albert caraco
giderek daha tutucu oluyoruz, en yıpranmış ve en utanç verici köhnelikteki düşünceleri sürdürmeyi başarıyoruz.
bizim devrimlerimiz yalnızca laftadır. şeyleri yeniden şekillendirdiğimiz yanılsamasını edinmemiz için sözcükleri değiştirmemiz yeter. her şeyden ve kendimizden korkuyoruz. cesaretin ötesine geçerek cesaretin içini boşaltmanın ve deliliği ifrata vardırarak delilikle uğraşmanın yolunu buluruz. hiçbir şeye karşı çıkmıyoruz ve her şeyin düşük yapmasına, başarısız kalmasına yol açıyoruz. güçsüzlüğe bağlı ölçüsüzlüğün zaferi bu.
entelektüellerimizin tek bildiği oyun oynamak, tinselcilerimizin tek bildiği de yalan söylemek. hiçbiri dünyayı yeniden düşünmek üzerine kafa yormuyor, hiçbiri bize gerçekliği ölçüp biçme imkanı vermiyor. hepsi de kariyer peşinde. görgü kurallarını asla incitmeden birbirlerinin gözlerini oyma sanatındaki ustalıkları hayranlık verici!
içinde yaşadığımız şehirler ölümün okullarıdır; çünkü gayri insanidirler. bu şehirlerin her biri uğultunun ve leş kokunun kesiştiği kavşaklar halini almıştır. her biri binalardan oluşan bir kaos olmuştur. bu şehirlerin içine milyonlarcamız yığılarak yaşama nedenimizi yitirmekteyiz.
tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz. ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak.
burada, beyaz karıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. günün birinde deliler gibi uyanacak ve bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya koyulacaklar.
hayalî bir görevi yerine getirdiğimiz ve zaman aşımına uğramış buyruklara uyduğumuz için sefiliz; ama görev bizi iğrenç durumumuzdan çekip çıkarmıyor ve buyruklar bizi orada sebat etmeye zorluyor. yirmi yüzyıldır üzerimizde tahakküm süren ahlak düzeni miadını doldurdu. bizse onun barbarlığını ölçüyoruz hâlâ. o ayakta kalmaya çabalıyor, biz ölüyoruz.
içinde yaşadığımız dünya serttir, soğuktur, karanlıktır, adaletsiz ve yöntemlidir. yöneticileri ya içli salaklardır ya da derinlikli haytalar. kimse bu çağa denk değildir. biz aşıldık, ister küçük olalım ister büyük, meşruiyeti aklımız almıyor. iktidar bir oldu bitti iktidarıdır yalnızca, boyun eğilen bir ehveni şer.
tüm egemen sınıfları bir uçtan ötekine ortadan kaldırsak bile hiçbir şey değişmiş olmaz. elli yüzyıl önce kurulmuş düzenin kılı bile kıpırdamaz. ölüme doğru yürüyüş tek bir gün bile durmaz ve muzaffer isyancılara kalan tek seçenek eskimiş geleneklerin ve saçma buyrukların mirasçısı olmak olur.
komedi sona erdi, trajedi başlıyor. dünya giderek daha sert, daha soğuk, daha kasvetli ve daha adaletsiz olacak. her yanı istila eden kaosa rağmen giderek daha yöntemli bir dünya olacak: hatta bana kalırsa, dünyanın en az tartışmalı niteliği, sistem ruhu ile kargaşanın ittifakıdır. asla daha fazla disiplin ve daha fazla saçmalık, daha fazla hesap ve daha fazla paradoks, sonuçta daha fazla çözülmüş sorun -ama katışıksız kayıp olarak çözülmüş sorun- görülmeyecektir.
sansürün egemen olduğu ülkelerde gerçekliği inkar etmekten helak olunuyor; sansürün kalktığı ülkelerde herkes aklına geleni söylüyor. farklılık önemsiz gelebilir; çünkü yalan söylemek ile kendini yitirmek aynı anlama geliyor ve yalan söyleyenlerin de günün birinde kendini yitirenlere katılacakları söylenebilir.
şehirlerimiz birer kabusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık. her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte. biz artık tapınaklar, saraylar ya da mezarlar, zafer alanları ya da amfitiyatrolar inşa etmeyi bilmiyoruz. her adımda gözümüze hakaret ediliyor, kulağımız sağıra çevriliyor ve koku duyumuz umutsuzluğa kapılıyor. yakında kendimize, düzen neye yarar diye sorar hale geleceğiz.
bilginlerimiz dünyayı pahalı oyuncaklarla dolduruyorlar. onlar, doğayı bozarak, ona tecavüz ederek oyun oynayan koca oğlanlardır.
biçimler açılıyor ve içerikler kaçıyor. ağırlıklara ve ölçülere hile karıştı. en bilgili insanların bile yargısına güven olmuyor artık ve niteliksizlik zafer kazanıyor. hem de ona değer veren dalaverecilerle birlikte, hiç cezalandırılmadan.
dillerimiz yozlaşıyor, en güzel diller çirkinleşiyor, en iyi işitilenleri anlaşılmaz oluyor, şiir öldü, düzyazı kaos ile yavanlık arasında seçim yapmak durumunda. sanatlar yok olalı kaç kuşak geçti, en ünlü sanatçılarımız gelecekte küçümsenecek hokkabazlara benziyorlar. ne bir şey inşa etmeyi biliyoruz ne heykel yapmayı ne de resmi. müziğimiz bir iğrençlik, bu nedenle eski anıtları yıkmak yerine restore ediyoruz ve bu nedenle bütün üslupların koruyucusu kesiliyoruz -güçsüzlüğümüzün iki kez itirafı.
bizim yaşadığımız dünya, kabul olunamaz bir düzene göre kendini düzenleyerek ve bizim nihai amaçlarımıza zarar verecek şekilde sürdürdüğümüz, giderek saçmalaşan bir dünyadır.
çünkü insan üretmek ve tüketmek için bu dünyada değildir. üretmek ve tüketmek daima yalnızca tali olabilir. var olmak ve var olduğunu hissetmektir önemli olan. gerisi bizi karıncalar, termitler ve arılar düzeyine indirir.
şimdiden yaşayamayacak kadar kalabalığız. böcek gibi değil ama insan gibi yaşayamayacak kadar kalabalığız. toprağı tüketip çölleri büyütüyoruz. ırmaklarımız birer batak, okyanuslar can çekişiyor. ama iman, ahlak, düzen ve maddi çıkar bizi ilkel topluluklar halinde yaşamaya mahkum etmek için el birliği ediyorlar. dinlere mümin gerek, uluslara savunacak insan, sanayicilere tüketici. bu demektir ki herkese çocuk gerek, yetişkin olunca ne olacaklarının bir önemi yok.
en kötü düşmanlarımız bize umuttan söz edenler. sorunlarımızın çözüleceği ve arzularımızın karşılanacağı, neşeli, aydınlık, çalışmanın ve barışın olduğu bir gelecek vaat edenlerdir.
vaatlerini yenilemenin onlara bir bedeli yoktur; ama onlara kulak vermek bize çok pahalıya mal olur ve yalnızca yanlış fikirler ediniriz. biz ne kadar ilerlersek bu fikirler de o kadar etkili olur ve muğlaklığın sultası altında o ölçüde eziliriz.
hiçbir şey olduğundan fazla değil, her şey başka bir şey olma iddiasında, göründüğü gibi olmayı reddediyor. akıl almaz yüzlerce aldatmaca doğuyor böylelikle. yazarlar, saygınlık ve itibarla çevreli, ne yapacaklarını bilemez haldeler.
bunun sonucunda genel bir uyuşukluk yayılıyor her tarafa. ve eğer tarihin dersine kulak verseydik, uyuşukluktan sersemliğe giden yolun en kaygan yollardan biri olduğunu bilirdik.
hangi alanda olursa olsun aptallıkta birbirimizle yarışıyoruz. icatlarımız paradoksa çare bulamıyor. giderek daha zekice imkanlara sahip olurken giderek daha aptallaşıyoruz. biz bu imkanların yasasına tabi olacağız ve bu imkanlar da bize sahip olacak. biz hayal kırıklığına uğrarken devlet şeflerimiz imkanların ilk hizmetkarları olacaklar ve biz de sınırsız bir köleliğe bağlanacağız.
eserlerimizin ortasında, deliliğe ve aptallığa mahkumuz. kullandığımız imkanların ruhuna asla sahip olamıyoruz. kendi aralarında uyuşmayan planlar üzerinde yaşıyoruz. birbirlerimizin çağdaşı bile değiliz. ölçüsüzlük bizim ortak paydamız. tutarsızlıktan asla şaşmıyoruz. en hayranlık verici bahanelerle nesnelliğin içini boşaltıyoruz ve diyalektiğe başvurarak hakikatten gizleniyoruz. referans noktalarını keyfimizce çoğaltma ve ihtiyaçlarımıza göre bunları değiştirme sanatında mahiriz. sonunda bir labirent içinde dönüp durur hale geldik ve bizi sürükleyen hareket adına sentezi imkansız ilan ederek kendi müşkül durumumuzu meşrulaştırıyoruz.
hayvanlığa doğru yol alıyoruz ve vardığımız yer gayri insanilik. bıktırıcı ahlak öğütlerine ve iman bildirimlerine rağmen kendimizi haksız yere günahkar sanıyoruz. oysaki spermatik otomatlardan başka bir şey değiliz. insan dinin bize öğrettiği şey değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. hem insanı yeniden tanımlamak hem de dünyayı yeniden düşünmek gerekiyor; ama bunu hayal etmek için bile artık çok geç.
daha ne kadar aldatabiliriz kendimizi? bütün mühletler doldu, insan sayısı fırtınaların patlayacağı bir deniz gibi şişiyor, tükenmiş toprakta çabalarımız tükeniyor. her yer susuz kalacak, hava şimdiden seyrekleşti. besinlere artık daha az güveniyoruz, ökümen'i artıklar dolduruyor, her şeyi zehirliyorlar. hakikat saati aynı zamanda can çekişme saati mi olacak? ölümümüzün karşısına ne çıkartacağız? devlet şeflerimizin buyruklarını mı yoksa tinselcilerimizin vaazlarını mı? bu parazitler ve bu kargaşa tezgahçıları bizim ne işimize yarıyorlar? birileri bizi çürümeye götürüyor, ötekiler bizi yüreklendirerek onları kutsuyorlar ve bizi kutsayarak da onları yüreklendiriyorlar.
düzenli adımlarla kaosa doğru gidiyoruz. kalbimiz umut dolu, yan gelip yatılan hayal ülkesinin peşindeyiz. bilim bizim otuz milyar çocuğumuzu ve torunumuzu ödüllendirecek, yüz ulus tek bir halk olacak ve üç ırk tek olacak. imkansızın geleceğini umut ederek, gerçekliğimizi küçümseyerek daha ne kadar kandırabiliriz kendimizi? çünkü insan, ne olursa olsun, aşılmış olmayacaktır.