sigmund freud: anatomi yazgıdır.
adam fawer: nereden geldiğinizi bilmeden, nereye gideceğinizi de bilemezsiniz.
augustinus: sınırlarını bilen bir ruhun sergilediği alçak gönüllülük, öğrenmeye can attığım özgür sanatlara hakim olmaktan daha güzel bir meziyettir.
cemil meriç: dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar mastürbasyondan ibarettir.
philip roth: içlerinde bir cevher taşımayan insanlara tahammülüm yoktur.
ece temelkuran: ne kadar çok güvenlik görevlisi varsa o kadar güvensiz bir yerde bulunuyorsunuz demektir.
doris lessing: zaman, düşünce yapraklarımızın unutuluşa doğru taşındığı bir ırmaktır.
howard fast: cehennem, hayatın en gerekli ve basit gereksinimlerinin korkunç bir zorlukla temin edilmeye çalışıldığı yerdir.
edmundo paz soldan: herkesin bir fiyatı vardır.
jostein gaarder: cinselliği çok fazla düşündüğünü kendine itiraf etmek istemeyen biri, başkalarının cinsellik takıntısını kınamakta acele eder çoğu kez.
montesquieu: bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir.
turgenyev: umudun kendisidir hayattaki en güzel şey. umut, ne kadar aldatıcı olsa da, güzel bir yolda yürürken ömrümüzün sonuna varmamızı sağlar hiç değilse.
30.06.2019
27.06.2019
hastalık günleri
hendrik conscience
hastaydım; kafam yorgun, ruhum umutsuz, gövdem acılar içindeydi. tanrı'nın hiç değilse manevi enerji ve güçlü bir şefkat içgüdüsüyle donatmış olduğu ben, en acı bir cesaretsizlik çukurunun dibine düşmüştüm ve çok öldürücü bir zehrin, soluk alamayan kalbime dolduğunu duyuyordum. yaylada üç ay geçirdim. o güzel yöreyi bilirsiniz, insanın ruhu kendi içine döner ve eşsiz bir dinlenmenin tadına varır; her şey dinginlik ve huzur yaratır. orada, tanrı'nın kusursuz yaratımı önünde, ruhunuz örf ve adetlerin boyunduruğundan kurtulur, toplumu unutur, toplumun el kol bağlayan zincirlerini gevşetir yenilenmiş bir gençliğin gücüyle. orada her düşünce duaya dönüşür, taze ve özgür doğa ile uyum içinde olmayan her şey bırakır yüreği. ah, orada yorgun ruhlar huzur bulur, bitkin insan gençlik gücüne yeniden kavuşur. hastalık günlerimi böyle geçirdim işte. sonra akşamlar! ayaklarını küller arasına uzatıp kocaman ocağın önünde oturmak, bacadaki bir çatlaktan sanki beni çağırırmış gibi ışınlarını gönderen yıldıza bakıp durmak ya da derin düşlere dalarak ateşe bakmak, alevlerin yükselip, titreyip, kazanı, ateşten dilleriyle yalamak için birbirleriyle sanki yarışmalarını seyretmek ve düşünmek.. insan yaşamı da budur, diye: doğmak, çalışmak, sevmek, büyümek ve yok olmak.
hastaydım; kafam yorgun, ruhum umutsuz, gövdem acılar içindeydi. tanrı'nın hiç değilse manevi enerji ve güçlü bir şefkat içgüdüsüyle donatmış olduğu ben, en acı bir cesaretsizlik çukurunun dibine düşmüştüm ve çok öldürücü bir zehrin, soluk alamayan kalbime dolduğunu duyuyordum. yaylada üç ay geçirdim. o güzel yöreyi bilirsiniz, insanın ruhu kendi içine döner ve eşsiz bir dinlenmenin tadına varır; her şey dinginlik ve huzur yaratır. orada, tanrı'nın kusursuz yaratımı önünde, ruhunuz örf ve adetlerin boyunduruğundan kurtulur, toplumu unutur, toplumun el kol bağlayan zincirlerini gevşetir yenilenmiş bir gençliğin gücüyle. orada her düşünce duaya dönüşür, taze ve özgür doğa ile uyum içinde olmayan her şey bırakır yüreği. ah, orada yorgun ruhlar huzur bulur, bitkin insan gençlik gücüne yeniden kavuşur. hastalık günlerimi böyle geçirdim işte. sonra akşamlar! ayaklarını küller arasına uzatıp kocaman ocağın önünde oturmak, bacadaki bir çatlaktan sanki beni çağırırmış gibi ışınlarını gönderen yıldıza bakıp durmak ya da derin düşlere dalarak ateşe bakmak, alevlerin yükselip, titreyip, kazanı, ateşten dilleriyle yalamak için birbirleriyle sanki yarışmalarını seyretmek ve düşünmek.. insan yaşamı da budur, diye: doğmak, çalışmak, sevmek, büyümek ve yok olmak.
26.06.2019
beş şehir
ahmet hamdi tanpınar
sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır.
güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibi görünmesinde, her an bizi kendisine ve kendisinde uyanmaya zorlamasındadır.
mazi daima mevcuttur. kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.
sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.
insan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. bâkî'nin fatih camii'nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun türkçeyi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; nedim'in anası türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı?
mevlevîlik ne tevazu ve mahviyeti ne de hangi mertebede olursa olsun itibarı kabul eder. eşitler arasında geçen bir maceradır. ve bu eşitlik sade tarikatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer. çünkü esası, bugünün felsefesinin çok sevdiği tabirle insanın kainattaki yeridir.
şark için "ölümün sırrına sahiptir" derler. fakat şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar hususi bir çehre veren, her türlü laubalilikten sakınmakla beraber, onu ehlileştiren başka millet pek yoktur. ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarili bir türbe çok defa tahtadan sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ.. işte cetlerimize ebedî hayatı tecessüm ettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir.
boğaz bana daima zevkimizin, duygumuzun büyük düğümlerinden biri gibi gelmiştir. öyle ki, onun bizde külçelenmiş manasını çözdüğümüz zaman büyük hakikatlerimizden birini bulacağız sanmışımdır. bu bir hayal olabilir. birçok güzellikler insana kainatın eşi veya eşiti oldukları vehmini verirler. onlarla karşılaştığımız zaman bizde büyük, kendi kendine yetebilecek bir hakikat karşısında imişiz hissi uyanır.
anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yarışamaz.
heine yahut gautier, genç bir şairin goethe'yi ziyaretini anlatırlar. zavallı çocuk birdenbire weimar tanrısının karşısında bulunmaktan o kadar şaşırır ki yol boyunca, hatta günlerce evvel hazırladığı sevgi ve hayranlık cümlelerini unutur ve yolda gördüğü eriklerin güzelliğinden bahseder.
asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. gerçek hayatı halk arasına aramak lazım geldiği gibi. çünkü orada insanlarla en geniş manasında temas var.
sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır.
güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibi görünmesinde, her an bizi kendisine ve kendisinde uyanmaya zorlamasındadır.
mazi daima mevcuttur. kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.
sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.
insan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. bâkî'nin fatih camii'nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun türkçeyi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; nedim'in anası türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı?
mevlevîlik ne tevazu ve mahviyeti ne de hangi mertebede olursa olsun itibarı kabul eder. eşitler arasında geçen bir maceradır. ve bu eşitlik sade tarikatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer. çünkü esası, bugünün felsefesinin çok sevdiği tabirle insanın kainattaki yeridir.
şark için "ölümün sırrına sahiptir" derler. fakat şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar hususi bir çehre veren, her türlü laubalilikten sakınmakla beraber, onu ehlileştiren başka millet pek yoktur. ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarili bir türbe çok defa tahtadan sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ.. işte cetlerimize ebedî hayatı tecessüm ettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir.
boğaz bana daima zevkimizin, duygumuzun büyük düğümlerinden biri gibi gelmiştir. öyle ki, onun bizde külçelenmiş manasını çözdüğümüz zaman büyük hakikatlerimizden birini bulacağız sanmışımdır. bu bir hayal olabilir. birçok güzellikler insana kainatın eşi veya eşiti oldukları vehmini verirler. onlarla karşılaştığımız zaman bizde büyük, kendi kendine yetebilecek bir hakikat karşısında imişiz hissi uyanır.
anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yarışamaz.
heine yahut gautier, genç bir şairin goethe'yi ziyaretini anlatırlar. zavallı çocuk birdenbire weimar tanrısının karşısında bulunmaktan o kadar şaşırır ki yol boyunca, hatta günlerce evvel hazırladığı sevgi ve hayranlık cümlelerini unutur ve yolda gördüğü eriklerin güzelliğinden bahseder.
asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. gerçek hayatı halk arasına aramak lazım geldiği gibi. çünkü orada insanlarla en geniş manasında temas var.
sosyoloji notları
cemil meriç
biz hepimiz, kendi basit menfaatlerimizi hakikat sanan gafilleriz.
dinin vicdanlarda mutlak hüküm sürdüğü devirler, felsefenin sustuğu devirlerdir. felsefe şüpheden doğar, şüphe, imanın zıddı. kalabalığa tek kitap yeter.
ebul ala el maari "insanlar iki kısımdır" der, "bir kısmının dini vardır, aklı yoktur; bir kısmının aklı vardır, dini yoktur." ve tanrı'ya meydan okur: "kekeme musa'nın karşısına çıkan allah, benim karşıma neden çıkmıyorsun?" der. "ben ki arabistan'ın en güzel konuşan insanıyım!" sonra ilave eder: "çıkmıyorsun, çünkü yoksun!"
"bilinçsiz ilim, insan ruhunun düşmanıdır." demiş, rabelais.
durkheim, "sosyoloji insanlann acılarını dindirmeyecekse lanet olsun böyle ilme!" der.
abbe meslier'nin adını taşıyan "le bon sens" adlı eser aslında baron d'holbach'ındır, tanrıtanımaz. abdullah cevdet, d'holbach'ın eserini "akl-ı selim" ismiyle çıkarmıştır.
bir ülkede şair ne kadar çoksa o ülke düşünce bakımından o kadar geridir. insanlar ve milletler yaşlandıkça şiirin yerine nesir geçer. düşüncesi henüz pozitifleşmemiş medeniyetlerde nesir çok ağır ilerler. bir 18. asır fransasında şiir susar, hakikatin haşin sesi, şüphenin ve akim çığlığı konuşur. derebeylik içtimai düzeni, bu devirde yıkılır.
18. asırda, engels'in dediği gibi, akıl burjuvazidir.
"bir kadını iyi tanımak, bütün kadınları tanımaktır." der napoleon.
quinet "la creation"da (yaradılış) "insan kâinatın efendisi değildir." der. gelip geçici bir kuvvettir. tabiatta çok kısa bir müddet, tırnaklarının izini, gözyaşlarını bıraktıktan sonra gidecektir.
"insanı insan yapan dış dünyayı değiştirmesi değil, dış dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmesidir." diyen marx, en güzel sözü söylemiş olur.
bergson'un dediği gibi "cümleye başlarken başka insandım, bitince başka insan." ve bir ırmağın sularında iki değil, bir kere bile yıkanılmaz.
kültür, insanı gündelik kavgaların dışına çıkarır.
ideolojiler kinlerimize takılan maskelerdir.
engels, "teknik bu şekilde geliştiğine göre insanlık ya sosyalizme ya barbarlığa gidecektir." der.
h. lefebvre "paris komünası" adlı eserinde "bir tarihçinin ilk vasfı yalan söylememektir." der.
faşizm, kapitalizmin kendi kendini yeni metotlarla devam ettirmesidir.
her insanın yapabileceği en mükemmel işi en mükemmel şekilde yaptığı cemiyet bahtiyardır.
romain rolland'a göre din, insanın kendi dışında bir şeyleri sevmek istemesidir, ebediyete kadar uzanan sevgidir.
"bir ağacı bir insandan daha çok severim." der beethoven.
zirveye varan her cemiyet çökmeye yüz tutar.
köylü mütevekkildir, ahmaktır, batıl inançları vardır ve tarihin dışındadır. istihsal vasıtaları yenilenmedikçe köy hep aynıdır. ve bu vasıtaları kendi kendine değiştiremez.
rabelais "ben hakikat âşığıyım" der, "ama darağacına kadar" diye ilave eder.
vivekananda "aklın ve ilmin karşısında tutunamayan her din batıldır." der.
dinin tahlile tahammülü yoktur. dinle akıl ayrıdır. din bir coşuştur, bir ürpertidir. ilim tanrı'nın varlığını veya yokluğunu ispat edemez. ilim bu bakımdan agnostiktir. ilimle din arasında hiçbir uzak-yakın münasebet yoktur. aklın ışığı imandan uzak tutulmalıdır.
sınır çizmek bilginin başlangıcıdır.
opera bütün sanatların sentezidir, sanatların sanatıdır.
insanlar çizmesini yaladıkları şefin, sonradan suratına tükürecek kadar aşağıdırlar. kurtlar ihtiyar kurtları parçalarlar ama onlara hakaret etmezler. oysa insanlar, karşısında küçüldükleri insanı affetmezler.
"fare için en korkunç hayvan kedidir, aslan değil."
michelet'e göre de kalabalık devdir, kahraman onun omuzlarına binmiş bir cüce.
carlyle de "tarih büyük adamların biyografisinden ibarettir." der.
burjuvazi tarih sahnesine çıkan sınıflar içinde en büyüğü, en değerlisi, insanlığa en çok şey katanıdır.
politika, sürüleri gütme, sınıflar arasında bir denge kurma sanatıdır. politika cemiyet halinde yaşayan insanların mümkün olduğu kadar birbirlerine az zarar vererek yaşamalarını temin eder.
tarafsız olmak yalanların en iğrenci. yaşayan her uzviyet taraf tutar, taraf tutmamak oportünizmlerin en adisidir.
hafızanın kanunu, aşkın kanunudur. insan ancak sevdiğini öğrenir.
"felsefenin kuşu alaca karanlıkta uçar." der hegel.
"hayat düşünenler için trajedi, hissedenler için komedidir."
anakarsis "kanun, küçük sineklerin takılı kaldığı, büyüklerin yırtıp geçtiği bir örümcek ağıdır." der.
bir çağda hakim olan düşünceler, hakim sınıfın düşünceleridir.
nietzsche, "herhangi bir düşünce insanın insan olarak yaşamasını sağlıyorsa doğrudur." diyor.
en büyük ideoloji anayasadır.
bir düşünce ne kadar bizimkine benzemiyorsa, bizimkini o kadar tamamlar. en büyük dostlarımız bizim gibi düşünmeyenlerdir.
dünya her gün bir parça daha mükemmelleşmesi gereken bir oyuncağıdır insanın.
süleymancılığın başı olan süleyman tunahan'ın rus casusu olduğu söyleniyor.
fransızların bir sözü vardır. "tek kitaplı insandan korkulur." derler. tek kitaba bağlanan insan, tek düşünceye bağlanan insan gerçekten korkutan insandır. bu düşünce hakikatin bütününü kucaklar veya kucaklamaz.
insanı toprakta sürünen bir hayvan olmaktan kurtaran tek doktrin spiritüalizmdir.
medeni bir dilde birbirinin aynı olan iki kelime bulunmaz.
bizde edebiyatın kökü edeb: davet etmek, ziyafete çağırmak. sonra kelime manasını genişletmiş: ruhun ziyafetine davet.
çileler ve felaketlerle doludur büyük adamın ömrü.
vahye dayanan bir medeniyetin aydınlık olmaya ihtiyacı yoktur.
münevveri şartlandıran, münevverin düşüncelerine istikamet veren, düşüncesinin hudutlarını çizen, kucağında yaşadığı cemiyettir. kimse bunun dışına çıkmamıştır ve çıkamaz.
biz hepimiz, kendi basit menfaatlerimizi hakikat sanan gafilleriz.
dinin vicdanlarda mutlak hüküm sürdüğü devirler, felsefenin sustuğu devirlerdir. felsefe şüpheden doğar, şüphe, imanın zıddı. kalabalığa tek kitap yeter.
ebul ala el maari "insanlar iki kısımdır" der, "bir kısmının dini vardır, aklı yoktur; bir kısmının aklı vardır, dini yoktur." ve tanrı'ya meydan okur: "kekeme musa'nın karşısına çıkan allah, benim karşıma neden çıkmıyorsun?" der. "ben ki arabistan'ın en güzel konuşan insanıyım!" sonra ilave eder: "çıkmıyorsun, çünkü yoksun!"
"bilinçsiz ilim, insan ruhunun düşmanıdır." demiş, rabelais.
durkheim, "sosyoloji insanlann acılarını dindirmeyecekse lanet olsun böyle ilme!" der.
abbe meslier'nin adını taşıyan "le bon sens" adlı eser aslında baron d'holbach'ındır, tanrıtanımaz. abdullah cevdet, d'holbach'ın eserini "akl-ı selim" ismiyle çıkarmıştır.
bir ülkede şair ne kadar çoksa o ülke düşünce bakımından o kadar geridir. insanlar ve milletler yaşlandıkça şiirin yerine nesir geçer. düşüncesi henüz pozitifleşmemiş medeniyetlerde nesir çok ağır ilerler. bir 18. asır fransasında şiir susar, hakikatin haşin sesi, şüphenin ve akim çığlığı konuşur. derebeylik içtimai düzeni, bu devirde yıkılır.
18. asırda, engels'in dediği gibi, akıl burjuvazidir.
"bir kadını iyi tanımak, bütün kadınları tanımaktır." der napoleon.
quinet "la creation"da (yaradılış) "insan kâinatın efendisi değildir." der. gelip geçici bir kuvvettir. tabiatta çok kısa bir müddet, tırnaklarının izini, gözyaşlarını bıraktıktan sonra gidecektir.
"insanı insan yapan dış dünyayı değiştirmesi değil, dış dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmesidir." diyen marx, en güzel sözü söylemiş olur.
bergson'un dediği gibi "cümleye başlarken başka insandım, bitince başka insan." ve bir ırmağın sularında iki değil, bir kere bile yıkanılmaz.
kültür, insanı gündelik kavgaların dışına çıkarır.
ideolojiler kinlerimize takılan maskelerdir.
engels, "teknik bu şekilde geliştiğine göre insanlık ya sosyalizme ya barbarlığa gidecektir." der.
h. lefebvre "paris komünası" adlı eserinde "bir tarihçinin ilk vasfı yalan söylememektir." der.
faşizm, kapitalizmin kendi kendini yeni metotlarla devam ettirmesidir.
her insanın yapabileceği en mükemmel işi en mükemmel şekilde yaptığı cemiyet bahtiyardır.
romain rolland'a göre din, insanın kendi dışında bir şeyleri sevmek istemesidir, ebediyete kadar uzanan sevgidir.
"bir ağacı bir insandan daha çok severim." der beethoven.
zirveye varan her cemiyet çökmeye yüz tutar.
köylü mütevekkildir, ahmaktır, batıl inançları vardır ve tarihin dışındadır. istihsal vasıtaları yenilenmedikçe köy hep aynıdır. ve bu vasıtaları kendi kendine değiştiremez.
rabelais "ben hakikat âşığıyım" der, "ama darağacına kadar" diye ilave eder.
vivekananda "aklın ve ilmin karşısında tutunamayan her din batıldır." der.
dinin tahlile tahammülü yoktur. dinle akıl ayrıdır. din bir coşuştur, bir ürpertidir. ilim tanrı'nın varlığını veya yokluğunu ispat edemez. ilim bu bakımdan agnostiktir. ilimle din arasında hiçbir uzak-yakın münasebet yoktur. aklın ışığı imandan uzak tutulmalıdır.
sınır çizmek bilginin başlangıcıdır.
opera bütün sanatların sentezidir, sanatların sanatıdır.
insanlar çizmesini yaladıkları şefin, sonradan suratına tükürecek kadar aşağıdırlar. kurtlar ihtiyar kurtları parçalarlar ama onlara hakaret etmezler. oysa insanlar, karşısında küçüldükleri insanı affetmezler.
"fare için en korkunç hayvan kedidir, aslan değil."
michelet'e göre de kalabalık devdir, kahraman onun omuzlarına binmiş bir cüce.
carlyle de "tarih büyük adamların biyografisinden ibarettir." der.
burjuvazi tarih sahnesine çıkan sınıflar içinde en büyüğü, en değerlisi, insanlığa en çok şey katanıdır.
politika, sürüleri gütme, sınıflar arasında bir denge kurma sanatıdır. politika cemiyet halinde yaşayan insanların mümkün olduğu kadar birbirlerine az zarar vererek yaşamalarını temin eder.
tarafsız olmak yalanların en iğrenci. yaşayan her uzviyet taraf tutar, taraf tutmamak oportünizmlerin en adisidir.
hafızanın kanunu, aşkın kanunudur. insan ancak sevdiğini öğrenir.
"felsefenin kuşu alaca karanlıkta uçar." der hegel.
"hayat düşünenler için trajedi, hissedenler için komedidir."
anakarsis "kanun, küçük sineklerin takılı kaldığı, büyüklerin yırtıp geçtiği bir örümcek ağıdır." der.
bir çağda hakim olan düşünceler, hakim sınıfın düşünceleridir.
nietzsche, "herhangi bir düşünce insanın insan olarak yaşamasını sağlıyorsa doğrudur." diyor.
en büyük ideoloji anayasadır.
bir düşünce ne kadar bizimkine benzemiyorsa, bizimkini o kadar tamamlar. en büyük dostlarımız bizim gibi düşünmeyenlerdir.
dünya her gün bir parça daha mükemmelleşmesi gereken bir oyuncağıdır insanın.
süleymancılığın başı olan süleyman tunahan'ın rus casusu olduğu söyleniyor.
fransızların bir sözü vardır. "tek kitaplı insandan korkulur." derler. tek kitaba bağlanan insan, tek düşünceye bağlanan insan gerçekten korkutan insandır. bu düşünce hakikatin bütününü kucaklar veya kucaklamaz.
insanı toprakta sürünen bir hayvan olmaktan kurtaran tek doktrin spiritüalizmdir.
medeni bir dilde birbirinin aynı olan iki kelime bulunmaz.
bizde edebiyatın kökü edeb: davet etmek, ziyafete çağırmak. sonra kelime manasını genişletmiş: ruhun ziyafetine davet.
çileler ve felaketlerle doludur büyük adamın ömrü.
vahye dayanan bir medeniyetin aydınlık olmaya ihtiyacı yoktur.
münevveri şartlandıran, münevverin düşüncelerine istikamet veren, düşüncesinin hudutlarını çizen, kucağında yaşadığı cemiyettir. kimse bunun dışına çıkmamıştır ve çıkamaz.
24.06.2019
iyimserlik
montaigne: korkmak için cesaret gerekir.
akhenaton: doğu ufkundan yükseldiğinde bütün ülkeleri güzelliğinle kapladın. çok uzaklarda da olsan ışınların dünyanın üzerinde.
konfüçyüs: iyiliğe iyilikle, kötülüğe adaletle karşılık verin.
roberto rossellini: ben kötümser değilim. bana göre, var olduğu yerde kötülüğü fark etmek bir çeşit iyimserliktir.
rachel carson: zamanın ancak, şimdiki yüzyıla denk düşen anında bir canlı türü, dünyanın doğasını değiştirme gücünü elde etmiştir.
immanuel kant: insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olurdu.
friedrich engels: başka ülkeler üzerinde baskı kuran hiçbir ülke hür olamaz.
dwight eisenhower: savunma harcamalarında karşılaşılan sorun, dışarıdan korumaya çalıştıklarınızı, içeriden yıkmadan ne kadar ileri gidebileceğinize karar vermektir.
christiaan huygens: evrenin muhteşem büyüklüğü ne kadar olağanüstü ve şaşırtıcı bir düzen içinde! ne kadar çok güneş, ne kadar çok dünya!
dōgen: dünya mı? sardunyanın silkelediği ay ışığı vurmuş damlalar..
akhenaton: doğu ufkundan yükseldiğinde bütün ülkeleri güzelliğinle kapladın. çok uzaklarda da olsan ışınların dünyanın üzerinde.
konfüçyüs: iyiliğe iyilikle, kötülüğe adaletle karşılık verin.
roberto rossellini: ben kötümser değilim. bana göre, var olduğu yerde kötülüğü fark etmek bir çeşit iyimserliktir.
rachel carson: zamanın ancak, şimdiki yüzyıla denk düşen anında bir canlı türü, dünyanın doğasını değiştirme gücünü elde etmiştir.
immanuel kant: insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olurdu.
friedrich engels: başka ülkeler üzerinde baskı kuran hiçbir ülke hür olamaz.
dwight eisenhower: savunma harcamalarında karşılaşılan sorun, dışarıdan korumaya çalıştıklarınızı, içeriden yıkmadan ne kadar ileri gidebileceğinize karar vermektir.
christiaan huygens: evrenin muhteşem büyüklüğü ne kadar olağanüstü ve şaşırtıcı bir düzen içinde! ne kadar çok güneş, ne kadar çok dünya!
dōgen: dünya mı? sardunyanın silkelediği ay ışığı vurmuş damlalar..
siz türkler
safveti ziya
sizi, türkleri, evvela rumlardan, beyoğlu frenklerinden sormaya, öğrenmeye mecbur oluyoruz, onların anlattığı gibi öğreniyoruz. cemiyet içinde genç türkleri görsek, eğitim derecelerini ve yeteneklerini, bilgilerini takdir etsek, türklerin kültür seviyelerinin çok düşük olduğu hakkında doğmuş olan kanaate, emin olunuz ki, bağlanacak çok yabancı bulamazsınız. türk olarak mesela ben yalnız sizi biliyorum. pekâlâ, pek hoş, ilerisiniz, bilgilisiniz, medenisiniz. fakat, fakat sonra sizin gibi yüz tane de rum, ermeni ve levanten tanıyorum. siz, yani türklük, osmanlılık cemiyette yüzde bir nispetinde kalıyorsunuz ve sizin medeni ve kavmi varlığınız hakkında gösterebileceğiniz bir delil -çünkü yalnız sizin varlığınız var- yüz taraftan çürütülüyor.
sizi, türkleri, evvela rumlardan, beyoğlu frenklerinden sormaya, öğrenmeye mecbur oluyoruz, onların anlattığı gibi öğreniyoruz. cemiyet içinde genç türkleri görsek, eğitim derecelerini ve yeteneklerini, bilgilerini takdir etsek, türklerin kültür seviyelerinin çok düşük olduğu hakkında doğmuş olan kanaate, emin olunuz ki, bağlanacak çok yabancı bulamazsınız. türk olarak mesela ben yalnız sizi biliyorum. pekâlâ, pek hoş, ilerisiniz, bilgilisiniz, medenisiniz. fakat, fakat sonra sizin gibi yüz tane de rum, ermeni ve levanten tanıyorum. siz, yani türklük, osmanlılık cemiyette yüzde bir nispetinde kalıyorsunuz ve sizin medeni ve kavmi varlığınız hakkında gösterebileceğiniz bir delil -çünkü yalnız sizin varlığınız var- yüz taraftan çürütülüyor.
22.06.2019
toplumsal bilinçaltı
erich fromm
bilinç alanımız çoğunlukla içinde yaşadığımız toplumun izin verdiği sınırların dışına taşamaz. toplumun koyduğu bu sınırlara uymayan insan deneyimleri bastırılır.
bu yüzden bilincimiz büyük ölçüde kendi toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır; oysa bilinçaltımız her birimizin içindeki evrensel insanı yansıtır.
bilinç alanının genişletilmesi, bilinçliliğin aşılması, toplumsal bilinçaltı alanının aydınlığa çıkarılması insanın tüm insanlığı kendi içinde duymasını sağlayacaktır; insan o zaman hem günahkâr hem ermiş, hem çocuk hem ergin, hem akıllı hem deli, hem geçmişin hem de geleceğin insanı olduğunun farkına varacaktır. insanlığın daha önce geçirdiği tüm evreleri, gelecekte geçireceği her şeyi kendi içinde taşıdığını anlayacaktır.
bilinç alanımız çoğunlukla içinde yaşadığımız toplumun izin verdiği sınırların dışına taşamaz. toplumun koyduğu bu sınırlara uymayan insan deneyimleri bastırılır.
bu yüzden bilincimiz büyük ölçüde kendi toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır; oysa bilinçaltımız her birimizin içindeki evrensel insanı yansıtır.
bilinç alanının genişletilmesi, bilinçliliğin aşılması, toplumsal bilinçaltı alanının aydınlığa çıkarılması insanın tüm insanlığı kendi içinde duymasını sağlayacaktır; insan o zaman hem günahkâr hem ermiş, hem çocuk hem ergin, hem akıllı hem deli, hem geçmişin hem de geleceğin insanı olduğunun farkına varacaktır. insanlığın daha önce geçirdiği tüm evreleri, gelecekte geçireceği her şeyi kendi içinde taşıdığını anlayacaktır.
20.06.2019
duygusal
özdemir asaf
sen ona bir gemisin yönü senin yönündür
bir sancısın geçerken denizlerini özgür
o da bir ada olsun, sana çevrili dursun
dağının dalgalarla, yüzünün rüzgarlarla
bağlandığı kendini sende çözülmüş görür
gemiler göründükçe adalar da düş görür
insanlar nerede olsa bir orayı düşünür
derler adadakiler, şu gemi bir gün gelse
gitsek buradan öte, nereye gideceksek
bilseler gemiler de bir adayı düşünür
19.06.2019
bir yazarın doğuşu
hüseyin rahmi gürpınar
"şık", ilk kez 1889'da basılmıştı. sonra 1919'da, yani tam otuz yıl sonra ikinci kez basılıyor.
okuyucular, bu eski hikâyede şimdiki hüseyin rahmi'nin acemi, zayıf, cılız ama ileride bol meyve vermeye uygun bir fidanını göreceklerdir. bu çelimsiz fidan dayanıklı bir gövde oluncaya kadar, yirmi yıl baskı düzeninin tehlikeli boraları ile hırpalandı. bazen köküne yakın budandı. hayatını, özünü korumak için muhtaç olduğu gıdaları bulamamak tehlikelerine düştü.
bu "şık" romanı matbuat caddesine attığım ilk adımımdır. onun için bunun kendimce heyecanlı bir biyografisi vardır. eserin yazılış tarihi, yayımından iki üç yıl kadar da öncedir. birinci kısmı hemen okulda yazılmıştır. zaten birçok cümlesindeki beceriksizlik, acemilik, adeta çocukluk, bazı fikirlerdeki büyük saflık, okuyanlara bu gerçeği söyler.
şık'ın yazılmış ilk yarısını büyük bir zarfa doldurarak ahmet mithat efendi'ye gönderdim. efendi merhumun eserlerini okurum. en büyük tutkunu, hayranıyım. ama henüz kendisini görüp tanışmak şerefine eremedim. ne mizaç ve ahlakta bir kişidir, onu da bilmem.
eserimi gönderdikten sonra bana müthiş bir pişmanlık geldi. hiç öyle büyük bir adama böyle çocukça, budalaca, saçma yazılar gönderilir mi? eyvah.. ben ne yaptım?
o gece üzüntümden, mahcubiyetimden uyuyamadım. düşündükçe utancımdan terler döküyordum. eserin iyi karşılanacağına binde bir ihtimal vermiyordum.
ertesi gün arkadaşlarımdan biri elinde bir tercüman-ı hakikat gazetesiyle karşıma çıkarak:
"müjde! eserin beğenilmiş. ahmet mithat efendi hazretleri seni matbaaya davet ediyor."
"alay etme, ben zaten utancımdan yerlere geçiyorum."
"vallahi alay değil. işte nah.. al oku."
gazeteyi aldım. birinci sayfanın ortasında, "açık mektup" başlığı altında şu satırları okudum:
"matbaamıza gönderilen 'şık' adlı hikâye gerçekten takdire layık görülmekle yazarı hüseyin rahmi beyefendi'nin lütfen idarehanemize teşrifleri rica olunur."
gözlerime inanamıyordum. o zamanın yazar ve şairlerinin toplandığı tercüman-ı hakikat matbaasından böyle bir davet gelmesi aklımın alacağı mutluluklardan değil. arkadaşlarım beni kutlamaya başladılar. ben hâlâ bu olaya inanamıyor, rüya görüyorum sanıyordum.
bütün beceriksizliğimle ahmet mithat efendi gibi zamanının büyük adamının huzuruna çıkmak da benim için çok önemli bir mesele idi. bütün cesaret ve becerimi toplamaya uğraşarak matbaaya gittim. efendi'nin orada bulunmadığını, kendisiyle galata'daki sıhhiye dairesinde görüşebileceğimi söylediler.
karantina dairesinde büyük bir heyecanla hazretin huzuruna çıktım. gür kaşlı, kara sakallı, iri yarı heybetli bir zat..
beni görünce ilk sorusu şu oldu:
"kimsin sen çocuğum?"
"şık yazarı hüseyin rahmi."
ah, korktuğuma uğradım. efendi'nin yüzünde derhal bir güvensizlik gülümsemesi belirdi. söylediği hiç aklımdan çıkmaz. bana pek alaycı gelen bir sesle:
"oğlum, senin ağzın daha süt kokuyor. bu roman usta işi. senin ne kalemin, ne üslubun, ne tecrüben ve ne de görgün henüz bunu yazmaya müsait değil. bu apaçık görünüyor. sen böyle bir şey tasvirine özenebilirsin ama bu işi yalnız başına başaramazsın. sana bir yardım eden var. baban mıdır? ağabeyin midir? arkadaşın mıdır? o kimdir? söyle."
o yazılarda bana hiç kimsenin bir tek kalem yardımı yoktu. o tarihte yanya'da bulunan babam sait paşa'ya her hafta mektup yazardım. epeyce diller dökerdim. babam mektuplarımı, görüştüğü bazı kimselere okuduktan sonra fotoğrafımı göstererek:
"işte bu satırları yazan bu çocukcağızdır." dermiş.
onlar da mektuplar ile fotoğrafımı karşılaştırdıktan sonra:
"hayır, ihtimali yok. bu çocuk şu sözleri yazamaz. sizi aldatıyor paşa." cevabını verirlermiş.
babam onların bu iddialarına nihayet kanaat getirerek bana şu öğütleri yazmıştı:
"oğlum rahmi, bana yazdığın mektuplarda bir usta kâtip eli var. başkasının yazdığı satırların altına imza koymak münasebetsizliğine alışmanı istemem. cümlelerin hatalı, pürüzlü olsun zararı yok. benim istediğim senin samimi ifadendir."
bu bakımdan zaten yüreğim yaralı. koca ahmet mithat efendi'nin aynı ithamı karşısında küçüldüm. bozuldum. hiçbir söz bulamadım. nihayet gözlerimden dökülen iki damla, hazin bir cevap yerine geçti. bu saf, samimi, masumane ağlayışım efendi'ye dokundu.
hemen:
"ağlama.. ağlama inandım. ama böyle güzel başlayan eserlerin bazen sonu başlangıcına uymayıverir. bunu tamamla. sonra yayımlayalım." dedi.
bin heyecan, üzüntü, umutsuzluk içinde hikâyemi bitirdim. efendi, başlangıcı kadar sonunu da beğendi. artık haftada birkaç defa karantinahaneye devamla fıkralar, makaleler de yazmaya başladım. beni ne kadar takdir ettiğini göstermek için beni manevi evlat edindiğini gazetesinde duyurdu.
basın pazarına dökülen isimlerin o üzüntülü, bilinmezlik ve takdirsizlik devresi olan çetin günleri gördüm. "şık", gazetede tefrika edildi. efendi'nin pohpohları ile birden tanındım. yazdıklarım takdir buldu.
o zamandan beri hiç okumamış olduğum bu hikâyenin sayfalarını otuz yıl sonra şimdi gözden geçirirken uzak, biraz paslı, dumanlı ama sisli bir doğuş gibi aydınlanmış, şen, mutlu, kaygısız bir mazi aynasında gençliğimi görüyorum. ne safça satırlar, ne ilkel hikmetler, ne çocukça tuhaflıklar, ne basit tasvirler..
eserin çocukluk neşesini bozmamak için cümleleri, bütün saflıkları, gereksiz kelimeleri, bazen altı üstünü tutmayan sözleri ve kabalıkları bırakıyorum.
o zaman bu hikâyenin gördüğü ilgiye şaşırmış, sebebini efendi'den sormuş ve şu cevabı almıştım:
"oğlum, senin kafandan daha çok şeyler doğacak gibi görünüyor. eserin en büyük fazileti, okuyanları kahkahalarla güldürmesidir."
meşhur moliere, "sahte hekim" adlı piyesini genç yaşında yazmış. bir fransız eleştirmen bu eser hakkında düşüncesini söylerken, "işte bu sahte hekim, hastalık hastası'nın taslağıdır." diyor. bu "şık" hikâyesindeki şatırzade şöhret bey de kendisinden on yedi yıl sonra doğan "şıpsevdi" kahramanı meftun bey'in çekirdeğidir.
şimdiki ihtiyar ben; genç, toy, acemi hüseyin rahmi'nin ne kadar kusurlarını görüyorum. emin olunuz zamandan büyük öğretmen, gerçekleri anlamakta ondan daha muktedir bir profesör yoktur. yaşayan görüyor ve öğreniyor.
"şık", ilk kez 1889'da basılmıştı. sonra 1919'da, yani tam otuz yıl sonra ikinci kez basılıyor.
okuyucular, bu eski hikâyede şimdiki hüseyin rahmi'nin acemi, zayıf, cılız ama ileride bol meyve vermeye uygun bir fidanını göreceklerdir. bu çelimsiz fidan dayanıklı bir gövde oluncaya kadar, yirmi yıl baskı düzeninin tehlikeli boraları ile hırpalandı. bazen köküne yakın budandı. hayatını, özünü korumak için muhtaç olduğu gıdaları bulamamak tehlikelerine düştü.
bu "şık" romanı matbuat caddesine attığım ilk adımımdır. onun için bunun kendimce heyecanlı bir biyografisi vardır. eserin yazılış tarihi, yayımından iki üç yıl kadar da öncedir. birinci kısmı hemen okulda yazılmıştır. zaten birçok cümlesindeki beceriksizlik, acemilik, adeta çocukluk, bazı fikirlerdeki büyük saflık, okuyanlara bu gerçeği söyler.
şık'ın yazılmış ilk yarısını büyük bir zarfa doldurarak ahmet mithat efendi'ye gönderdim. efendi merhumun eserlerini okurum. en büyük tutkunu, hayranıyım. ama henüz kendisini görüp tanışmak şerefine eremedim. ne mizaç ve ahlakta bir kişidir, onu da bilmem.
eserimi gönderdikten sonra bana müthiş bir pişmanlık geldi. hiç öyle büyük bir adama böyle çocukça, budalaca, saçma yazılar gönderilir mi? eyvah.. ben ne yaptım?
o gece üzüntümden, mahcubiyetimden uyuyamadım. düşündükçe utancımdan terler döküyordum. eserin iyi karşılanacağına binde bir ihtimal vermiyordum.
ertesi gün arkadaşlarımdan biri elinde bir tercüman-ı hakikat gazetesiyle karşıma çıkarak:
"müjde! eserin beğenilmiş. ahmet mithat efendi hazretleri seni matbaaya davet ediyor."
"alay etme, ben zaten utancımdan yerlere geçiyorum."
"vallahi alay değil. işte nah.. al oku."
gazeteyi aldım. birinci sayfanın ortasında, "açık mektup" başlığı altında şu satırları okudum:
"matbaamıza gönderilen 'şık' adlı hikâye gerçekten takdire layık görülmekle yazarı hüseyin rahmi beyefendi'nin lütfen idarehanemize teşrifleri rica olunur."
gözlerime inanamıyordum. o zamanın yazar ve şairlerinin toplandığı tercüman-ı hakikat matbaasından böyle bir davet gelmesi aklımın alacağı mutluluklardan değil. arkadaşlarım beni kutlamaya başladılar. ben hâlâ bu olaya inanamıyor, rüya görüyorum sanıyordum.
bütün beceriksizliğimle ahmet mithat efendi gibi zamanının büyük adamının huzuruna çıkmak da benim için çok önemli bir mesele idi. bütün cesaret ve becerimi toplamaya uğraşarak matbaaya gittim. efendi'nin orada bulunmadığını, kendisiyle galata'daki sıhhiye dairesinde görüşebileceğimi söylediler.
karantina dairesinde büyük bir heyecanla hazretin huzuruna çıktım. gür kaşlı, kara sakallı, iri yarı heybetli bir zat..
beni görünce ilk sorusu şu oldu:
"kimsin sen çocuğum?"
"şık yazarı hüseyin rahmi."
ah, korktuğuma uğradım. efendi'nin yüzünde derhal bir güvensizlik gülümsemesi belirdi. söylediği hiç aklımdan çıkmaz. bana pek alaycı gelen bir sesle:
"oğlum, senin ağzın daha süt kokuyor. bu roman usta işi. senin ne kalemin, ne üslubun, ne tecrüben ve ne de görgün henüz bunu yazmaya müsait değil. bu apaçık görünüyor. sen böyle bir şey tasvirine özenebilirsin ama bu işi yalnız başına başaramazsın. sana bir yardım eden var. baban mıdır? ağabeyin midir? arkadaşın mıdır? o kimdir? söyle."
o yazılarda bana hiç kimsenin bir tek kalem yardımı yoktu. o tarihte yanya'da bulunan babam sait paşa'ya her hafta mektup yazardım. epeyce diller dökerdim. babam mektuplarımı, görüştüğü bazı kimselere okuduktan sonra fotoğrafımı göstererek:
"işte bu satırları yazan bu çocukcağızdır." dermiş.
onlar da mektuplar ile fotoğrafımı karşılaştırdıktan sonra:
"hayır, ihtimali yok. bu çocuk şu sözleri yazamaz. sizi aldatıyor paşa." cevabını verirlermiş.
babam onların bu iddialarına nihayet kanaat getirerek bana şu öğütleri yazmıştı:
"oğlum rahmi, bana yazdığın mektuplarda bir usta kâtip eli var. başkasının yazdığı satırların altına imza koymak münasebetsizliğine alışmanı istemem. cümlelerin hatalı, pürüzlü olsun zararı yok. benim istediğim senin samimi ifadendir."
bu bakımdan zaten yüreğim yaralı. koca ahmet mithat efendi'nin aynı ithamı karşısında küçüldüm. bozuldum. hiçbir söz bulamadım. nihayet gözlerimden dökülen iki damla, hazin bir cevap yerine geçti. bu saf, samimi, masumane ağlayışım efendi'ye dokundu.
hemen:
"ağlama.. ağlama inandım. ama böyle güzel başlayan eserlerin bazen sonu başlangıcına uymayıverir. bunu tamamla. sonra yayımlayalım." dedi.
bin heyecan, üzüntü, umutsuzluk içinde hikâyemi bitirdim. efendi, başlangıcı kadar sonunu da beğendi. artık haftada birkaç defa karantinahaneye devamla fıkralar, makaleler de yazmaya başladım. beni ne kadar takdir ettiğini göstermek için beni manevi evlat edindiğini gazetesinde duyurdu.
basın pazarına dökülen isimlerin o üzüntülü, bilinmezlik ve takdirsizlik devresi olan çetin günleri gördüm. "şık", gazetede tefrika edildi. efendi'nin pohpohları ile birden tanındım. yazdıklarım takdir buldu.
o zamandan beri hiç okumamış olduğum bu hikâyenin sayfalarını otuz yıl sonra şimdi gözden geçirirken uzak, biraz paslı, dumanlı ama sisli bir doğuş gibi aydınlanmış, şen, mutlu, kaygısız bir mazi aynasında gençliğimi görüyorum. ne safça satırlar, ne ilkel hikmetler, ne çocukça tuhaflıklar, ne basit tasvirler..
eserin çocukluk neşesini bozmamak için cümleleri, bütün saflıkları, gereksiz kelimeleri, bazen altı üstünü tutmayan sözleri ve kabalıkları bırakıyorum.
o zaman bu hikâyenin gördüğü ilgiye şaşırmış, sebebini efendi'den sormuş ve şu cevabı almıştım:
"oğlum, senin kafandan daha çok şeyler doğacak gibi görünüyor. eserin en büyük fazileti, okuyanları kahkahalarla güldürmesidir."
meşhur moliere, "sahte hekim" adlı piyesini genç yaşında yazmış. bir fransız eleştirmen bu eser hakkında düşüncesini söylerken, "işte bu sahte hekim, hastalık hastası'nın taslağıdır." diyor. bu "şık" hikâyesindeki şatırzade şöhret bey de kendisinden on yedi yıl sonra doğan "şıpsevdi" kahramanı meftun bey'in çekirdeğidir.
şimdiki ihtiyar ben; genç, toy, acemi hüseyin rahmi'nin ne kadar kusurlarını görüyorum. emin olunuz zamandan büyük öğretmen, gerçekleri anlamakta ondan daha muktedir bir profesör yoktur. yaşayan görüyor ve öğreniyor.
genç kız kalbi
mehmet rauf
bir erkeğin güzelliği zekâsından ibarettir.
geçmişe gıpta, onunla iftihar, bugün iftihar edecek şeyi olmayanlara mahsustur. buna ise ilerleme değil gerileme derler. büyük milletler ise yalnız ilerleme gösterenlerdir.
hatta bizimki gerileme bile değil. gerileme için mevcut bir şey olmalı ki onu da kaybetmeli. bizde ise önceden beri gafletten, cehaletten başka bir şey yoktu. halimiz bence bugün ancak yeis ve kederle ifade olunabilir. hiçbir işe yaramayacağımızı, hiçbir şey yapamayacağımızı anlamaktan dolayı bir yeis ve keder..
işte böyle kadere bağladığımız bu sefalet içinde acizlik ve ıstırapla sürünüyorken buna nazaran önemsiz, görünürdeki sefaletlere karşı duygusuz kalamayan bütün millet, samimi hayatını harap eden bir yaraya karşı tevekkül ve ihtiyat içinde sükut ediyor.
medeniyet yıkmak değil yapmaktır ve insanlığı aydınlatacak önemli bir keşifte bulunan bir milleti yüz büyük savaş kazanmış bir millete bin kere tercih ederim.
kadınlık kutsal ve kıymetlidir; çünkü evvela hayatı, sonra da saadeti kendilerine borçluyuz.
evlilik yapılırken soruşturulan şey yalnız mevki, yalnız servet ve yalnız namus meselesidir. ahlak ve tavır, eğilimler ve fikirler bizim için o kadar önemsiz şeylerdir ki bahse bile layık görülmez. düşünmezler ki hayat yalnız bunlardan oluşmuş ve yalnız bunlardan ibarettir.
bazen düşünüyorum da dünyaya gelmek bir afetken, sonra bu memlekette, üstelik kadın olarak doğmanın dayanılmaz azabına nasıl tahammül ettiğime hayret ediyorum.
bizim milletin büyük bir gelecek sahibi olması için yegane eksiğimiz, toplumsal hayatımızın olmaması, kadınsızlıktan, kadınları erkeklerden uzak bulundurmamızdır.
ah bu aşk.. yarabbim, bütün bu kâinatı, bütün varlıkları yarattın, pek, pek büyük bir harikadır. fakat yalnız aşkı yaratmak onların hepsinden büyük, hepsinden mukaddes bir şeydir.
fakat yaşamak için hayat lazımdır, hayal değil.
bir erkeğin güzelliği zekâsından ibarettir.
geçmişe gıpta, onunla iftihar, bugün iftihar edecek şeyi olmayanlara mahsustur. buna ise ilerleme değil gerileme derler. büyük milletler ise yalnız ilerleme gösterenlerdir.
hatta bizimki gerileme bile değil. gerileme için mevcut bir şey olmalı ki onu da kaybetmeli. bizde ise önceden beri gafletten, cehaletten başka bir şey yoktu. halimiz bence bugün ancak yeis ve kederle ifade olunabilir. hiçbir işe yaramayacağımızı, hiçbir şey yapamayacağımızı anlamaktan dolayı bir yeis ve keder..
işte böyle kadere bağladığımız bu sefalet içinde acizlik ve ıstırapla sürünüyorken buna nazaran önemsiz, görünürdeki sefaletlere karşı duygusuz kalamayan bütün millet, samimi hayatını harap eden bir yaraya karşı tevekkül ve ihtiyat içinde sükut ediyor.
medeniyet yıkmak değil yapmaktır ve insanlığı aydınlatacak önemli bir keşifte bulunan bir milleti yüz büyük savaş kazanmış bir millete bin kere tercih ederim.
kadınlık kutsal ve kıymetlidir; çünkü evvela hayatı, sonra da saadeti kendilerine borçluyuz.
evlilik yapılırken soruşturulan şey yalnız mevki, yalnız servet ve yalnız namus meselesidir. ahlak ve tavır, eğilimler ve fikirler bizim için o kadar önemsiz şeylerdir ki bahse bile layık görülmez. düşünmezler ki hayat yalnız bunlardan oluşmuş ve yalnız bunlardan ibarettir.
bazen düşünüyorum da dünyaya gelmek bir afetken, sonra bu memlekette, üstelik kadın olarak doğmanın dayanılmaz azabına nasıl tahammül ettiğime hayret ediyorum.
bizim milletin büyük bir gelecek sahibi olması için yegane eksiğimiz, toplumsal hayatımızın olmaması, kadınsızlıktan, kadınları erkeklerden uzak bulundurmamızdır.
ah bu aşk.. yarabbim, bütün bu kâinatı, bütün varlıkları yarattın, pek, pek büyük bir harikadır. fakat yalnız aşkı yaratmak onların hepsinden büyük, hepsinden mukaddes bir şeydir.
fakat yaşamak için hayat lazımdır, hayal değil.
18.06.2019
yitirilen
sadık hidayet
bana göre değil bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü için; onlar için kurulmuş bu dünya. yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmayı bilenler için.
artık ne arzum kaldı ne de kinim. içimdeki insanı yitirdim. kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. hayatta insan ya melek olmalı ya doğru dürüst insan ya da hayvan. ben onlardan hiçbiri olmadım. hayatım ebediyen kayboldu. ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmişim. şimdi artık geri dönüp başka bir yolu seçmem imkansız. bundan böyle bu anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. sizler gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola ne de sağa gitmek istiyorum. gözlerimi geleceğe kapayıp geçmişi unutmak istiyorum.
hiç kimse anlayamaz. hiç kimse anlamayacak.
bana göre değil bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü için; onlar için kurulmuş bu dünya. yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmayı bilenler için.
artık ne arzum kaldı ne de kinim. içimdeki insanı yitirdim. kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. hayatta insan ya melek olmalı ya doğru dürüst insan ya da hayvan. ben onlardan hiçbiri olmadım. hayatım ebediyen kayboldu. ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmişim. şimdi artık geri dönüp başka bir yolu seçmem imkansız. bundan böyle bu anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. sizler gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola ne de sağa gitmek istiyorum. gözlerimi geleceğe kapayıp geçmişi unutmak istiyorum.
hiç kimse anlayamaz. hiç kimse anlamayacak.
17.06.2019
falaka
ahmet rasim
"hocaya hürmet etmeyen zelil olur." sözü, tahsil ve terbiyenin en ürkütücü ilk maddesidir. bence bu madde herhangi bir diyarda uygulanamazsa orada ilerleme fikri uyanamaz.
oyunsuz çocuk, karnına dokundukça "viyk, viyk" eden kukla bebeklerden başka bir şey değildir.
canım çocukluk! en uslu hali bile sessiz, rahat rahat otururken -her nedense- fingirdemeye denktir. o bile başıboşluğa vurgundur. ister ki kimseler oyununa karışmasın, kimseler düşüncelerine engel olmasın. ötüşsün, bağırsın, çağırsın, kimse "yapma, etme" demesin, herkes nazını çeksin. uyuyacaksa ona ninni söylensin. yesin, içsin, gezsin, vursun, kırsın, binsin, sallansın! despotluğun nasıl olduğunu anlamak isterseniz haşarı bir çocuğu dikkatlice seyredin.
"dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz."
.. bu defa ise tam ilahicilerin arkasında yerimi almıştım. elbette beni de yanlışlıkla onlardan zannedecek biri çıkardı! şimdi bile siyaset, prensip hengâmelerinde görmüyor muyuz? inkılap kafilesinin başını çekenlerin ardınca yürüdüğünü gördüğümüz kimleri kim zannediyorduk da onlara ne payeler veriyorduk? çocukluk deyip geçmeyin. büyüklük, onun fotoğraf agrandismanlarını (büyütülmüş halini) andıran bir örneğidir.
ya rab bu aferin ne tükenmez bir hazinedir!
benim ruhumda ve vicdanımda bütün kuvvetimle kazandığım bir his vardır. "hoca korkusu" denilen o eli sopalı manevi haydutluk, darüşşafaka'da büyük bir düzelme ve dönüşüme uğrayarak hâlâ hocalarım hakkında ayrı ayrı, derin bir "hürmet", birer "saygı" ve her zaman için değişmez birer "sevgi" uyandırmaktadır.
bir zamanlar herhangi bir mektebin önünden geçenlerle bizleri sokaklarda görenler "bu türk mektebidir." derdi; çünkü mektebin gürültüsü yüz iki yüz adımdan işitilir; birbirimizi kovalamak, dövüşmek, kafa göz yarmak, türlü türlü küfürler savurmakla meşgul olduğumuz görülürdü. fakat zamanımızda bunlar yok gibidir. içli dışlı temizlik ve terbiye ile büyük bir disiplinin belirtileri, izleri vardır. umuyoruz ki bu tarz, günden güne artıp gelişsin.
"hocaya hürmet etmeyen zelil olur." sözü, tahsil ve terbiyenin en ürkütücü ilk maddesidir. bence bu madde herhangi bir diyarda uygulanamazsa orada ilerleme fikri uyanamaz.
oyunsuz çocuk, karnına dokundukça "viyk, viyk" eden kukla bebeklerden başka bir şey değildir.
canım çocukluk! en uslu hali bile sessiz, rahat rahat otururken -her nedense- fingirdemeye denktir. o bile başıboşluğa vurgundur. ister ki kimseler oyununa karışmasın, kimseler düşüncelerine engel olmasın. ötüşsün, bağırsın, çağırsın, kimse "yapma, etme" demesin, herkes nazını çeksin. uyuyacaksa ona ninni söylensin. yesin, içsin, gezsin, vursun, kırsın, binsin, sallansın! despotluğun nasıl olduğunu anlamak isterseniz haşarı bir çocuğu dikkatlice seyredin.
"dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz."
.. bu defa ise tam ilahicilerin arkasında yerimi almıştım. elbette beni de yanlışlıkla onlardan zannedecek biri çıkardı! şimdi bile siyaset, prensip hengâmelerinde görmüyor muyuz? inkılap kafilesinin başını çekenlerin ardınca yürüdüğünü gördüğümüz kimleri kim zannediyorduk da onlara ne payeler veriyorduk? çocukluk deyip geçmeyin. büyüklük, onun fotoğraf agrandismanlarını (büyütülmüş halini) andıran bir örneğidir.
ya rab bu aferin ne tükenmez bir hazinedir!
benim ruhumda ve vicdanımda bütün kuvvetimle kazandığım bir his vardır. "hoca korkusu" denilen o eli sopalı manevi haydutluk, darüşşafaka'da büyük bir düzelme ve dönüşüme uğrayarak hâlâ hocalarım hakkında ayrı ayrı, derin bir "hürmet", birer "saygı" ve her zaman için değişmez birer "sevgi" uyandırmaktadır.
bir zamanlar herhangi bir mektebin önünden geçenlerle bizleri sokaklarda görenler "bu türk mektebidir." derdi; çünkü mektebin gürültüsü yüz iki yüz adımdan işitilir; birbirimizi kovalamak, dövüşmek, kafa göz yarmak, türlü türlü küfürler savurmakla meşgul olduğumuz görülürdü. fakat zamanımızda bunlar yok gibidir. içli dışlı temizlik ve terbiye ile büyük bir disiplinin belirtileri, izleri vardır. umuyoruz ki bu tarz, günden güne artıp gelişsin.
16.06.2019
toplumsal böcekler
richard dawkins
toplumsal böcekler, yerleşik besin yetiştirmenin avlanmaktan ve yiyecek toplamaktan daha verimli olduğuna insandan çok önce öğrendiler. örneğin yeni dünya'daki birçok karınca türü ve bunlardan bağımsız olarak afrika'daki termitler, mantar bahçeleri ekerler. en iyi bilinenleri güney afrika'daki şemsiyeli karıncalardır. son derece başarılıdırlar.
iki milyondan fazla birey içeren koloniler bulunmuştur. yuvaları, geniş bir alana yayılmış, 3 metreden daha derine inen bir galeriler ve tüneller ağından oluşur. yuvanın kazılması sırasında 40 ton kadar toprak çıkarılır. mantar bahçeleri bu yeraltı odacıklarındadır. karıncalar belirli bir mantar türünü, yaprakları parçalar halinde çiğneyerek hazırladıkları özel yataklara bilerek ekerler. işçiler doğrudan yiyecek toplamak yerine bu yatakları yapmak için yaprak toplarlar. şemsiyeli karıncalar kolonisinin bu yaprak iştahı devasa boyutlardadır ve karıncaları ana ekonomik zararlılardan biri durumuna düşürür. ancak yaprakları kendileri için değil, mantarları için yiyecek olarak kullanırlar. karıncalar mantarların hasadını yapar, yerler ve yavrularına yiyecek olarak verirler. mantarlar, yaprakları karıncaların midesinden daha iyi parçalar ve karıncalar böylece bu düzenlemeden yarar sağlarlar. hasat edilmelerine rağmen, muhtemelen mantarlar da bu durumdan yararlanırlar. karıncalar, mantarların kendi spor dağıtma mekanizmalarından daha verimli biçimde çoğalmasını sağlar. bunun da ötesinde, karıncalar mantar bahçelerini ayıklayarak yabancı mantar türlerini uzak tutarlar. rekabetin kaldırılmasından karıncaların yetiştirdiği mantarlar yararlanacaktır. mantarlar ve karıncalar arasında bir çeşit karşılıklı özveri ilişkisi olduğu söylenebilir. karıncalarla hiçbir ilişkisi olmayan termitlerde de çok benzer bir mantar ekim sisteminin evrimleşmesi oldukça şaşırtıcıdır.
karıncaların ekinlerinin yanı sıra kendi evcil hayvanları da var. yaprak bitleri ve benzeri böcekler bitkilerin özsularını emme konusunda hayli uzmanlaşmışlardır. bitkinin damarından özünü, sindireceğinden daha hızlı emerler. sonunda da içerdiği besinin yalnız bir kısmı özümlenmiş bir sıvı salgılarlar. şekerce zengin "balsu" damlaları, böceklerin gerilerinden hızla, bazı durumlarda saat başına böceğin ağırlığını geçen bir hızla boşaltılır. bu balsu normalde toprağa damlar (bu, tevratta "manna" olarak bilinen allahın lütfu ruhani besin olabilir pekala).
ancak böcekten çıkar çıkmaz birçok karınca türü balsuyunu kapar. karıncalar, yaprak bitlerinin gerilerini dokungaçları ve bacakları ile sıvazlayarak sağarlar. yaprak bitleri de buna yanıt verirler. bazen bir karınca gelip onları sıvazlayana dek damlacıklarını tutarlar ve hatta damlayı alacak bir karınca yoksa damlayı geri bile çekerler. bazı yaprak bitlerinin, karıncaları daha iyi çekebilmek için karınca suratına benzeyen bir vücut gerisi evrimleştirdikleri öne sürülmüştür. bu ilişki, yaprak bitlerinin doğal düşmanlarından korunmasını sağlıyor. bizim süt ineklerimiz gibi korunmalı bir yaşam sürdürüyorlar ve karıncalar tarafından fazlaca bakım gösterilen yaprak biti türleri savunma mekanizmalarını kaybediyorlar. bazı durumlarda karıncalar yaprak biti yumurtalarına toprak altındaki kendi yuvalarında bakar, yavru yaprak bitlerini besler, büyüdüklerinde de yukarıya, korunmalı otlaklarına taşırlar.
toplumsal böcekler, yerleşik besin yetiştirmenin avlanmaktan ve yiyecek toplamaktan daha verimli olduğuna insandan çok önce öğrendiler. örneğin yeni dünya'daki birçok karınca türü ve bunlardan bağımsız olarak afrika'daki termitler, mantar bahçeleri ekerler. en iyi bilinenleri güney afrika'daki şemsiyeli karıncalardır. son derece başarılıdırlar.
iki milyondan fazla birey içeren koloniler bulunmuştur. yuvaları, geniş bir alana yayılmış, 3 metreden daha derine inen bir galeriler ve tüneller ağından oluşur. yuvanın kazılması sırasında 40 ton kadar toprak çıkarılır. mantar bahçeleri bu yeraltı odacıklarındadır. karıncalar belirli bir mantar türünü, yaprakları parçalar halinde çiğneyerek hazırladıkları özel yataklara bilerek ekerler. işçiler doğrudan yiyecek toplamak yerine bu yatakları yapmak için yaprak toplarlar. şemsiyeli karıncalar kolonisinin bu yaprak iştahı devasa boyutlardadır ve karıncaları ana ekonomik zararlılardan biri durumuna düşürür. ancak yaprakları kendileri için değil, mantarları için yiyecek olarak kullanırlar. karıncalar mantarların hasadını yapar, yerler ve yavrularına yiyecek olarak verirler. mantarlar, yaprakları karıncaların midesinden daha iyi parçalar ve karıncalar böylece bu düzenlemeden yarar sağlarlar. hasat edilmelerine rağmen, muhtemelen mantarlar da bu durumdan yararlanırlar. karıncalar, mantarların kendi spor dağıtma mekanizmalarından daha verimli biçimde çoğalmasını sağlar. bunun da ötesinde, karıncalar mantar bahçelerini ayıklayarak yabancı mantar türlerini uzak tutarlar. rekabetin kaldırılmasından karıncaların yetiştirdiği mantarlar yararlanacaktır. mantarlar ve karıncalar arasında bir çeşit karşılıklı özveri ilişkisi olduğu söylenebilir. karıncalarla hiçbir ilişkisi olmayan termitlerde de çok benzer bir mantar ekim sisteminin evrimleşmesi oldukça şaşırtıcıdır.
karıncaların ekinlerinin yanı sıra kendi evcil hayvanları da var. yaprak bitleri ve benzeri böcekler bitkilerin özsularını emme konusunda hayli uzmanlaşmışlardır. bitkinin damarından özünü, sindireceğinden daha hızlı emerler. sonunda da içerdiği besinin yalnız bir kısmı özümlenmiş bir sıvı salgılarlar. şekerce zengin "balsu" damlaları, böceklerin gerilerinden hızla, bazı durumlarda saat başına böceğin ağırlığını geçen bir hızla boşaltılır. bu balsu normalde toprağa damlar (bu, tevratta "manna" olarak bilinen allahın lütfu ruhani besin olabilir pekala).
ancak böcekten çıkar çıkmaz birçok karınca türü balsuyunu kapar. karıncalar, yaprak bitlerinin gerilerini dokungaçları ve bacakları ile sıvazlayarak sağarlar. yaprak bitleri de buna yanıt verirler. bazen bir karınca gelip onları sıvazlayana dek damlacıklarını tutarlar ve hatta damlayı alacak bir karınca yoksa damlayı geri bile çekerler. bazı yaprak bitlerinin, karıncaları daha iyi çekebilmek için karınca suratına benzeyen bir vücut gerisi evrimleştirdikleri öne sürülmüştür. bu ilişki, yaprak bitlerinin doğal düşmanlarından korunmasını sağlıyor. bizim süt ineklerimiz gibi korunmalı bir yaşam sürdürüyorlar ve karıncalar tarafından fazlaca bakım gösterilen yaprak biti türleri savunma mekanizmalarını kaybediyorlar. bazı durumlarda karıncalar yaprak biti yumurtalarına toprak altındaki kendi yuvalarında bakar, yavru yaprak bitlerini besler, büyüdüklerinde de yukarıya, korunmalı otlaklarına taşırlar.
15.06.2019
şık
hüseyin rahmi gürpınar
siz yaşamayı ne sanıyorsunuz? istanbul'un bir köşesine tıkıl. memuriyete mi? zanaata mı? her nereye devam ediyor isen sabah git, akşam gel. kazandığın parayı evinde her kimin varsa onlarla ye. her günün, her saatin birbirinin aynı olsun. sonra bu hale yaşamak adını ver.
fransızların bir sözü vardır: "eğer meşhur olmak istersen herkesten başka türlü yaşa." derler.
bir tabiat sahibi erkek nasıl bıyıklı bir kadından hoşlanmaz ise tabiat sahibi bir kadın da düzgünle [fondöten], rastıkla erkek güzelliğini değiştirmeye çalışan bir yaratıktan hoşlanmaz.
moda denilen şeyin bütün yeryüzünde tek akademisi paris'tir.
bu moda ne kadar acayip bir âdettir! kendini ona uyduran kadınların ekserisi güzel olmaktan çok çirkin oluyorlar. iki kadına yaraşırsa sekseni sevimsiz, siması garip bir şekil alıyor.
daima yanında silah bulundurmak cesarete yegâne alamet sayılmaz. bazı kimseler vardır ki silahsız adım atmadıkları halde ufacık bir patırtı oldu mu kendilerine daima bir yük olarak taşıdıkları silahlarını kullanabilmeleri şöyle dursun, o aralık ortadan kaybolmak için herkesten önce sokulacak bir delik aramak kaydına düşerler. cesaret erbabı, yanlarında silah bulunmadığı zaman bile gerekirse ateşe saldırırlar.
her nerede bir olay olsa oraya toplanan halk arasında derhal o olaya dair beş on türlü yanlış rivayetler peyda olur. buna sebep ise herkesin vakanın nereden çıktığına dair işitebildiği sözleri güzelce dallandırıp budaklandırarak dilinin döndüğü kadar ötekilere satmasıdır.
"sanma o mestane nigâhı aşktandır
inan vallahi ki açlıktandır"
eğer yaşamak hususunda kimseye benzemek istemiyorsanız emin olunuz ki bu hikmetin amili olarak dünyada don kişot'tan başka kendinize bir eş daha bulamazsınız.
çirkin şeylerin taklidi de icrası da kolaydır. asıl güçlük iyi ve güzeli taklit edebilmektir.
hayal ne kadar hayal olsa yine az çok hakikatten doğar. hakikati hayalden, hayali hakikatten ayırmak kudretini kazanmak pek çok derin ve ince denemelere bağlıdır. hakikate benzer çok hayaller, hayale benzer çok hakikatler bulunduğunu hiçbir zaman muhakemeden uzak tutmamalıdır.
siz yaşamayı ne sanıyorsunuz? istanbul'un bir köşesine tıkıl. memuriyete mi? zanaata mı? her nereye devam ediyor isen sabah git, akşam gel. kazandığın parayı evinde her kimin varsa onlarla ye. her günün, her saatin birbirinin aynı olsun. sonra bu hale yaşamak adını ver.
fransızların bir sözü vardır: "eğer meşhur olmak istersen herkesten başka türlü yaşa." derler.
bir tabiat sahibi erkek nasıl bıyıklı bir kadından hoşlanmaz ise tabiat sahibi bir kadın da düzgünle [fondöten], rastıkla erkek güzelliğini değiştirmeye çalışan bir yaratıktan hoşlanmaz.
moda denilen şeyin bütün yeryüzünde tek akademisi paris'tir.
bu moda ne kadar acayip bir âdettir! kendini ona uyduran kadınların ekserisi güzel olmaktan çok çirkin oluyorlar. iki kadına yaraşırsa sekseni sevimsiz, siması garip bir şekil alıyor.
daima yanında silah bulundurmak cesarete yegâne alamet sayılmaz. bazı kimseler vardır ki silahsız adım atmadıkları halde ufacık bir patırtı oldu mu kendilerine daima bir yük olarak taşıdıkları silahlarını kullanabilmeleri şöyle dursun, o aralık ortadan kaybolmak için herkesten önce sokulacak bir delik aramak kaydına düşerler. cesaret erbabı, yanlarında silah bulunmadığı zaman bile gerekirse ateşe saldırırlar.
her nerede bir olay olsa oraya toplanan halk arasında derhal o olaya dair beş on türlü yanlış rivayetler peyda olur. buna sebep ise herkesin vakanın nereden çıktığına dair işitebildiği sözleri güzelce dallandırıp budaklandırarak dilinin döndüğü kadar ötekilere satmasıdır.
"sanma o mestane nigâhı aşktandır
inan vallahi ki açlıktandır"
eğer yaşamak hususunda kimseye benzemek istemiyorsanız emin olunuz ki bu hikmetin amili olarak dünyada don kişot'tan başka kendinize bir eş daha bulamazsınız.
çirkin şeylerin taklidi de icrası da kolaydır. asıl güçlük iyi ve güzeli taklit edebilmektir.
hayal ne kadar hayal olsa yine az çok hakikatten doğar. hakikati hayalden, hayali hakikatten ayırmak kudretini kazanmak pek çok derin ve ince denemelere bağlıdır. hakikate benzer çok hayaller, hayale benzer çok hakikatler bulunduğunu hiçbir zaman muhakemeden uzak tutmamalıdır.
14.06.2019
hiroşima
stephane audeguy
"havada bulutlar oluştuğunu ve üzerimize doğduğunu gördüğümüz her şey, bulutların içinde şekillenen her şey, kar, rüzgar, dolu, buz, akarsu yollarını kaskatı hale getirecek ve ırmakların akışını yer yer yavaşlatacak ya da durduracak kadar şiddetli don, sonuçta bunların hepsi kolayca açıklanabilir; sen atomların özelliklerini bildiğin andan itibaren, aklın bunların nedenlerini anlamakta ve gizlerine nüfuz etmekte hiç zorluk çekmeyecektir." (lucretius)
batı uygarlığındaki gelişmeler insanları gökyüzünü seyretmekten daha da uzaklaştırdı: dünyanın bu bölgelerinde insanlar ne giyeceklerini öğrenmek için radyo ya da televizyonlarına başvuruyorlar. bu insanlar çok nadir durumlarda bulutların mutlak güzelliğinden etkilenir. mesela gökyüzü maviyken, bir piknik sonrası bir parkın çimenlerine uzandıklarında; sırtüstü yatmışlardır; bulutların geçişini seyreder ve yediklerini sindirirken kısa bir süre için onlara hayran kalırlar. hiçbir şey düşünmezler. ve ille haksız da değildirler. her düşünce içinde salaklığa benzer bir şeyler, dolayısıyla da bulutları anlama arzusunu barındırır.
hiroşima'yı unutmak için delirmek lazımdır ama orada hayatta kalmanın tek yolu da budur.
"havada bulutlar oluştuğunu ve üzerimize doğduğunu gördüğümüz her şey, bulutların içinde şekillenen her şey, kar, rüzgar, dolu, buz, akarsu yollarını kaskatı hale getirecek ve ırmakların akışını yer yer yavaşlatacak ya da durduracak kadar şiddetli don, sonuçta bunların hepsi kolayca açıklanabilir; sen atomların özelliklerini bildiğin andan itibaren, aklın bunların nedenlerini anlamakta ve gizlerine nüfuz etmekte hiç zorluk çekmeyecektir." (lucretius)
batı uygarlığındaki gelişmeler insanları gökyüzünü seyretmekten daha da uzaklaştırdı: dünyanın bu bölgelerinde insanlar ne giyeceklerini öğrenmek için radyo ya da televizyonlarına başvuruyorlar. bu insanlar çok nadir durumlarda bulutların mutlak güzelliğinden etkilenir. mesela gökyüzü maviyken, bir piknik sonrası bir parkın çimenlerine uzandıklarında; sırtüstü yatmışlardır; bulutların geçişini seyreder ve yediklerini sindirirken kısa bir süre için onlara hayran kalırlar. hiçbir şey düşünmezler. ve ille haksız da değildirler. her düşünce içinde salaklığa benzer bir şeyler, dolayısıyla da bulutları anlama arzusunu barındırır.
hiroşima'yı unutmak için delirmek lazımdır ama orada hayatta kalmanın tek yolu da budur.
13.06.2019
kuyruklu yıldız altında bir izdivaç
hüseyin rahmi gürpınar
insan tabiatında yasak olan şeye karşı sakınmaktan çok yönelmeye yatkınlık vardır.
dünyada saadet denilen şey tamamıyla kuruntuya dayanan bir söz değilse işte onun en belirgin şekli mutlaka bağdaşması mümkün iki ruhun birleşmesinde vücut bulan haldir.
bir kadın ne kadar güzel olursa olsun onun sahibi olan erkek, hislerini tatmin ettikten sonra çarçabuk dışarıya göz gezdirmeye başlar.
ölüm ne kadar muhakkak olsa da insan yine bir kurtuluş çaresi aramaktan kendini alamıyor.
çok sevinmek de insanı büyük bir kedere uğramak derecesinde üzüyor.
insanların çok defa saadetten yoksun kalmaları, onun hangi tabii kanunlar üzerine kurulduğunu bilmemelerinden ötürüdür.
insanlarda, korkanları daha çok korkutmak muzipliğine düşkünlük çoktur. vaiz efendilerden tutunuz da fen adamlarına kadar insanların okumuşları, filozofları, âlimleri de diğer kardeşlerini korkutma eğiliminden kendilerini alamıyorlar.
aynı hastalığa yakalanmış bulunanlar birbirlerinin halinden tamamıyla anlarlar.
insanlığın en büyük hastalığı, kendini kemiren illetlerin cidden tedavisine başvurmaktan çok, daima tehlikeyi hakiki derecesinden aşağı göstermeye çalışmak hastalığıdır. bu yaraların derman bulunmaz niteliğini açık ve kesin bir dille açıklamaya uğraşanlar daima halkın lanetine uğrarlar. yaranmak için halkı aldatan ikiyüzlüler beğenilir ve saygı görürler.
yakında çökmeye mahkum o nefis ilahi yapıyı, bir tapınak olan vücudunuzu sizin için çırpınan bu inleyen ruha adamış olsanız dünyadan giderayak sonsuz sevaba erecek kadar büyük bir hayır işlemiş bulunursunuz.
insan tabiatında yasak olan şeye karşı sakınmaktan çok yönelmeye yatkınlık vardır.
dünyada saadet denilen şey tamamıyla kuruntuya dayanan bir söz değilse işte onun en belirgin şekli mutlaka bağdaşması mümkün iki ruhun birleşmesinde vücut bulan haldir.
bir kadın ne kadar güzel olursa olsun onun sahibi olan erkek, hislerini tatmin ettikten sonra çarçabuk dışarıya göz gezdirmeye başlar.
ölüm ne kadar muhakkak olsa da insan yine bir kurtuluş çaresi aramaktan kendini alamıyor.
çok sevinmek de insanı büyük bir kedere uğramak derecesinde üzüyor.
insanların çok defa saadetten yoksun kalmaları, onun hangi tabii kanunlar üzerine kurulduğunu bilmemelerinden ötürüdür.
insanlarda, korkanları daha çok korkutmak muzipliğine düşkünlük çoktur. vaiz efendilerden tutunuz da fen adamlarına kadar insanların okumuşları, filozofları, âlimleri de diğer kardeşlerini korkutma eğiliminden kendilerini alamıyorlar.
aynı hastalığa yakalanmış bulunanlar birbirlerinin halinden tamamıyla anlarlar.
insanlığın en büyük hastalığı, kendini kemiren illetlerin cidden tedavisine başvurmaktan çok, daima tehlikeyi hakiki derecesinden aşağı göstermeye çalışmak hastalığıdır. bu yaraların derman bulunmaz niteliğini açık ve kesin bir dille açıklamaya uğraşanlar daima halkın lanetine uğrarlar. yaranmak için halkı aldatan ikiyüzlüler beğenilir ve saygı görürler.
yakında çökmeye mahkum o nefis ilahi yapıyı, bir tapınak olan vücudunuzu sizin için çırpınan bu inleyen ruha adamış olsanız dünyadan giderayak sonsuz sevaba erecek kadar büyük bir hayır işlemiş bulunursunuz.
12.06.2019
dexter
diğer taraftaki şeyle karşılaşmak istemiyorsan çitten atlamayacaksın.
"hakikati arayanlara inan ama hakikati bulduğunu söyleyenlerden şüphe et."
kimya. bazı insanlarda var diye duymuştum. ölçülemez ve açıklanamayan bir çekim gücü. kimya, maddenin element halleri arasındaki tepkimeleri inceler. elementleri ayırırsan tepkime ortadan kalkar. bazı elementler bir araya gelince geri dönülemez bir tepkime meydana getirirler. kimyanın ötesine geçerler. yoksa aşk böyle bir şey mi? böyle mi başlıyor? peki ben bunları hissedebilecek biri miyim?
her zaman kahvaltı ederim. önemlidir.
bazı kötü alışkanlıkların stresi azaltmak için kullanıldığını bilirim. fakat bazen o alışkanlıklar o stresten daha büyük sorunlara yol açar.
en büyük umudumuz, rol yapmayacağımız bir yer bulmaktır.
eğer tanrının mucizeler yarattığına inanıyorsanız şeytanın da bir kaç numarası olduğuna inanmalısınız.
bazı şeylerin zaman içerisinde hep aynı kalmasını istesek de asla öyle olmaz.
iki insanı uzun süre bir odaya kapatırsan nihayetinde düzüşeceklerdir.
sevdiklerimizi asla ardımızda bırakamıyoruz.
kendimizle ilgili ufak sırlar saklamak insanın doğasında vardır. hepimiz yaparız bunu. "saçlarımı boyuyorum." "internetten porno izliyorum." peki ya tüm hayatınız bir sırsa? bir yalansa? gerçeğin açığa çıkması tüm kimliğinizi yok edebilir. ne yaparsınız o zaman? kaçar mısınız?
"hakikati arayanlara inan ama hakikati bulduğunu söyleyenlerden şüphe et."
kimya. bazı insanlarda var diye duymuştum. ölçülemez ve açıklanamayan bir çekim gücü. kimya, maddenin element halleri arasındaki tepkimeleri inceler. elementleri ayırırsan tepkime ortadan kalkar. bazı elementler bir araya gelince geri dönülemez bir tepkime meydana getirirler. kimyanın ötesine geçerler. yoksa aşk böyle bir şey mi? böyle mi başlıyor? peki ben bunları hissedebilecek biri miyim?
her zaman kahvaltı ederim. önemlidir.
bazı kötü alışkanlıkların stresi azaltmak için kullanıldığını bilirim. fakat bazen o alışkanlıklar o stresten daha büyük sorunlara yol açar.
en büyük umudumuz, rol yapmayacağımız bir yer bulmaktır.
eğer tanrının mucizeler yarattığına inanıyorsanız şeytanın da bir kaç numarası olduğuna inanmalısınız.
bazı şeylerin zaman içerisinde hep aynı kalmasını istesek de asla öyle olmaz.
iki insanı uzun süre bir odaya kapatırsan nihayetinde düzüşeceklerdir.
sevdiklerimizi asla ardımızda bırakamıyoruz.
kendimizle ilgili ufak sırlar saklamak insanın doğasında vardır. hepimiz yaparız bunu. "saçlarımı boyuyorum." "internetten porno izliyorum." peki ya tüm hayatınız bir sırsa? bir yalansa? gerçeğin açığa çıkması tüm kimliğinizi yok edebilir. ne yaparsınız o zaman? kaçar mısınız?
11.06.2019
gulyabani
hüseyin rahmi gürpınar
her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.
gönül kimi severse güzel odur. aşkla bağlanan kalpler kendi ruhlarının tapındıklarından başkasıyla ateşlerini söndüremezler.
viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur.
dev, gulyabani, çarşamba karısı gibi avam muhayyilesinin mahsulü garip varlıklar ilim ve fen sınırlarına dahil edilemez. bunların yakalarından tutup da bir ameliyathaneden, bir laboratuvardan içeri sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir âlimin, fen bilimcinin huzuruna çıkarmak mümkün olsa soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin malumat edinilir, insanlar arasında leh ve aleyhlerinde dolaşan söylentilere artık bir son verilirdi. ilim, konusunu yer altına inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. bu tuhaf yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikrobik aşı deneyleri yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese koyardı.
her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.
gönül kimi severse güzel odur. aşkla bağlanan kalpler kendi ruhlarının tapındıklarından başkasıyla ateşlerini söndüremezler.
viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur.
dev, gulyabani, çarşamba karısı gibi avam muhayyilesinin mahsulü garip varlıklar ilim ve fen sınırlarına dahil edilemez. bunların yakalarından tutup da bir ameliyathaneden, bir laboratuvardan içeri sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir âlimin, fen bilimcinin huzuruna çıkarmak mümkün olsa soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin malumat edinilir, insanlar arasında leh ve aleyhlerinde dolaşan söylentilere artık bir son verilirdi. ilim, konusunu yer altına inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. bu tuhaf yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikrobik aşı deneyleri yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese koyardı.
10.06.2019
yoksun
georges bataille
bir şeye ulaşmak için gerekli araçlara sahip değiliz. aslında ulaşıyoruz; birdenbire gereken noktaya ulaşıyoruz ve geri kalan günlerimizi kayıp bir an'ı aramakla geçiriyoruz; ama tam da onu aramak bizi ondan uzaklaştırdığından, çoğu kez onu elimizden kaçırıyoruz. onunla birleşmek kuşkusuz, dönüş anından sonsuza dek yoksun kalmanın bir yoludur.
varlığın, ölümün zavallı yalınlığından kaçmayı sağlayan dürüstlükten uzak yanları, çoğu zaman yalnızca ilgisiz bir bilinç aydınlığında ortaya çıkar: trajik olanın bile iddiasız olduğu bu uzak sınırlara, yalnızca ilgisizliğin neşeli kötülüğü ulaşır. o da trajiktir; ama ezici değildir. özünde bir hayvandır; bu şaşırtıcı bölgelere genelde ancak kaskatı olarak ulaşırız.
düşüp düşmeyeceğimi, elimin tümceyi bitirmek için gereken gücü bulup bulamayacağını bilmiyorum; ama amansız istenç baskın çıkıyor: her şeyi kaybettiğimde ve ezeli bir sessizlik eve hakim olduğunda, bu masada bir kırıntı olan ben, burada, belki de yıkıntı haline gelen; ama ışıldayan bir ışık parçası gibiyimdir.
yalandan, duyarsızlıktan, dişlerin takırdamasından, anlamsız mutluluktan, gerçeklikten; körleştirici yaşamın reddedişin birikmesinden doğan en küçük parçası kuyunun dibinde, ölümün dişe dişliğinde; bu parçadan kaçıyorum, o diretiyor, alna şırınga edilen birazcık kan gözyaşlarıma karışıyor ve uyluklarımı yıkıyor; aldatmadan, yüzsüz cimriliklerden doğmuş en küçük parça; kendine ilgisizliği göğün yüksekliğinden daha az değil ve celladın, çığlıksız bırakan patlamanın katışıksızlığı.
bir şeye ulaşmak için gerekli araçlara sahip değiliz. aslında ulaşıyoruz; birdenbire gereken noktaya ulaşıyoruz ve geri kalan günlerimizi kayıp bir an'ı aramakla geçiriyoruz; ama tam da onu aramak bizi ondan uzaklaştırdığından, çoğu kez onu elimizden kaçırıyoruz. onunla birleşmek kuşkusuz, dönüş anından sonsuza dek yoksun kalmanın bir yoludur.
varlığın, ölümün zavallı yalınlığından kaçmayı sağlayan dürüstlükten uzak yanları, çoğu zaman yalnızca ilgisiz bir bilinç aydınlığında ortaya çıkar: trajik olanın bile iddiasız olduğu bu uzak sınırlara, yalnızca ilgisizliğin neşeli kötülüğü ulaşır. o da trajiktir; ama ezici değildir. özünde bir hayvandır; bu şaşırtıcı bölgelere genelde ancak kaskatı olarak ulaşırız.
düşüp düşmeyeceğimi, elimin tümceyi bitirmek için gereken gücü bulup bulamayacağını bilmiyorum; ama amansız istenç baskın çıkıyor: her şeyi kaybettiğimde ve ezeli bir sessizlik eve hakim olduğunda, bu masada bir kırıntı olan ben, burada, belki de yıkıntı haline gelen; ama ışıldayan bir ışık parçası gibiyimdir.
yalandan, duyarsızlıktan, dişlerin takırdamasından, anlamsız mutluluktan, gerçeklikten; körleştirici yaşamın reddedişin birikmesinden doğan en küçük parçası kuyunun dibinde, ölümün dişe dişliğinde; bu parçadan kaçıyorum, o diretiyor, alna şırınga edilen birazcık kan gözyaşlarıma karışıyor ve uyluklarımı yıkıyor; aldatmadan, yüzsüz cimriliklerden doğmuş en küçük parça; kendine ilgisizliği göğün yüksekliğinden daha az değil ve celladın, çığlıksız bırakan patlamanın katışıksızlığı.
9.06.2019
sürgün
refik durbaş
başımda ışıklı bir rüzgar
göğsümde serin gökyüzü
yirmi dört yaşında. intihar sürgünü
açayım sıkıntının yelkenini
yirmi beş yaşında. yeni bıyıklı
uzun erzurum kasketli ve cömert
güneyden kuzeye serseri
bir kış günü. yirmi altı yaşında
uzun trenler, kalabalık yaylalarla geçeyim
kürt gelinlerinin bahçelerini
ferdi ve şürekâsı
halit ziya uşaklıgil
çocuklarını evlendirmek üzere olan babaların, anaların kalbini eşiniz, altında bir keder bulursunuz.
gençlik, bir bahar göğü gibi saf, aydınlık ve parlaktır; fakat birden ters bir rüzgâr eser, önünde bulutlar, fırtınalar yığarak o aydınlık göğü karanlıklara boğulmuş bir hale getirir.
felakete saadet kadar ölçü olamadığı gibi fakirliğin derecesini de servetten fazla gösterecek bir şey yoktur. mutsuzlar bahtiyarlara rastladıkça mutsuzluklarını anlarlar. yoksulluk belki kendi kendine teselli icat eder, yalnız kalırsa bir yetinme durumu ortaya çıkar; fakat onu servetin yanından geçiriniz; o vakit anlar, feryat eder, ağlar.
rakam işi! pis iş! bilmem, fikri bunun kadar yüksek derecesinden düşürecek, insanın bütün hislerini iptal ederek zihni manasız, ruhsuz birtakım şekiller içinde boğacak başka bir meslek var mıdır? cinnete rakam kadar yardım edecek bir şey olamaz.
gariptir, insan bazen tamamıyla açık olan şeylere dikkat etmez de en gizli şeyleri hisseder.
sokak! orası öyle bir bayağılık çıkmazıdır ki toplum, kurbanlarını buraya atar. orası öyle bir yerdir ki kaza rüzgârı savurduğu çiçekleri buraya döker. insanlığın sefaletine merhamet gözü çevrili olanlar, sokaklarda neler görürler, sokaklarda ne âlemler keşfederler, ne belalar okurlar!
insan, felaketlere her şeyden güç inanır.
hayatta bazen bir bakış, iki ruh arasında bir duygu tesadüfü vardır ki bir an sürer; fakat ayrıntılı bir kitaptır. bu bir an içinde iki ruh arasında ne güzel manalar, iki kalp arasında ne gizli sırlar alınıp verilir! aşkın böyle bir saniyesi vardır ki kalp bütün içindekileri, ruh bütün sırlarını bir bakışta ifade eder.
merhametle alınmış bir eş sizi mesut edemez.
genç kızların hayatında yatak odası, kutsal bir hayal tapınağı gibidir. hayalin, o altın kanatlı şiirin yuvası, yatak odasıdır. yatak odası o kadar saf, o kadar hassas, o kadar nazik hayallere, emellere sığınak olmuş bir yerdir ki merak fikri bile oraya girmeye cesaret edemez, o gençlik hayal yuvasına sokulmaktan çekinir. bu oda kapanıp da genç kız yuvasında yalnız kaldığı vakit, işte o vakit genç kızdır. bahar göğü lacivert dalgalarını, geceler yıldızlarının şiirini genç kızların gözlerine o odanın küçük penceresinden sunar.
insan en kederli zamanlarında bile bir şey bekler ki işte o bekleyiş, bir perdenin arkasına gizlenmiş belirsiz bir ümitten başka bir şey değildir.
ihtiyarlar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, fikrindeki şiiri özel bir titizlikle gözden geçirirler.
gözyaşları bulaşıcıdır. insanın kalbinde gizli duran bazı hisler vardır ki kendilerine benzeyen bir hisse rastlar rastlamaz meydana çıkar.
dünyada serveti saadet için kullanırlar ama saadet, servet için feda edilmez. bunlar pek süslü sözlerdir, bir kitapta görülürse ağlanır; fakat hayatta bu sözlerin emrine uyarak hareket etmek, aldanmaktan başka bir şey değildir.
ümit, insan zihni için bıktıran bir illet gibidir; onu tamamıyla silmek mümkün olamaz.
gariptir, insanın sözünün, fikrine bağlı olması kuralken bazı durumlar olur ki fikir söze uyar. insan düşündüğünü söylerken söylediğini düşünür.
bir ümidin tükendiğini görenler için varlığından vazgeçmeye karar vermek kadar teselli edici bir şey olamaz.
insanın duyguları bazı büyük sarsıntılara hedef olduğu zamanlar öyle müthiş bir bunalım içinde kalır ki kasırgalara çarpan dalgalar gibi bir yön belirleyemez.
insan bir felakete engel olamayınca hiç olmazsa ona sahip olmak ister.
zihin! o tuhaflıklar hazinesi! kendi kendisini aldatmak için bile neler icat eder, duygularını nasıl örtüler altında gizler, onlara nasıl acayip işler yaptırır!
kadınlar, yaradılışın çiçeklerden narin, kelebeklerden nazik yarattığı o zayıf, o zarif yaratıklar, kalplerinin gizli bir noktası açığa çıktığı zaman ne müthiş bir dayanıklılık, ne garip bir kuvvet gösterirler!
gençlik, hiç o, iskemle üstünde, defter karşısında harcanacak bir zaman mıdır? fakat bir kere de gençliğin ne demek olduğunu anlamadan hayatınızı orada geçirdiniz mi, ondan sonra bir köşeye büzülüp arpacı kumrusu gibi düşünmekten başka bir şey kalmaz.
çocuklarını evlendirmek üzere olan babaların, anaların kalbini eşiniz, altında bir keder bulursunuz.
gençlik, bir bahar göğü gibi saf, aydınlık ve parlaktır; fakat birden ters bir rüzgâr eser, önünde bulutlar, fırtınalar yığarak o aydınlık göğü karanlıklara boğulmuş bir hale getirir.
felakete saadet kadar ölçü olamadığı gibi fakirliğin derecesini de servetten fazla gösterecek bir şey yoktur. mutsuzlar bahtiyarlara rastladıkça mutsuzluklarını anlarlar. yoksulluk belki kendi kendine teselli icat eder, yalnız kalırsa bir yetinme durumu ortaya çıkar; fakat onu servetin yanından geçiriniz; o vakit anlar, feryat eder, ağlar.
rakam işi! pis iş! bilmem, fikri bunun kadar yüksek derecesinden düşürecek, insanın bütün hislerini iptal ederek zihni manasız, ruhsuz birtakım şekiller içinde boğacak başka bir meslek var mıdır? cinnete rakam kadar yardım edecek bir şey olamaz.
gariptir, insan bazen tamamıyla açık olan şeylere dikkat etmez de en gizli şeyleri hisseder.
sokak! orası öyle bir bayağılık çıkmazıdır ki toplum, kurbanlarını buraya atar. orası öyle bir yerdir ki kaza rüzgârı savurduğu çiçekleri buraya döker. insanlığın sefaletine merhamet gözü çevrili olanlar, sokaklarda neler görürler, sokaklarda ne âlemler keşfederler, ne belalar okurlar!
insan, felaketlere her şeyden güç inanır.
hayatta bazen bir bakış, iki ruh arasında bir duygu tesadüfü vardır ki bir an sürer; fakat ayrıntılı bir kitaptır. bu bir an içinde iki ruh arasında ne güzel manalar, iki kalp arasında ne gizli sırlar alınıp verilir! aşkın böyle bir saniyesi vardır ki kalp bütün içindekileri, ruh bütün sırlarını bir bakışta ifade eder.
merhametle alınmış bir eş sizi mesut edemez.
genç kızların hayatında yatak odası, kutsal bir hayal tapınağı gibidir. hayalin, o altın kanatlı şiirin yuvası, yatak odasıdır. yatak odası o kadar saf, o kadar hassas, o kadar nazik hayallere, emellere sığınak olmuş bir yerdir ki merak fikri bile oraya girmeye cesaret edemez, o gençlik hayal yuvasına sokulmaktan çekinir. bu oda kapanıp da genç kız yuvasında yalnız kaldığı vakit, işte o vakit genç kızdır. bahar göğü lacivert dalgalarını, geceler yıldızlarının şiirini genç kızların gözlerine o odanın küçük penceresinden sunar.
insan en kederli zamanlarında bile bir şey bekler ki işte o bekleyiş, bir perdenin arkasına gizlenmiş belirsiz bir ümitten başka bir şey değildir.
ihtiyarlar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, fikrindeki şiiri özel bir titizlikle gözden geçirirler.
gözyaşları bulaşıcıdır. insanın kalbinde gizli duran bazı hisler vardır ki kendilerine benzeyen bir hisse rastlar rastlamaz meydana çıkar.
dünyada serveti saadet için kullanırlar ama saadet, servet için feda edilmez. bunlar pek süslü sözlerdir, bir kitapta görülürse ağlanır; fakat hayatta bu sözlerin emrine uyarak hareket etmek, aldanmaktan başka bir şey değildir.
ümit, insan zihni için bıktıran bir illet gibidir; onu tamamıyla silmek mümkün olamaz.
gariptir, insanın sözünün, fikrine bağlı olması kuralken bazı durumlar olur ki fikir söze uyar. insan düşündüğünü söylerken söylediğini düşünür.
bir ümidin tükendiğini görenler için varlığından vazgeçmeye karar vermek kadar teselli edici bir şey olamaz.
insanın duyguları bazı büyük sarsıntılara hedef olduğu zamanlar öyle müthiş bir bunalım içinde kalır ki kasırgalara çarpan dalgalar gibi bir yön belirleyemez.
insan bir felakete engel olamayınca hiç olmazsa ona sahip olmak ister.
zihin! o tuhaflıklar hazinesi! kendi kendisini aldatmak için bile neler icat eder, duygularını nasıl örtüler altında gizler, onlara nasıl acayip işler yaptırır!
kadınlar, yaradılışın çiçeklerden narin, kelebeklerden nazik yarattığı o zayıf, o zarif yaratıklar, kalplerinin gizli bir noktası açığa çıktığı zaman ne müthiş bir dayanıklılık, ne garip bir kuvvet gösterirler!
gençlik, hiç o, iskemle üstünde, defter karşısında harcanacak bir zaman mıdır? fakat bir kere de gençliğin ne demek olduğunu anlamadan hayatınızı orada geçirdiniz mi, ondan sonra bir köşeye büzülüp arpacı kumrusu gibi düşünmekten başka bir şey kalmaz.
8.06.2019
rubailer
ömer hayyam
ayıp olur dönmezse mescide arkası
sen kupkuru sofusun, ben sırsıklam ayyaş
kurunun mu kolaydır, yaşın mı yanması
gerçi biz bir kez daha gitmiştik camiye
ama tanrı da bilir içyüzünü, niye
vaktiyle oradan bir kilim yürütmüştük
çok eskidi de o, değiştirelim diye
zahit gibi görünsen, gönlün rezilse boş
gösterişin -seni herkes dindar bilse- boş
cübbeye bürünmüşsün sofular misali
eğer ki tanrı senden razı değilse, boş
türlü çözüm tekkede, lafsa medresede
türlü çözüm tekkede, lafsa medresede
aykırı düşer aşk, bunun ikisine de
ister müftü olsun, ister şehir vaizi
dili tutulur, o aşk denen mahkemede
nerde temiz âşıklar, uyanık gönüller
nerde bir amaç için yanıp tutuşan er
-kendi kaygılarının kulu olmuş herkes-
yeryüzünde tanrı'nın tek kulunu göster
nice zaman geçecek, dünya hep duracak
nice zaman geçecek, dünya hep duracak
bizim ne adımız ne sanımız kalacak
biz gelmeden önce de bir eksiği yoktu
bizden sonra da bir eksiği olmayacak
almanya
bertolt brecht
almanya, sen yok musun sen
hanenden yükselen konuşmaları duyunca
gülesi geliyor insanın
ama yüzünü gören
hemen bıçağına sarılıyor