ahmet hamdi tanpınar
sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır.
güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibi görünmesinde, her an bizi kendisine ve kendisinde uyanmaya zorlamasındadır.
mazi daima mevcuttur. kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.
sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.
insan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. bâkî'nin fatih camii'nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun türkçeyi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; nedim'in anası türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı?
mevlevîlik ne tevazu ve mahviyeti ne de hangi mertebede olursa olsun itibarı kabul eder. eşitler arasında geçen bir maceradır. ve bu eşitlik sade tarikatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer. çünkü esası, bugünün felsefesinin çok sevdiği tabirle insanın kainattaki yeridir.
şark için "ölümün sırrına sahiptir" derler. fakat şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar hususi bir çehre veren, her türlü laubalilikten sakınmakla beraber, onu ehlileştiren başka millet pek yoktur. ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarili bir türbe çok defa tahtadan sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ.. işte cetlerimize ebedî hayatı tecessüm ettirmeye yeten malzeme bundan ibarettir.
boğaz bana daima zevkimizin, duygumuzun büyük düğümlerinden biri gibi gelmiştir. öyle ki, onun bizde külçelenmiş manasını çözdüğümüz zaman büyük hakikatlerimizden birini bulacağız sanmışımdır. bu bir hayal olabilir. birçok güzellikler insana kainatın eşi veya eşiti oldukları vehmini verirler. onlarla karşılaştığımız zaman bizde büyük, kendi kendine yetebilecek bir hakikat karşısında imişiz hissi uyanır.
anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yarışamaz.
heine yahut gautier, genç bir şairin goethe'yi ziyaretini anlatırlar. zavallı çocuk birdenbire weimar tanrısının karşısında bulunmaktan o kadar şaşırır ki yol boyunca, hatta günlerce evvel hazırladığı sevgi ve hayranlık cümlelerini unutur ve yolda gördüğü eriklerin güzelliğinden bahseder.
asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. gerçek hayatı halk arasına aramak lazım geldiği gibi. çünkü orada insanlarla en geniş manasında temas var.