hüseyin rahmi gürpınar
"şık", ilk kez 1889'da basılmıştı. sonra 1919'da, yani tam otuz yıl sonra ikinci kez basılıyor.
okuyucular, bu eski hikâyede şimdiki hüseyin rahmi'nin acemi, zayıf, cılız ama ileride bol meyve vermeye uygun bir fidanını göreceklerdir. bu çelimsiz fidan dayanıklı bir gövde oluncaya kadar, yirmi yıl baskı düzeninin tehlikeli boraları ile hırpalandı. bazen köküne yakın budandı. hayatını, özünü korumak için muhtaç olduğu gıdaları bulamamak tehlikelerine düştü.
bu "şık" romanı matbuat caddesine attığım ilk adımımdır. onun için bunun kendimce heyecanlı bir biyografisi vardır. eserin yazılış tarihi, yayımından iki üç yıl kadar da öncedir. birinci kısmı hemen okulda yazılmıştır. zaten birçok cümlesindeki beceriksizlik, acemilik, adeta çocukluk, bazı fikirlerdeki büyük saflık, okuyanlara bu gerçeği söyler.
şık'ın yazılmış ilk yarısını büyük bir zarfa doldurarak ahmet mithat efendi'ye gönderdim. efendi merhumun eserlerini okurum. en büyük tutkunu, hayranıyım. ama henüz kendisini görüp tanışmak şerefine eremedim. ne mizaç ve ahlakta bir kişidir, onu da bilmem.
eserimi gönderdikten sonra bana müthiş bir pişmanlık geldi. hiç öyle büyük bir adama böyle çocukça, budalaca, saçma yazılar gönderilir mi? eyvah.. ben ne yaptım?
o gece üzüntümden, mahcubiyetimden uyuyamadım. düşündükçe utancımdan terler döküyordum. eserin iyi karşılanacağına binde bir ihtimal vermiyordum.
ertesi gün arkadaşlarımdan biri elinde bir tercüman-ı hakikat gazetesiyle karşıma çıkarak:
"müjde! eserin beğenilmiş. ahmet mithat efendi hazretleri seni matbaaya davet ediyor."
"alay etme, ben zaten utancımdan yerlere geçiyorum."
"vallahi alay değil. işte nah.. al oku."
gazeteyi aldım. birinci sayfanın ortasında, "açık mektup" başlığı altında şu satırları okudum:
"matbaamıza gönderilen 'şık' adlı hikâye gerçekten takdire layık görülmekle yazarı hüseyin rahmi beyefendi'nin lütfen idarehanemize teşrifleri rica olunur."
gözlerime inanamıyordum. o zamanın yazar ve şairlerinin toplandığı tercüman-ı hakikat matbaasından böyle bir davet gelmesi aklımın alacağı mutluluklardan değil. arkadaşlarım beni kutlamaya başladılar. ben hâlâ bu olaya inanamıyor, rüya görüyorum sanıyordum.
bütün beceriksizliğimle ahmet mithat efendi gibi zamanının büyük adamının huzuruna çıkmak da benim için çok önemli bir mesele idi. bütün cesaret ve becerimi toplamaya uğraşarak matbaaya gittim. efendi'nin orada bulunmadığını, kendisiyle galata'daki sıhhiye dairesinde görüşebileceğimi söylediler.
karantina dairesinde büyük bir heyecanla hazretin huzuruna çıktım. gür kaşlı, kara sakallı, iri yarı heybetli bir zat..
beni görünce ilk sorusu şu oldu:
"kimsin sen çocuğum?"
"şık yazarı hüseyin rahmi."
ah, korktuğuma uğradım. efendi'nin yüzünde derhal bir güvensizlik gülümsemesi belirdi. söylediği hiç aklımdan çıkmaz. bana pek alaycı gelen bir sesle:
"oğlum, senin ağzın daha süt kokuyor. bu roman usta işi. senin ne kalemin, ne üslubun, ne tecrüben ve ne de görgün henüz bunu yazmaya müsait değil. bu apaçık görünüyor. sen böyle bir şey tasvirine özenebilirsin ama bu işi yalnız başına başaramazsın. sana bir yardım eden var. baban mıdır? ağabeyin midir? arkadaşın mıdır? o kimdir? söyle."
o yazılarda bana hiç kimsenin bir tek kalem yardımı yoktu. o tarihte yanya'da bulunan babam sait paşa'ya her hafta mektup yazardım. epeyce diller dökerdim. babam mektuplarımı, görüştüğü bazı kimselere okuduktan sonra fotoğrafımı göstererek:
"işte bu satırları yazan bu çocukcağızdır." dermiş.
onlar da mektuplar ile fotoğrafımı karşılaştırdıktan sonra:
"hayır, ihtimali yok. bu çocuk şu sözleri yazamaz. sizi aldatıyor paşa." cevabını verirlermiş.
babam onların bu iddialarına nihayet kanaat getirerek bana şu öğütleri yazmıştı:
"oğlum rahmi, bana yazdığın mektuplarda bir usta kâtip eli var. başkasının yazdığı satırların altına imza koymak münasebetsizliğine alışmanı istemem. cümlelerin hatalı, pürüzlü olsun zararı yok. benim istediğim senin samimi ifadendir."
bu bakımdan zaten yüreğim yaralı. koca ahmet mithat efendi'nin aynı ithamı karşısında küçüldüm. bozuldum. hiçbir söz bulamadım. nihayet gözlerimden dökülen iki damla, hazin bir cevap yerine geçti. bu saf, samimi, masumane ağlayışım efendi'ye dokundu.
hemen:
"ağlama.. ağlama inandım. ama böyle güzel başlayan eserlerin bazen sonu başlangıcına uymayıverir. bunu tamamla. sonra yayımlayalım." dedi.
bin heyecan, üzüntü, umutsuzluk içinde hikâyemi bitirdim. efendi, başlangıcı kadar sonunu da beğendi. artık haftada birkaç defa karantinahaneye devamla fıkralar, makaleler de yazmaya başladım. beni ne kadar takdir ettiğini göstermek için beni manevi evlat edindiğini gazetesinde duyurdu.
basın pazarına dökülen isimlerin o üzüntülü, bilinmezlik ve takdirsizlik devresi olan çetin günleri gördüm. "şık", gazetede tefrika edildi. efendi'nin pohpohları ile birden tanındım. yazdıklarım takdir buldu.
o zamandan beri hiç okumamış olduğum bu hikâyenin sayfalarını otuz yıl sonra şimdi gözden geçirirken uzak, biraz paslı, dumanlı ama sisli bir doğuş gibi aydınlanmış, şen, mutlu, kaygısız bir mazi aynasında gençliğimi görüyorum. ne safça satırlar, ne ilkel hikmetler, ne çocukça tuhaflıklar, ne basit tasvirler..
eserin çocukluk neşesini bozmamak için cümleleri, bütün saflıkları, gereksiz kelimeleri, bazen altı üstünü tutmayan sözleri ve kabalıkları bırakıyorum.
o zaman bu hikâyenin gördüğü ilgiye şaşırmış, sebebini efendi'den sormuş ve şu cevabı almıştım:
"oğlum, senin kafandan daha çok şeyler doğacak gibi görünüyor. eserin en büyük fazileti, okuyanları kahkahalarla güldürmesidir."
meşhur moliere, "sahte hekim" adlı piyesini genç yaşında yazmış. bir fransız eleştirmen bu eser hakkında düşüncesini söylerken, "işte bu sahte hekim, hastalık hastası'nın taslağıdır." diyor. bu "şık" hikâyesindeki şatırzade şöhret bey de kendisinden on yedi yıl sonra doğan "şıpsevdi" kahramanı meftun bey'in çekirdeğidir.
şimdiki ihtiyar ben; genç, toy, acemi hüseyin rahmi'nin ne kadar kusurlarını görüyorum. emin olunuz zamandan büyük öğretmen, gerçekleri anlamakta ondan daha muktedir bir profesör yoktur. yaşayan görüyor ve öğreniyor.