtarmanız gerektiği anlamına gelir.
tarihsel açıdan ruhani her yolculuk, bireysel olarak aşılması gereken çilelerle doludur. insan iş birliği sadece sorulara değil kesin cevaplara da ihtiyaç duyar. dini yapıların çıkmazları karşısında hiddetlenenlerse yeni bir değerler sistemi oluşturup farklı yapılar kurar.
hakikat yolundaki tavizsiz arayış ruhani bir yolculuktur, dini ve bilimsel kurumların sınırlarında sürdürülemez.
14.01.2019
fotoğraf
dünyada fotoğraf göstermek kadar nefret ettiğim bir şey yoktur. ben göstermem, bana gösterilmesini de istemem. temelinde fotoğraftan nefret ederim ve asla fotoğraf çekmek gibi bir fikir gelmedi aklıma; ömrüm boyunca fotoğraf makinem de olmadı. durmadan fotoğraf çekmekle uğraşan ve boyunlarında asılı fotoğraf makinesiyle oradan oraya koşan insanları küçümserim. fotoğraf çekmek için durmadan bir bahane arayıp durur ve her şeyin ve herkesin fotoğrafını çekerler, en saçma şeylerin bile. durmadan kendilerini ortaya koymaktan başka bir şey yoktur kafalarında ve bunu da en itici biçimde yaptıklarının farkında bile değillerdir. fotoğraflarında sapıkça çarpıtılmış bir dünyanın resmini çekerler ama bu resimlerin aslında gerçek dünyayla, dünyanın da onlar yüzünden sapıkça çarpıtılmış olması dışında bir benzerliği yoktur.
fotoğraf çekmek hain bir ihtiras; giderek tüm insanlık kaptırıyor buna kendini; çünkü çarpıklık ve sapıklığı sevmekle kalmıyor; ona tapıyorlar da ve gerçekten de zaman içinde yığınla fotoğraf çekerek bu çarpık ve sapıkça dünyayı tek doğru dünya olarak algılıyorlar. fotoğraflarında doğayı sapıkça bir gülünçlüğe dönüştürerek işlenebilecek en haince suçu işliyorlar. fotoğraflarındaki insanlar gülünç, tanınmaz hale gelinceye kadar çarpıtılmış; hatta sakat bırakılmış kuklalar, onların objektiflerine dehşet içinde bakıyorlar; ahmak ve iğrençler. fotoğraf çekmek alçakça bir tutku, dünyanın her yerinde toplumların her kesiminden insanlar kendini kaptırmış buna, tüm insanlığın yakalandığı ve asla bir daha iyileştirilemeyecek bir hastalık. fotoğraf sanatını bulan kişi, tüm sanatlar içinde en çok insan düşmanı olanını bulan kişi aynı zamanda. ona borçluyuz doğanın ve onda varlığını sürdüren insanın sonsuza dek çarpıtılışının sapıkça yüzünü. şimdiye kadar hiçbir fotoğrafta doğal, yani gerçek ve hakiki bir insan görmedim; tıpkı şimdiye kadar hiçbir fotoğrafta gerçek ve hakiki bir doğa görmediğim gibi. fotoğraf 20. yüzyılın en büyük felaketi. ne zaman bir fotoğrafa baksam, hiç olmadığı kadar büyük bir tiksinti duymuşumdur.
fotoğraf yalnızca garip ve gülünç bir anı gösteriyor, insanı kendi yaşamında nasılsa öyle göstermiyor; fotoğraf sinsi ve sapıkça bir yapaylık, kimin tarafından çekilmiş olursa olsun, kimi gösterirse göstersin, her fotoğraf insan onurunun temelden yaralanması, doğallığın akılalmaz bir biçimde sahteleşmesi, haince bir insandışılık.
bir fotoğraf çekmek bir insanla alay etmek demektir. bu yüzden fotoğraf çekenlerin hepsi, bu alanda bir meslek edinmiş ve belki de bunu bir sanata dönüştürmüş olsalar da insanla alay eden kişilerden başkası değillerdir. fotoğrafın kendisi, var olan en büyük alaydır; aslında dünyanın en büyük alaya alınış biçimidir.
aşk
iki kişinin birbirine katılarak erimeleri demek olması gereken aşk, yalnız kalmış iki bencilin hayalinden başka bir şey değildir. en güçlü dehalarda bile yaratma nihayet bir aczin itirafıdır. mutluluk, geçmişe göre veya geleceğe yönelmiş bir hayal olduğu zaman vardır. demek gerçekte hayat yoktur, yalnız aksi vardır: ölüm.
kin, bir varlığın iyi taraflarını görmez; aşk, fena yönlerini görmekten yoksundur. bu fark insan ilişkileri bakımından büyüktür ama işin özü düşünülünce yok gibidir. aşkı görmeyenlerin de gözleri bozuktur, karayı görmeyenlerin de.
insan, bütün ikiyüzlülüklere ve söylentilere rağmen samimi olarak kendinden başkasını sevmez ve benliğinden başkasına tapmaz, saygı göstermez. geçmiş zamanları dolduran tarihi veya soyut tanrıları, kahramanları, vatanı, insanlığı ve daha bir sürü efsaneyi, korkusundan veya telkin ile takdis eder gibi görünür. hakikatte, bunlar kendi asıl imanını gizleyen birer takma isim veya paravandır. herkes kendi kendisinin tanrısıdır. insandan gayrı tanrı yoktur ve her insan onun tecellisidir.
13.01.2019
kulleteyn
edebiyattaki "edeb"li aydınım bilir misin nedir "kulleteyn?" ve bilir misin onu yaratan şeriat nasıl bir ilkelliktir?
"kulleteyn" sözcüğü "iki kulle" (yaklaşık 13 ton) su demek. durağan bir suyun temiz (tahir) sayılabilmesi için şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. daha az olamazdı. bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun temizdi artık. pisliklerle dolu bile olsa. doluydu da zaten. ilk görüşte bataklık bile sanılabilirdi. görünüş öyleydi. zaman zaman yıkanan bulaşıkların, su almak için daldırılan yağlı, isli tencerelerin bıraktığı yağlar, isler, bulaşıklar ve atılan türlü pisliklerle vıcık vıcıktı. yüzeyindeki bez, tezek, odun parçaları, kimi kanlı, kimi yeşilimsi, top top ya da uzayıp şuraya buraya tutunmuş "fırtık"lar (sümükler), daha bir nice şey; kalınca bir tabaka oluşturuyordu. şeriatın burada su dediği şeyse, bu tabakanın yer yer bölünüp parçalandığı kesimlerde kendini gösterebiliyordu ancak. türlü renkler arasında. ama mademki şeriat temiz demişti, temizdi. şeriat neye pis diyorsa pis olan da oydu.
ve peygamberin de en sağlam hadis kitaplarında bile yer alan bir açıklaması vardı:
"bir su eğer kulleteyn ölçüleri içinde olursa pis tutmaz."
yiyecek ve içeceklere düşen bir sineğin bir kanadında "zehir", öbür kanadındaysa "panzehir" bulunduğu bildiriliyordu hadiste: "sineğin bir kanadı battığında, öbür kanadını da siz batırın. çünkü bir kanadında zehir, öbür kanadında panzehir var."
hilda
hilda turp gibiydi. beni faka bastırmıştı. ağlasam mı gülsem mi, bilemiyordum. açık bıraktığım arka kapıya doğru yürüdüm. hilda sapasağlam, bahçedeki patikadan eve doğru geliyordu.
akşamın sönen ışıklarında bana yaklaşırken onu seyrettim. ne tuhaf, daha üç dakika önce, onun ölmüş olabileceği düşüncesiyle soğuk terler döküyordum. hayır, ölmüş mölmüş değildi, her zamanki haliyle işte karşımdaydı. sıska omuzları, endişeli yüzü, gaz faturaları ve okul taksitleriyle bizim emektar hilda işte. ve tabii yağmurluk kokusuyla, pazartesi sendromunu da unutmamak lazım -dönüp dolaşıp kafanı vurduğun duvar ya da ebedi hakikatler. hilda'nın keyfinin pek de yerinde olmadığı belliydi. bana, kafasında bir şeyler varken hep yaptığı gibi şöyle bir baktı, böyle bir bakış ancak küçük, sıska bir hayvanda, örneğin bir gelincikte filan olabilirdi. beni gördüğü için hiç de şaşırmışa benzemiyordu.
"demek geri döndün, öyle mi?" dedi.
geri döndüğüm açıkça ortada olduğu için, buna cevap vermedim. bu arada herhangi bir hoş geldin öpücüğü filan da yoktu.
"yemek yok." diye alelacele söze devam etti. işte hilda budur. eve adımınızı attığınız anda canınızı sıkacak bir şey söylemeyi başarır. "seni beklemiyordum. sadece ekmek-peynir var -ama peynir de olmayabilir."
onun arkasından içeri girdim, yağmurluk kokularına doğru ilerledik. oturma odasına gittik. kapıyı kapatıp ışıkları yaktım. söze ilk başlayanın ben olmasını istiyordum; çünkü o zaman ipler de insanın elinde oluyor.
"anlat bakalım." dedim, "bana bu lanet oyunu niye oynadın?"
çantasını radyonun üstüne bıraktı, sahiden şaşırmış gibi bir hali vardı.
"ne oyunu? ne diyorsun?"
"o verdiğin ilandan söz ediyorum."
"ne ilanı? neler söylüyorsun, george?"
"yani, şimdi beni, o ilanı senin vermediğine mi inandırmaya çalışıyorsun?"
"tabii ki ben vermedim. neden vereyim? ben hasta masta değildim ki. böyle bir şeyi niye yapayım?"
açıklamaya koyuldum; ama biraz erken davranmıştım. çünkü gerçek birden kafama dank etti. evet, baştan sona yanılmıştım. kayıp ilanının sadece son birkaç kelimesini duymuştum; oysa belli ki, orada bahsedilen bir başka hilda bowling'di. insan rehbere baksa, yüzlerce hilda bowling bulurdu. her zamanki o aptalca yanlışlıklardan biri olmuştu gene. hilda'da, ona yakıştırdığım o muhayyile ne gezerdi? bütün bu olanlarda dikkat ettiği tek nokta, onu ölü sandığım ve ona ne kadar düşkün olduğumu anladığım beş dakika olmuştu. ama bu da olup geçmişti işte. bu arada konuşurken beni gözlüyordu ve bakışlarından, yaklaşmakta olan fırtınayı sezinliyordum. sonra birden beni, üçüncü tekil şahıs dediğim bir ses tonuyla sorguya çekmeye başladı. yani tahmin edebileceğiniz gibi, kızgın ve azarlayıcı değil de, sakin ve anlayışlı bir ses tonuyla.
"demek bu kayıp ilanını birmingham'daki otelde duydun."
"evet, dün gece, ulusal yayında."
"peki birmingham'dan ne zaman ayrıldın?"
"bu sabah, elbet."
"yani dün gece ağır hasta olduğumu duydun da yola çıkmak için bu sabaha kadar bekledin, öyle mi?"
"ama hasta olduğuna inanmadığımı söylemedim mi sana? anlatmadım mı her şeyi? bunun da bir hile olduğunu sanıyordum."
"iyi ki lütfedip de yola çıkmışsın." diyen sesten, asıl fırtınanın kopmak üzere olduğu anlaşılıyordu. ama sükunetini koruyarak devam etti:
"demek bu sabah yola çıktın, öyle mi?
"evet. 10'da yola çıktım, coventry'de öğle yemeği."
"öyleyse buna ne diyeceksin, bakalım?" diye haykırarak çantasından çıkardığı kağıt parçasını, sanki sahte bir çek ya da benzeri bir şeymiş gibi yüzüme çarptı.
sanki biri beni alıp yere savurmuştu. ama bunu tahmin etmeliydim! ne yapıp edip beni yakalamıştı. üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. bunun ne olduğunu bilmiyordum; ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. ipin ucu kaçmıştı. daha bir dakika önce, bir hiç uğruna birmingham'dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi birden durum tersine dönmüştü. sakın bana, o anda neye benzediğimi söylemeye kalkmayın. biliyorum. her yerimde suçlu olduğum yazıyor, hem de büyük harflerle. ve aslında suçlu bile değildim! ama bu bir alışkanlık meselesi. ben daima yanlış tarafta yer almışımdır. ona cevap verirken sesime sinmiş olan suçluluk duygusunu, yüz papele bile silip atamazdım.
"ne demek istiyorsun? neymiş o elindeki?"
"okuyunca anlarsın."
alıp baktım. rowbottom's oteli'yle aynı sokakta bulunduğunu fark ettiğim bir avukatlık firmasından gelen bir mektuptu bu. "sayın bayan," diyordu, ".. tarihli mektubunuza cevaben, ortada bir yanlışlık olduğunu düşünüyoruz. rowbottom's oteli iki yıl önce kapanmış ve işyerine dönüştürülmüş bulunmaktadır. burada kocanızın eşkalinde kimseye rastlamadık. muhtemelen.."
devam edemedim. durumu çakmıştım. fazlaca işgüzarlık etmiş ve her şeyi ayağıma dolandırmıştım. ufukta pek cılız bir ümit kalmıştı -genç saunders'in, ona rowbottoms'dan postalaması için verdiğim mektubu unutmuş olması. ama hilda bu ümidi de anında söndürdü.
"eee george, mektupta yazanlara ne diyeceksin? senin buradan ayrıldığın gün rowbottom's oteli'ne yazıp sordum. işte aldığım cevap. ve aynı gün, senden otelde olduğunu belirten bir mektup aldım. herhalde postalasın diye birine vermiştin. senin birmingham'daki işin işte buydu."
"ama hilda, bak! her şeyi yanlış anlamışsın. sandığın gibi değil. anlamıyorsun."
"ah, anlıyorum george. hem de çok iyi anlıyorum."
"ama hilda, bak-"
faydası yoktu. yüzüme bakmıyordu bile. kalkıp kapıya doğru yürüdüm.
"arabayı garaja sokayım." dedim.
"ah, hayır george. bu işten böyle sıyrılamazsın. burada kalacak ve söyleyeceklerimi dinleyeceksin, tamam mı?"
"ama, lanet olsun! farları söndürmem lazım. karartma vakti yaklaşıyor. ceza ödememizi istemezsin, değil mi?"
bunun üzerine gitmeme izin verdi de çıkıp farları söndürdüm. geri döndüğümde, önünde, biri avukatlardan biri benden gelen iki mektup, put gibi oturuyordu. bu arada ben sinirlerime biraz olsun hakim olmayı başarmıştım. bu yüzden bir deneme daha yaptım:
"dinle hilda. bu konuyu tamamen yanlış değerlendiriyorsun. her şeyi açıklayabilirim."
"her şeyi açıklayacağına eminim de, acaba ben buna inanır mıyım, sorun burada."
"ama hemen hüküm veriyorsun. hem durup dururken şu oteldekilere mektup yazmayı da nereden çıkardın?"
"mrs. wheeler'ın aklına geldi. ve gördüğün gibi, son derece harika bir fikirmiş."
"tabii, tahmin etmeliydim. yani demek o kahrolası kadının özel hayatımıza burnunu sokmasına izin veriyorsun, öyle mi?"
"ben izin filan vermedim. senin niyetlerin konusunda beni o uyardı. sanki içime doğmuştu. ve haklı da çıktı. o senin ciğerini okuyor george. kcoası da tıpkı senin gibiymiş."
"ama hilda-"
ona baktım. yüzü, benim başka bir kadınla beraber olduğumu sandığı her sefer olduğu gibi, bembeyazdı. başka bir kadın! keşke doğru olsaydı!
ve tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden çocuklar. ama benim asıl ağrıma giden, aşağı binfield'a gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti. beni o anda asıl çarpan da bu olmuştu. hilda'ya, aşağı binfield'a gidiş nedenimi isterse bir hafta boyunca anlatayım, asla anlamazdı. peki ama şu ellesmere sokağı'nda bunu kim anlardı ki? ben kendimi anlayabiliyor muydum? olanlar yavaş yavaş yitip gitmeye başladı. aşağı binfield'a niye gitmiştim ki? aslında oraya hiç gitmiş miydim? bu atmosfer içinde bu çok gerçekdışı görünüyordu. zaten ellesmere sokağı'nda gaz faturaları, okul taksitleri, haşlanmış lahana ve pazartesi sendromu dışında hiçbir şey gerçek değildir.
bir deneme daha yaptım:
"bak hilda. ne düşündüğünü biliyorum. ama kesinlikle yanılıyorsun. yemin ederim."
"ah, hayır george. eğer yanılıyor olsaydım, bunca yalanı uydurmazdın, değil mi?"
anlaşılan kurtuluş yoktu.
kalkıp odanın içinde volta atmaya başladım. yağmurlukların kokusu öyle keskindi ki.. neden öyle kaçmıştım? geçmişin ve geleceğin hiç öneminin olmadığını bildiğim halde, geçmiş ve gelecek için neden bu kadar kaygılanıyordum? yola çıkış nedenlerim ne olursa olsun, bunların hepsini unutmuştum. aşağı binfield'daki eski hayat, savaş ve sonrası, hitler, stalin, bombalar, makineli tüfekler, ekmek kuyrukları, kauçuk coplar -hepsi giderek sönüyordu, eski yağmurlukların kokusuna gizlenmiş şu sefil tartışma dışındaki her şey.
son bir deneme daha:
"hilda! bir dakikacık dinle beni. bak, bütün bu hafta boyunca nerede olduğumu bilmiyorsun, öyle değil mi?"
"nerede olduğundan bana ne. ne yaptığını biliyorum ya. bu kafi."
"ama.. lanet olsun-"
elbette hiç faydası olmadı. beni suçüstü yakalamıştı ve şimdi hakkımda ne düşündüğünü söylemeye hazırlanıyordu. bu, birkaç saatini alabilirdi. ve daha sonra bir kıyamet daha kopacaktı; çünkü o zaman sıra bu tatil için parayı nerden bulmuş olduğuma gelecek ve benim ondan gizli gizli 17 pound biriktirmiş olduğumu keşfedecekti. yani bu tartışmanın sabahın üçüne kadar sürmemesi için hiçbir neden yoktu. artık masum rolü yapmanın da gereği kalmamıştı. tek istediğim, en kolayı neyse ona kaçmaktı. kafamdan üç olasılık geçiyordu:
a. ona gerçekten ne yaptığımı anlatmak ve ne yapıp edip onu ikna etmek.
b. hafızamı yitirmişim ayağına yatmak.
c. bir kadınla beraber olduğumu sanmasına izin verip, baş ağrısı ilacımı almak.
ama lanet olsun! hangisini seçeceğim zaten baştan belliydi.
kadın nedir?
kadın, çalışmayan bir insandır.
yaşam insanlara iki seçenek sunar: hayvansal bir varoluş -düşük bir yaşam düzeyi- ve manevi bir varoluş. kadın kuşkusuz ilkini seçecek ve fiziksel refahı öne çıkaracak, kuluçkaya yatacak bir yer ve engellenmeksizin üreme alışkanlıklarıyla oyalanacak bir ortam arayışına koyulacaktır.
kadınlar zihinsel kapasitelerini kullanmazlar. aslında bilerek bu kapasitelerinin bozulmasına göz yumarlar. birkaç yıllık aralıklı eğitimden sonra, sonradan gelişen ve geri döndürülemez bir aptallık durumuna yönelirler.
teorik olarak güzel bir kadın, bir şempanzeden daha az bir zekaya ihtiyaç duyar ve buna rağmen kimse onu topluma uymayan bir yaratık olarak değerlendirmez.
olsa olsa en geç on iki yaşına kadar, kadınların çoğu fahişe olmaya karar vermiştir. ya da başka bir deyişle, kendileri için bir erkek seçip bütün işi onun yapmasını sağlamaktan oluşan bir gelecek tasarlamışlardır. bu işlevlerine karşılık olarak kadınlar da, erkeğin belli zamanlarda vajinalarını kullanmasına göz yummaya hazırdır.
bir kadın buna karar verdiği anda beynini geliştirmekten vazgeçer. elbette çeşitli dereceler ve diplomalar alabilir. bunlar onun erkeklerin gözündeki piyasa değerini artırır; çünkü erkekler, bir şeyleri ezbere bilen bir kadının, ayrıca erkekleri de tanıyıp anlayacağına inanır. erkeğin tekrar tekrar yaptığı en büyük hatalardan birisi, kadını kendi eşiti olarak, yani eşit zihinsel ve coşkusal kapasiteye sahip bir insan olarak değerlendirmesidir.
bir erkek bir kadının yemek pişirme, bulaşık yıkama ve temizlik işlerinde saatler harcadığını gördüğü zaman, bu işlerin onu belki de mutlu ettiği, çünkü tam da onun zeka seviyesine uygun işler olduğu aklına hiç gelmez. o anda bütün bu angaryanın, kadını, bir erkek olarak önemli ve arzu edilir bulduğu onca şeyi yapmaktan alıkoyduğunu düşünür. bu nedenle kadının yaşamını kolaylaştırmak ve onu erkeğin düşlediği yaşam biçimine sürüklemek için otomatik bulaşık makineleri, elektrikli süpürgeler, hazır yemekler icat eder. ama hayal kırıklığına uğrayacaktır. kadın, kazandığı zamanı tarihle, politikayla ya da astronomiyle aktif bir şekilde ilgilenmek için kullanmak yerine pasta yapar, iç çamaşırlarını ütüler ve oya yapar ya da özellikle maceracıysa banyo duvarını çiçek çıkartmalarıyla bezer.
erkek bu tür şeylerin varlıklı yaşamın temel ögeleri olduğunu düşünür. bu fikir ona kadın tarafından aşılanmış olsa gerek; çünkü erkek, pastanın dışarıdan satın alınmasına da, iç çamaşırların ütüsüz olmasına da, banyo duvarlarında çiçek desenlerinin bulunmamasına da gerçekten aldırış etmez. kadının bu amaca ulaşmasını kolaylaştırmak ve onu angaryadan kurtarmak için mikserler, mutfak robotları, ütüsüz giyilebilen çamaşırlar ve çiçek süslemeli tuvalet aletleri, fayansları icat eder; ama kadın hâlâ edebiyatla, politikayla ya da evrenin fethiyle aktif ve ciddi bir şekilde ilgilenmez. onun için yeni bulunan bu boş zaman tam zamanında imdada yetişmiştir. artık kendisiyle ilgilenebilir ve elbette entelektüel başarı özlemi ona yabancı olduğu için o da dış görünüşü üzerinde odaklaşır.
kadınların daha zevkli, daha çekici, daha "kültürlü" olduğu doğrudur; ama yaşam beklentileri kesinlikle entelektüel değil, hep maddeci olacaktır. devrime giden ilk adımı asla kadınlar atmayacaktır.
12.01.2019
ödev
franz kafka
dünyaya bırakmamacasına yapışır, sonra dünyanın yakamıza yapıştığından yakınırız.
bilgide ulaştığımız belli bir noktadan sonra yorgunluk, kifayetsizlik, kendini sınırlı duyumsama, hatta kendini hor görme, bunların tümünün silinip gitmesi gerek.
ulaşılan bu nokta, kendime yabancılaşarak dirildiğim, doyduğum, özgürleştiğim, yücelere koştuğum şeyi kendi öz varlığım olarak algılayacak güce eriştiğim andır.
kadın, daha basitleştirerek söyleyelim, evlilik, savaşman gereken yaşamın temsilcilerinden biridir.
ödevimizin yaşamımız kadar büyük oluşu, onu sonsuzmuş gibi gösteriyor.
ruha saplı bir kılıç varsa başvurulacak yöntem telaşa kapılmadan durumu değerlendirmek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğuna taş gibi bir soğuklukla yanıt vermektir; bu yöntemle, birbiri ardına saplanan kılıçlardan sonra, yaralanmaz bir hale gelinecektir.
unutmamalı, her dumanın altında bir ateş yanar; dört yanında dumandan gayrısını görememek ayakları yanan kişiyi ateşten korumaya yetmez.
11.01.2019
kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi
kendimle baş başa kalmamı engelleyen bir şeyler vardı hep.
herkes başkalarının bilmediği bir şeyi bildiğini sanır. yitik aptal egolar. ben de onlardan biriyim.
en iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.
hükümetin ve basının itiraf edemeyeceği kadar kötü ekonomi. hâlâ ayakta kalmayı başaranlar belli etmemeye çalışıyorlar. şu anda en iyi sektör uyuşturucu sektörüdür herhalde. uyuşturucu sektörü bittiği anda gençlerin yarısı işsiz kalır.
para ancak iki şekilde sorun teşkil eder: çok fazla ya da çok azsa.
pekala, siz bana yararlı bir meslek söyleyin. avukat? doktor? onlar da boktur. bok olmadıkları sanılır ama bokturlar. sisteme kilitlenmişlerdir ve çıkamazlar. ve hemen hemen hiç kimse işini iyi yapmıyor. önemsemiyorlar, güvenli bir kozanın içindeler.
körfez savaşı sırasında bir grup yazar ve şair devasa bir gösteri planlamışlardı mesela, şiirler ve söylevler hazırdı. savaş birden bitti. gösteri bir hafta sonraya planlanmıştı. iptal etmediler. yaptılar gösterilerini. çünkü sahnede olmak istiyorlardı. buna ihtiyaç duyuyorlardı. kızılderili yağmur dansına nasıl ihtiyaç duyarsa, öyle.
bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şey daha yoktur. ama çoğu insan korkularına yenilir. başarısızlıktan o denli korkarlar ki başarısız olurlar. fazlası ile koşullanmışlardır, birinin onlara ne yapması gerektiğini söylemesine alışkındırlar. aile ile başlar, okul ve iş hayatında sürer.
gençlik budalalıktır, yaşlı ise budala.
mükemmel saatler yaşayabilmek için kusurlu saatleri yaşamak gerek. iki mükemmel saati yaşatabilmek için on saat öldürmek gerekir. asıl korkulması gereken bütün saatleri öldürmemektir, bütün yılları.