29.08.2019

uzun lafın kısası

spinoza: yüce mutluluk erdemin ödülü değildir; ödül, erdemin kendisidir.

jean meslier: toplumun hoşuna gitmek arzusu, gelenek ve göreneklerin baskısı, gülünç olma korkusu, "alem ne der?" endişesi, bütün dini fikirlerden daha güçlüdür.

maurice pradines: kişinin, elde etmek için kendini feda ettiği diğerinde sevdiği şey kendisidir.

yuval noah harari: eğer bir insan tüm arzularından arınabilmişse hiçbir tanrı ona ıstırap çektiremez. bunun aksine, eğer arzudan arınamazsa dünyadaki tüm tanrılar bile onu acı çekmekten kurtaramaz.

esther vilar: bir kadın için başarıya giden en kestirme yol, başarılı bir erkekle evlenmektir.

charles bukowski: hiç şansı kalmadığını hipodromda geçirilen kötü bir gün sonrasında eve geldiğinde anlar insan.

jorge luis borges: her ölümle yiten küçük bilgelikler bana çok dokunuyor.

marquis de sade: ne aşağılık bir alçak sizin şu tanrınız! onu bir sersem olarak görüyordum ama biraz daha yakından baktığımda hergelenin teki olduğunu anlıyorum.

dostoyevski: yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan.

andre gide: herkesin hile yaptığı bir dünyada gerçek insan bir şarlatan gibi görünür.

thomas hardy: ah, bir zamanlar, evlendiğim adamdan saygı ve sevginin en yükseğini görmezsem yetinemeyeceğimi sanırdım. şimdiyse taşyüreklilik dışında her şeye razıyım.

paulo coelho: aşk, bir insanın bütün hayatını göz açıp kapayana kadar kökünden değiştirebilir kuşkusuz. ama insanoğlunu tasarılarında hiç yeri olmayan yönlere saptırabilecek bir duygu daha vardır: umutsuzluk. evet, aşk belki kişiyi dönüştürebilir; ne var ki umutsuzluk bunu çok daha hızlı başarır.

27.08.2019

devlet

thomas hobbes

tanrının dünyayı onunla yaratmış olduğu ve yönettiği sanat olan doğa, başka pek çok şeyde olduğu gibi bunda da, yapay bir canlı yaratacak şekilde, insanın sanatı ile taklit edilir. çünkü hayat, organların, başlangıcı içerdeki bir temel parçada bulunan hareketinden başka bir şey değildir. 

bütün otomatların -yaylar ve çarklar yardımıyla kendi kendine hareket eden makinelerin, mesela bir saat- yapay bir hayata sahip olduklarını söyleyemez miyiz?

kalp nedir ki bir yaydan başka; sinirler nedir ki çok sayıda yaylardan başka; ya eklemler, yapıcının planladığı şekilde bütün gövdeyi harekete geçiren çok sayıda çarklardan başka?

sanat daha da ileriye gider, doğanın o rasyonel ve mükemmel eserini, insanı taklit etmeye kadar. sanat iledir ki, yapay bir insandan başka bir şey olmayan, latince'de civitas denilen, devlet adlı o büyük ejderha yaratılır. bu, doğal insanın korunması ve savunulması için tasarlanmış olup ondan daha büyük bir cesamete ve kudrete sahiptir ve onda, egemenlik bütün gövdeye canlılık ve hareket veren yapay bir ruhtur. yargıçlar ve diğer yargı ve yürütme görevlileri, yapay eklemler; egemenlik makamına bağlı her eklem ve organa kendi görevini yaptıran ödül ve ceza, doğal gövdede aynı işi yapan sinirlerdir. tek tek organların/üyelerin servet ve zenginlikleri ise kuvvettir. salus populi halkın esenliği onun görevidir. bilmesi gereken her şeyi ona bildiren hukukçular, hafızadır. adalet ve yasalar yapay bir akıl ve iradedir. uyum sağlıktır. nifak hastalıktır. iç savaş ise ölüm.

son olarak, bu siyasi varlığı en başta kuran, bir araya getiren ve birleştiren sözleşmeler ve ahitler, tanrı'nın yaratılışta buyurduğu fiat veya insanı yaratalım emrine benzer.

26.08.2019

hippie

valerie solanas

erkek, hayatının zorluklarına ve tek bir kadının monotonluğuna isyan eder. paylaşma ve işbirliği adına komünü ya da kabileyi kurar. komün, genişletilmiş bir aile olduğu için kadınların haklarının, mahremiyetlerinin ve akıl sağlıklarının daha geniş bir biçimde çiğnenmesidir.

"hippie" bireysellik kelimesini ağzında geveler durur ama bu konuda herhangi bir erkekten daha fazla bir kavramsallaştırmaya sahip değildir. tabiata, vahşiliğe, tüylü hayvanların yurduna dönmek ister. medeniyetin herhangi bir izinin, basit bir başlangıcının bile bulunduğu şehirden uzak kalmak, türlerin seviyesinde yaşamak istemektedir. zamanını basit, entelektüel olmayan faaliyetlerle -çiftçilik, düzüşme, boncuk dizme- geçirecektir. komünün temelini oluşturan, en önemli faaliyet toplu-takılmadır. "hippie" bütün bedava kukuları -sadece istemek suretiyle sahip olunabilecek, paylaşılacak başlıca emtia- düşünerek komüne ikna olmuştur, ama iştahından körleşmiş bir halde, bu emtiayı paylaşmak zorunda olduğu bütün öteki erkekleri ve kukuların kendi kıskançlığını ve mülkiyetçiliğini hesaba katamaz.

gelenekçiler toplumun temel biriminin aile olduğunu söyler, hippiler ise kabile; ama temel birimin birey olduğunu söyleyen yoktur.

25.08.2019

yaşam sanatçısı

zygmunt bauman

bugünlerde her insan kendi seçimleri olduğu için değil, deyim yerindeyse, evrensel talih öyle buyurduğu için birer sanatçıdır.

"yaşam bir sanat yapıtıdır" önermesi, ("tıpkı ressamların resimlerini ya da müzisyenlerin bestelerini yapmaya çalıştıkları gibi, yaşamınızı güzel, ahenkli, duyarlı ve anlamlı yapmaya çalışmak" türü) bir varsayım ya da nasihat değil gerçeğin bir ifadesidir.

eğer yaşam bir insan yaşamı ise -yani irade ve seçme özgürlüğüyle donatılmış bir varlığın yaşamıysa- sanat yapıtı olmaması mümkün değildir.

akışkan modern dünyada, hiçbir değerli etkinlik değerini çok uzun süre koruyamaz.

ürettiği sanat yapıtının sokaklarda ve kamusal alanlarda ya da birinin özel çalışma odasında takdir edileceği konusunda biraz olsun umut olmadıkça, yaşam sanatının çok fazla anlamı yoktur.

yaşam sanatçılarının (bilinçli ya da bilinçsiz ve beceriyle ya da beceriksizce) nakşetme çalışmalarında kullandığı keskiler, onların karakteridir. thomas hardy "insanın kaderi onun karakteridir." derken bu ilkeden bahsediyordu. talih ve onun gerilla birlikleri olan rastlantılar, yaşam sanatçılarının karşı karşıya olduğu seçim gruplarını belirler. ancak hangi seçimlerin yapılacağını belirleyen karakterdir.

løgstrup ve levinas, her iki filozof da başka insanların iyiliği amacıyla yapılan davranışın, eğer tarafsız değilse ahlaki olmadığı görüşünü paylaşır: bir edim, ancak hesaplanmayan, doğal ve kendiliğinden olan ve çoğunlukla üzerinde düşünülmemiş bir insanlık dışavurumu olduğu müddetçe ahlakidir.

bilelim bilmeyelim, isteyelim istemeyelim, beğenelim beğenmeyelim; hepimiz kendi yaşamlarımızın sanatçılarıyız. sanatçı olmak, aksi halde biçimsiz ve şekilsiz olacak şeye biçim ve şekil vermek demektir. ihtimalleri manipüle etmek demektir. aksi halde "kaos" olacak şeye bir "düzen" dayatmak demektir: belirli olayları diğerlerinden daha olası hale getirerek, aksi halde kaotik -gelişigüzel, rastgele ve dolayısıyla önceden kestirilemez- olacak bir grup şeyi "organize etmek" demektir.

23.08.2019

bambi

patti smith

1957 yazında en küçük kardeşim kimberly doğdu. benden on yıl sonra gelmiş, annem dahil herkese sürpriz olmuştu. annemle babamın hastaneye gitmek üzere evden çıkışlarını hatırlıyorum. televizyonda kağıt havlu üreticisi kimberly-clark şirketinin reklamı oynuyordu. annem kardeşime ismini bu reklamdan esinlenerek verdi. bebeği ilk gördüğünde, "ben bu yüzü bir yerden tanıyorum." diye düşünmüş annem; ama nereden olduğunu çıkartamamış. sonradan fark etmiş ki kendi yüzüne bakıyormuş. kimberly, astım ve çeşit çeşit alerjiden muzdarip olsa da son derece neşeli bir çocuktu.

annemin kedisi mittens'la köpeğim bambi'yi de sayarsak küçük evimizde toplam sekiz can olmuştuk. annem kedisini çok severdi, ben de bambi'yi çocuğum gibi severdim. köpeğim iyi bir dosttu, akıllıydı, sessizdi, söz dinlerdi. new jersey'nin güneyinde yeni bir hayat kurmak üzere germantown'dan gelirken onu da yanımızda getirmiştik.

babam, cebinde fazladan bozuk para bulduğunda saçını kestirmeye giderdi. berberi arada sırada beni de kocaman sandalyesine oturtup kaküllerimi düzeltirdi. ama her nasılsa kaküllerim hep yamuk olurdu.

bir gün dükkanına bir sepet dolusu köpek yavrusu getirmişti. minicik collie'si koca bir alman kurduyla çiftleşmişti. yavruların hepsi uzun tüylüydü, en zayıfları hariç. alman kurdunun tüylerini almıştı bu yavru; ama şekli collie gibiydi. küçük bir geyiği anımsatıyordu. sepetin içinde öylesine tatlı ve korunmaya muhtaç görünüyordu ki ona bambi adını verdim.

babam yeni bir köpeğe bakacak paramız olmadığını söyledi. benim payıma düşen yiyecekten yiyebileceğini söyledim. ama babam aslında hâlâ köpeği sambo'nun yasını tutan annemi düşünüyordu. cocker spaniel cinsi, hareketli bir köpek olan sambo, biz ailecek tren yoluna saçılan kömürleri toplarken, bir trenin altında ezilip ölmüştü. ocağımızı yakmaya yetecek kadar kömür dökülürdü o trenlerden. sambo asla söz dinlemez, hep trenin önünde koşardı. annem ölümüyle adeta yıkılmıştı. babam annemin başka bir köpek istemeyeceği düşüncesindeydi. ama bambi o kadar sevgi dolu ve uysaldı ki babam insafa geldi. kısa süren protestolardan sonra -mittens'ın bile ondan hoşlanmış oluşu da dikkate alınarak- ailemize kabul edildi.

aslında şehirden taşınmayı hiç istememiştim. german-town, philadelphia'ya tramvayla kısacık bir mesafedeydi. philadelphia ise kocaman kütüphaneler, sayısız kitaplarla doluydu. ancak yine de woodbury gardens'taki o küçük eve taşındık. burası ailemize ait ilk evdi. hemen sağında bir domuz çiftliği ile bataklık vardı. sokağın karşı tarafındaysa büyük, bakımsız bir çayırlık arazi, onun içinde de eski bir ahır vardı. bu bilmediğim yerleri dolaşırken köpeğimin yanımda olması bana güven verirdi.

mahallemizin ardındaki küçük ormanı keşfe çıkar, bambi'yle birlikte uzun saatler geçirirdik. ne görsem isimlendirirdim. kırmızı kil dağı. gökkuşağı deresi. punk bataklık. her yer hayat doluydu: merak uyandırıcı, enerjik.. zamanla çevremizi takdir etmeye başladım. üzgün bakışlı peri köpeğim bambi'yle birlikte peter pan tarzı yaşayıp gidiyorduk.

kimberly sık sık hastalanıyordu. doktor evimizin alerji yapabilecek her türlü maddeden arındırılmasını emretti ki, değerli ev hayvanlarımız da bu işe dahildi. büyük bir darbe olmuştu bu bana. gerçi durumu anlıyordum, ne bebeğe ne de doktora öfkeleniyordum. hepimiz biliyorduk, kimberly'e yardımcı olmak bizim görevimizdi. ancak mittens'la bambiden vazgeçmek fikri de yüreğimizi burkuyordu.

bambi'yle birlikte kaçmayı düşündüm. ama nereye giderdik? geceleri hayalperestlerin görünmez örtüsüyle örtülü çayırda yatabilirdim. ormanın içine saklanabilir, ağaçların arasına bir kulübe inşa eder, peter pan'daki kayıp çocuklardan biri gibi yaşayabilirdim. ama hayır, asla kardeşlerimi terk edemezdim. kimberly'den asla ayrılamazdım. annemle babam çalışırken beşiğini kim sallayacaktı? kim onu uyurken gözetecek, nefesini tutup bizi sonsuza dek bırakıp gitmediğinden emin olacaktı?

günler hızla geçiyordu. bambi'yi evlerine almayı öneren ailenin gelmesine çok kalmamıştı. birini okuldan hayal meyal tanıyordum. bambi'yi vereceğimi düşündükçe midem bulanıyordu. önceden hiç hissetmediğim derecede yoğun bir sahiplenme duygusu içindeydim. başka birinin benim köpeğime sahip olması fikrine tahammül edemiyordum.

o sabah erkenden kalkıp bambi'yle evden çıktım. sevdiğimiz neresi varsa onu son bir kez götürmek niyetindeydim. kırmızı kil dağı'na yürüyecek, gökkuşağı deresi'nde mola verecektik. yanımda yer fıstığı ezmeli sandviçle biraz köpek bisküvisi getirmiştim.

bambi'yle birlikte oturduk. o, ayaklarımın dibindeydi. etrafı kolaçan ettim. onun için getirdiğim yiyecekleri yemiyordu. biliyor, diye düşündüm. biliyor. neler olacağını saklamaktan vazgeçip ona her şeyi anlattım, tek bir sözcük bile kullanmadan. ona gözlerimle, kalbimle anlattım. yüzümü yaladı. anlamıştı, biliyordum.

bambi nadiren havlardı. üzgün, derin gözlerinde sadece sessizlik vardı. çok geçmeden eve dönme vakti geldi. ama önce onu thomas'ın arazisine götürdüm. otların üzerine uzanıp bulutlara baktık. güneş yüzümü ısıtıyordu. içim geçmiş; bambi'nin çenesiyle patisi göğsümde, uyumuşum.

uyandım. eve dönmek için acele etmemiz gerektiğinin farkındaydım. annemin beni aradığını hisseder gibi olmuştum. koşa koşa araziyi geçtim. ev hemen yolun karşısındaydı.

bambi önümden fırladı. ona seslendim. aniden yolun ortasında durdu. tekrar seslendim ama hareket etmedi. doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. o mesafeden bile kendi yansımamı gözlerinde görür gibi oldum. donakaldım. nereden geldiği belli olmayan itfaiye aracı ona çarparken orada öylece durdum.

itfaiyeci aracı durdurup dışarı çıktı. babam koşarak evden geldi. bambi'yi yerden kucakladığı gibi çalıların -kutsal çalıların- yanına yatırdı. kimse bir şey demedi. kimse ne olduğunu sormadı. itfaiyeci bambi'nin ölümüne neden olduğu için kendisini çok kötü hissediyordu. ama ben biliyordum, onun hatası yoktu.

eğilip köpeğime baktım. hâlâ sıcaktı. üzerinde en ufak bir yara, tek bir kan damlası bile yoktu. uyuyor gibi görünüyordu; ama ölmüştü. annem ağlıyordu. kız kardeşim linda'nın hayret verici güzellikteki mavi gözleri, merhametli yüzünün tümünü ele geçirmiş gibiydi. köpeğimi eski bir battaniyeye sardım babam. dualarımız eşliğinde onu evimizin yanına gömdü.

ağlamadım. duygularım öylesine yoğundu ki beni gözyaşlarının ötesinde bir yere taşıdı. o günü sonradan çok düşündüm. ölmesini ben mi dilemiştim, yoksa o mu yapmıştı? mutlaka biliyordu. ikimiz de onun bir başkasının olmasını istemedik.

21.08.2019

şimdiki zaman

arthur schopenhauer

"şimdiki zaman, güçlü bir tanrıçadır." (tasso)

çoğu kimse fazlasıyla bugünde yaşar, bunlar düşüncesizlerdir; bazıları da fazlasıyla gelecekte yaşarlar, bunlar da korkaklar ve endişelilerdir. çabalama ve umut etme yoluyla, yalnızca gelecekte yaşayanlar, hep ileriye bakanlar ve her şeyden önce hakiki mutluluğu getirecekleri düşünülen gelecek olaylar karşısında sabırsızlıkla acele edenler; ama bu arada bugüne dikkat etmeyen ve onu tatmadan geçip gitmesine izin verenler, çok kurnaz çehrelerine karşın, italya'daki, kafalarına bağlanmış bir sopaya bir demet ot asılan ve bu yüzden hep önlerine bakan ve bu ot demetine ulaşmayı umut ederek adımlarını sıklaştıran eşeklere benzerler. nesneleri gözde küçülten uzaklık, onları düşüncede büyütür. biricik doğru ve gerçek olan, şimdiki zamandır. bu, gerçek olarak doldurulan zamandır ve varoluşumuz sadece bu zamanda yer alır.

20.08.2019

kahramanın çağrısı

"gerçek hitabet, hitabeti umursamaz."

pascal: ateşli insanların, tartışmalarda, bilinçleri onlara başka bir kanıt vermediği zaman, yalnızca gerçek kaygısıyla davranmadan ve bu gerçeği bazen çok sonraları fark ederek, kendi menfaatleri için, üzüntü uyandıran davranışlara kendilerini kaptırdıklarını görmek olağan değil midir?

henri bergson: azizlerin niçin taklitçileri vardır ve iyilikte büyük olan insanlar neden arkalarından yığınları sürüklemişlerdir? hiçbir şey istemiyorlar ve buna rağmen elde ediyorlar. teşvik etmeye gereksinimleri yoktur, yalnızca var olurlar; varoluşları bir çağrıdır.

gustave flaubert: siz, bütün gün, bir sözcük bulmak için, zavallı beynine baskı yaparak başı iki eli arasında kalmanın ne olduğunu bilmiyorsunuz. sizde fikir, bir nehir gibi geniş ve aralıksız akıyor. bende, çok az bir su akıntısı. bir çağlayan elde etmek için bana çok büyük sanat çalışmaları gerekiyor. (george sand'e mektup)

jean-richard bloch: bir çocuk koyu bir maviliğin harikalığı karşısında duralar, haykırır, hayranlığı tüm dünyayı yardıma çağırır. yetişkin bir insan geçer; gazete okuyan, bilgilenmiş bir insandır; bir gözünü riske eder, yarı şaşırmış, yarı yatışmış bir ses tonuyla şöyle der: "ne olmuş?! bu sadece bir bok böceği!" el değmemiş duyumunu adlar dizininin çevresine sokarak, olası bir kazayı daha önce görülmüş bir şeyin içine yerleştirerek sakinleşir ve uzaklaşır.

bergson için iki tür ahlak vardır: "kapalı ahlak" olan birincisi yalnızca toplumsal baskının sonucudur. "açık ahlak" olan diğeri, entelektüel olarak tanımlanmamış da olsa elit bir kişilikte cisimleşen bir ideale özlemdir. kahramanın çağrısıdır.

19.08.2019

son bakışta aşk

walter benjamin

büyük şehir insanını büyüleyen aşktır; ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk.

tinsellik -hiçbir çıkarın, kendi dışında hiçbir şeyin aracı olmayan bir tinsellik- işte insanı özgürleştiren, yücelten tek yaşantı budur.

önce devleti yıkmadan -ki devlet kötü okulları, kötü aileleri gerektirir- hiç kimsenin okulunu ya da babaevini iyileştiremeyeceğini anlamamız epey zaman aldı.

işçinin kaderi, tüm toplumun kaderidir.

moritz heimann bir zamanlar şöyle demişti: "otuz beş yaşında ölen bir adam, hayatının her anında otuz beşinde ölen bir adamdır."

insanlık kurtulmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır.

max unold: bütün sıradan düşler, başkalarına anlatıldığı anda, amaçsız öykülere dönüşürler.

şeyler dünyasında yıkıntılar neyse, fikirler dünyasında da alegoriler odur.

sözcüklerin de bir aurası vardır. karl kraus bunu şöyle betimler: "bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, size o kadar uzaktan dönüp bakacaktır."

"gençliğinizde istediğinizi, yaşlılığınızda bol bol bulursunuz." der goethe.

hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır, on beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. sonradan anlarız: sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.

tarihsel kavrayışla olgunlaşan besleyici meyvenin içinde nadide ama tatsız bir tohumdur zaman.

"homo sapiens'in elli bin yıldan ibaret tarihi" diyor çağdaş bir biyolog, "yeryüzündeki organik hayatın tarihiyle karşılaştırıldığında, yirmi dört saatlik bir günün ancak son iki saniyesi kadardır. uygar insanın tarihi ise böyle ölçüldüğünde, son saatin son saniyesinin beşte birini ancak kaplar."

bir halk inanışına göre rüyaların aç karnına anlatılmaması gerekir. çünkü bu durumda insan uyanık da olsa henüz rüyanın hükmünden kurtulamamıştır.

döşemenin ruhsuz lüksü ancak ölü bir gövdenin varlığında gerçek bir konfora dönüşebilir.

mutlu olmak, korku duymaksızın kendi kendinin farkına varabilmektir.

bir aşk macerası sırasında çoğunluk ebedi bir yuva arar. pek az kişi ise yolculuk. bu ikinciler, toprak anayla temas kurmaktan kaçınan melankoliklerdir. yuvanın hüznünü onlardan uzak tutacak birini ararlar. o insana sadık kalırlar. orta çağ'ın mizaç türlerini anlatan kitapları, bu insanların uzun yolculuklara duyduğu özlemi iyi anlamışlardı.

metrodan açık havaya, parlak gün ışığına çıkıp da hiç sarsılmamış olan kimse var mıdır? oysa daha birkaç dakika önce aşağı inerken güneş gene o kadar parlaktı. yukarıdaki dünyanın havasını bu kadar hızla unutmuş. bu dünya da onu aynı hızla unutacak. kim kendi varoluşu hakkında, iki üç kişinin hayatından hava kadar yakın ve sokulgan bir tarzda geçtiğinden öte bir şey söyleyebilir ki?

uyku bedensel gevşemenin doruğuysa eğer, can sıkıntısı zihinsel gevşemenin doruğudur. deneyim yumurtası üstünde kuluçkaya yatan bir hayal kuşudur can sıkıntısı. yapraklardaki küçücük bir hışırtı onu kaçırmaya yeter.

önem verdiğimiz bütün hayatların, bütün işlerin ve eylemlerin aslında ömrümüzün en sıradan, en uçucu, en duygusal, en zayıf saatinin kesintisizce açılıp genişlemesinden ibaret olduğu doğru mudur?

bir şeyi hayatta ne kadar erken isterseniz, gerçekleşme olasılığı da o kadar yüksek olur. bir istek zamanın içinde ne kadar uzağa uzanırsa, gerçekleşmesi için o kadar fazla umut beslenebilir.

"yaşanan anın özünde bulunan şu onulmaz eksiklik."

bir mabettir tabiat, içinde canlı sütunlar çetrefil sözler fısıldar zaman zaman; insan orda geçer, teklifsiz bakışlarla kendisini süzen sembol ormanları arasından.

"sana tapınıyorum gece kubbesi kadar, ey kederler vazosu, ey büyük sessiz kadın, daha çok seviyorum seni benden kaçtıkça ve bana göründükçe, gecelerimin süsü, yığar gibi, daha çok alaycı, kollarımı mavi genişliklerden ayıran fersahları."

nihayet, devasa, karanlık bir şeyler yığını arasında sessizce yaşayıp ölen siyah bir halk, mukadder içgüdüyü izleyen binlerce insan ve iyilik ve kötülük yoluyla altın peşinde koşan.

bir bakışın aşacağı uzaklık ne kadar fazlaysa, o bakıştan çıkacak büyülenme de o kadar güçlü olacaktır.

görev

fethi naci

edebiyatın görevini basit bir pedagojik görev durumuna getirdiniz mi, yani şiirin, hikayenin, romanın en güzelini yazmak yerine, halka bilinç vermek ya da sömürü koşullarını ortadan kaldırmak adına şiirin, hikayenin, romanın en sıradanını yazmaya giriştiniz mi, istediğiniz kadar yüksek ülkülerden söz açın, bu sıradanlığı kimseye yutturamazsınız. dahası var: edebiyata yüklediğiniz göreve yan çizmiş olursunuz. çünkü edebiyatın dünyanın tanınmasına ve değiştirilmesine katkıda bulunabilmesinin ilk koşulu, yazdığınız şiirin, hikayenin, romanın gerçekten "edebiyat eseri" olmasıdır; bu koşul gerçekleşmemişse, bırakın halkı, sanatçı birey olarak kendinizi bile kurtaramazsınız.

17.08.2019

öğrencinin sorunu

robert m. pirsig

öğrencinin en büyük sorunu, yıllardır kafasında oluşturulmuş, havuç ve kırbaca dayalı köle zihniyetidir; bu, "kırbaçlamazsan çalışmam" diyen, katır zihniyetidir.

küçük çocuklar "yalnızca kendilerinin hoşlandıkları" şeyleri yapmamaları için eğitilirler. peki, neyi yapmaları istenir? elbette başkalarının hoşlandıklarını. kimdir bu başkaları? ana-baba, öğretmenler, müfettişler, polisler, hakimler, memurlar, krallar, diktatörler. tüm otoriteler. "yalnızca senin hoşlandığın" şeyi hor görmek üzere eğitilirsen, elbette başkalarının daha uysal bir uşağı -iyi bir köle- olursun. "yalnızca senin hoşlandığın" şeyi yapmamayı öğrenirsen sistem seni sever.

okul size taklit etmeyi öğretir. öğretmenin istediği şeyi taklit etmezseniz kötü not alırsınız. tüm derece ve not sistemini kaldırırsanız gerçek bir eğitim verebilirsiniz.

15.08.2019

şarlatan

andre gide

hiçbir başyapıt bir iş birliği ürünü değildir.

hiçbir şey herkes için iyi veya doğru değildir; herkese uygulanabilecek hiçbir yöntem, hiçbir kuram yoktur.

herkesin hile yaptığı bir dünyada gerçek insan bir şarlatan gibi görünür.

yeryüzünde kötü olan ne varsa hepsinin şeytandan geldiğine inanmaya çalışıyoruz; başka türlü yapsak, tanrı'yı bağışlamaya güç bulamazdık.

güçlü bir kafanın kaçamadığı düşünsel zindan yoktur.

her güzel nedenin altında, çoğu zaman, kendisinden aşırıldığı sanılan şeyden kazanç sağlamayı bilen becerikli bir şeytan gizlenir.

başkalarının dumanından zehirlenmemek için kendisi de tüttürmeli insan.

aynı kalamamak, azalmak korkusuyla, gelişmek zorunda bulunmak aşka vergidir, aşkı dostluktan ayıran şey de budur.

ön yargılar uygarlığın temel direkleridir.

namuslu kentsoylular kendilerinden başka türlü de namuslu olunabileceğini anlamazlar.

en güzel yollar uçurumlarda biter.

kendi eğimine uymak iyi şeydir; yeter ki yukarı doğru olsun. yaşamda önemli olan, akıntıya kapılmamaktır. bir şey bir başkasını getirir, sonra insan nereye gittiğini bilmez artık.

13.08.2019

bendag

murathan mungan

bol yumaklı bulutların gölgelendirdiği pusarık öğle güneşinin altında, gözleri köpükler içinde sürüklenen kütüklerde, nehrin kavsini izleyerek suyun domuran yerine doğru yol alıyordu bendag. biliyordu: kenevir ilmekleriyle birbirine bağlanan asma köprülerin altından akan bereketli nehirlerde sürüklenen kütükler nice evin çatısını ayakta tutacak direk olur, nice evinse kışlık yakacağı. hangi sahile çıkarlarsa orası kaderleri ve hayatlarıdır artık. ya ev ya ateş.

yaşamında yokluğunu çektiği biriyle konuşur gibi "bir insan, en çok kendi hayatını bilir" diye geçirdi içinden. "ne öğrenirse öğrensin, en çok kendi hayatını. değil mi ki bedenimize hapsolmuşuz, her şeyimizle bir hapistir bu. başkalarıyla paylaştığımızı sandığımız düşüncelerimiz bile yalnızca bizimdir. evde ya da ateşte."

nehrin içinde sürüklenen kütükleri bu düşüncelerle izliyor; evini ateşe vermiş, yollara düşmüş bu gezginin zamanı ölçen yurtsuz adımlarıyla yürüyordu nehrin geniş ağızlı kavsini. kimi zaman su kenarlarına kurulmuş, iyice pişirilse bile acılığını yitirmeyen pelitlerin, söğüt dallarına dizilmiş alabalıkların durduğu balıkçı tezgahlarının önünden gülümseyerek geçiyordu.

hakkında sıkça yazılıp söylendiği gibi her zaman evsizliğin şiiri olmuştu onunki. kendini sokaklara, başka kentlere, denizaşırı topraklara vurması evlere, ev içi hayatlara inançsızlığından değildi; o yerkürenin kendisini bile evi gibi hissedememişti ki hiç! tedirginliğinin bir kabuğu yoktu. çırılçıplak bir tedirginlikti onunki. insanın içini çizen saydam bir cam; her adımında etinde kımıldadığını duyduğu kesici bir aletin, göğüs kafesinin içinde öylece duran varlığı.. iyi şiir yazıyor olması onu yalnızca sakinleştirmiş; ama iyileştirmemişti. belki de şiirin böyle bir gücü yoktu; en azından sahibine yoktu. yerküredeki yabancılığına her an acıtıcı bir çıplaklıkla tanıklık eden savunmasız gözlerle bakıyordu çevresinde olup bitenlere. yaşamda her şeyin geçici olduğunu bilmenin varoluş kederini sürekli diri tutan o umarsızlık bilinciyle, yerküredeki her şeyi dolgun bir yürekle cömertçe, sabırla, karşılıksız seviyor ve sonra yaşamın ona görmeyi armağan ettiği ne varsa yerküreye yeniden şiir olarak geri veriyordu. kendi yaşamında erken barıştığı, artık varlığının kopmaz bir parçası haline gelen geçiciliğe ilişkin bu farkındalık hüznü belli anlarda yüzünde zamanın dışına çıkmış bir gülümseyiş olarak beliriyordu. o, zamana gülümsüyordu.

ilk ustası, "ölümü o kadar erken keşfetmişsin ki, korkuyorum senden" demişti çok yıl önce. bendag ise kendi farkında olmadığı bu keşfin o kadar içindeydi ki bu sözlere yıllarca hak ettiği anlamı veremedi.

yol üstüne, yolculuk üstüne edilmiş ne çok söz olduğunu düşünüyor şimdi. "uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur" denirdi. "yola rehber olmadan önce, yolun rehberliğine açık olmak gerekir" denirdi. "yol düşüncelerle hafifler. çıktığımız yol, içimizde de uzar gider. yol bizi derinleştirir. kendimiz bir yol oluruz" denirdi.

kimilerine göre yolun sardığı yaralar, yurdu olanların yaralarıdır. bir yerden bir yere giderken alınan yaralara ise başka yollar çare olur. bendag, kendisinin bir yurdu olmadığını anladığında, yurt yaralarıyla yol yaralarını ayırmayı öğrenmiş şifasız bir yolcu olarak çoktandır yollara vurmuştu kendini. kaybolmayı seviyordu. belki bulacak bir kendi bile yoktu; ama kendini arar gibi kaybolmayı seviyordu. belki de şiiri bu yüzden sahici, güçlü ve bir biçimde uzaktı. her yere uzak. öte yandan hep yanıbaşımızda.

özellikle son zamanlarda bazen ilk ustasının bir zamanlar bendag'ta keşfetmiş olduğu her şeyi kendisine söyleyip söylemediğini merak etmeye başlamıştı. sanki ustası zamanında söylediklerinden çok daha fazlasını onda görmüş; ama bunların tümünü dillendirmiş olmaktan- belki de genç bendag'ı ürkütmemek için- kaçınmıştı. bu konuya ilişkin içinde hiç solmayan merak anakara'ya dönmeye karar vermesiyle daha da artmış; bu da galiba ilk ustasını ve onun sözlerini yol boyu sıkça düşünmesine, anmasına neden olmuştu. nereye gitse içinde nicedir bir iç sese dönüşmüş ustasıyla konuşuyordu; yaşadıklarını sürekli onun sesiyle paylaşma, onun söyledikleriyle anlamlandırma gereği duyuyor; bunun da bir tür yoldaşlık çeşidi olduğunu düşünüyordu. "ustaların gölgesi uzun olur" diyerek zamanında onu uyaran ustası bütün iyi ustalar gibi onu çıktığı hiçbir yolda yalnız bırakmamıştı.

"ölülerimiz, yaşayan bir parçamızdır biz yaşadıkça." diye geçiriyor içinden bendag. "ne yazık, ben öldüğümde, ustam da ölmüş olacak!"

akıllı hans

yuval noah harari


1900'lerin başında almanya'da akıllı hans adında ünlü bir at vardır. almanya'yı baştan aşağı dolaşan hans, gittiği yerlerde alman diline olan hayret verici yeteneğini ve daha da ilginci, matematik zekasını sergilen "hans, üç kere dört kaçtır?" diye sorulduğunda toynağını on iki kere vurur. yazılı bir mesajla, "yirmiden on bir çıkarsa kaç kalır?" diye sorulduğunda takdire şayan bir prusya dikkatiyle tam dokuz kere tıklar.

1904'te alman eğitim kurulu, bir psikolog başkanlığında bilimsel bir komisyon görevlendirip durumun araştırılmasını isten bir sirk müdürü ve veterinerin de aralarında bulunduğu on üç kişilik komisyon tüm bu yeteneklerin uydurma olduğundan emindir; ancak ellerinden geleni yaptıkları halde bir dalavere ya da sahtekarlık izine rastlayamazlar. hans sahibinden ayrılıp kendisine soru soran yabancılarla tamamen yalnız bırakıldığında bile soruların çoğunu doğru yanıtlar.

1907'de yeni bir araştırmaya girişen psikolog oskar pfungst sonunda gerçeği ortaya çıkarır. meğerse hans muhataplarının beden dilini ve yüz ifadelerini dikkatle gözlemleyerek doğru cevapları buluyordur. hans üç kere dördün kaç olduğu sorulduğunda geçmişteki deneyimlerinden yola çıkarak, insanların ondan toynaklarını belirli bir sayıda vurmasını beklediğini bilir. tık tık toynaklarını vururken bir yandan dikkatle insanları incelemeye devam eder. doğru sayıya yaklaştıkça insanlar daha da gerilir, doğru cevabı verdiğindeyse gerilim zirveye ulaşır. hans da insanların davranışlarından ve ifadelerinden bu gerilimi okumayı öğrenir. tıklamayı bırakınca gerilimin yerini hayranlık ve kahkahalara bırakmasını izler; böylelikle doğru yaptığından emin olur.

hayvanları insansılaştırma eğilimindeki insanların sık sık hataya düşerek hayvanlara sahip olduklarından daha harikulade yetenekler bahşetmesinin en iyi örneği akıllı hans'tır. ne var ki asıl dersimiz bu değil; tam aksine hans'ın hikayesi, hayvanları insansılaştırarak diğer canlıların özgün yeteneklerini ve hayvan bilişini küçümsediğimizin somut bir göstergesidir. söz konusu matematikse hans bir dahi olmayabilir. sekiz yaşındaki herhangi bir çocuk çok daha iyisini yapabilir; ancak beden dilinden duygu ve niyetleri okuyabilmekte hans sınır tanımayan bir yetenektir kendi dilinde bana üç kere dört kaç diye soran bir çinli'nin duruşundan ve bakışlarından ayağımı yere vurarak doğru cevabı bulmama imkan yok. akıllı hans, atlar beden diliyle anlaştığı için bu yeteneğe sahiptir. hans'ı inanılmaz yapansa bunu sadece diğer atların değil yabancı insanların duygu ve niyetlerini çözmek için de kullanabilmesidir.

12.08.2019

özgür insan

jiddu krishnamurti

gerçek özgürlük arayışı, beraberinde kendi aydınlanmasını getiren, böylece sizi belli şeyleri yapmaktan kurtaran farklı bir süreçtir.

hiç kuşkusuz, bizim bu dünyada ihtiyaç duyduğumuz şey, daha fazla taklitçi, daha fazla lider ve daha fazla takipçi değildir. bizim şimdi ihtiyaç duyduğumuz şey tüm bu sorunları yüzeysel veya üstünkörü değil de derinlemesine incelemeye başlayan insanlardır. ancak o zaman zihin yaratma özgürlüğüne, düşünme özgürlüğüne, sevme özgürlüğüne sahip olabilir.

özgür bir insan kendini asla belli bir ülkeye, sınıfa ya da düşünce biçimine ait hissetmez. özgürlük dosdoğru her seviyede özgürlük demektir ve sadece belli bir çizgide düşünmek özgürlük değildir.

yeni bir dünya korkudan, batıl inançtan, kimi insanların yeni dünya idealinden değil; ancak özgürlükten doğabilir.

o halde insan geleneğin hapishanesinin duvarlarını yıkıp gerçek olanı, doğru olanı kendi başına bulmalıdır. o kişi ne kadar iyi, saygın ve heyecan verici olursa olsun ve insan kendini o kişinin huzurunda ne kadar mutlu hissederse hissetsin, kişi başkalarının peşinden gitmeyip kendi başına deneyimleyerek keşfetmelidir. önemli ve anlamlı olan, geleneğin yarattığı değerleri ve insanların söyledikleri tüm o iyi, faydalı ve kayda değer şeyleri kabullenmeden araştırabilmektir. kabul ettiğiniz anda uyum göstermeye, taklit etmeye başlarsınız ve uyum göstermek, taklit etmek, takip etmek insanı asla özgür ve mutlu kılmaz.

11.08.2019

din şurası

ilhan selçuk

cumhuriyet tarihinde ilk din şurasının çalışmaları ankara'da sürüyor. başkentte düzenlenen din şurası'nın adı yerli yerine oturmamış. "islam şurası" mı denmeliydi? çünkü bu şura, anadolu'daki çeşitli dinlere ve mezheplere açık değil, kapalı. ama "islam şurası" da olmaz. çünkü alevilere kapalı. en iyisi, bu şura'ya "sünni şurası" adının verilmesiydi, yakışırdı. din şurası'nda kadın da yok.

alevi yok, kadın yok; diyanet işleri başkanlığı, cumhurbaşkanı ve başbakan'ın katılımıyla din şurası'nı açıyor; adımız da laik devlete çıkıyor.

diyanet işleri başkanı mehmet nuri yılmaz diyor ki:

"ateizmi devlet ideolojisine dönüştürmüş rejimler çöktü."

batı kendi içinde bu sorunu yaşıyor; ama biz islam dünyasına bakalım: açlık, sefalet, rezillik, kölelik, gerilikten gayrı ne var?

din şurası sonuçlandı.

şura kararlarından en ilginç olanlarının altını çizen bir özet:

- din görevliliğinin cazip hale getirilmesi için din görevlilerinin maddi durumları düzeltilmeli.

- cezaevi, ıslahevi, hastane gibi yerlerde yapılan "irşad" (yol gösterme) hizmetlerinin yasal bir dayanağa kavuşturulması için çalışılmalı.

- diyanet işleri başkanlığı'nın özel radyo ve televizyon yayınlarına başlaması gerekir; yayınlara geçinceye kadar yasal düzenlemeler yapılırken yeterli teknik eleman ve program uzmanları yetiştirilmeli.

- dini öğretim veren orta ve yükseköğretim kurumlarında uygulamaya ağırlık verilmesi.

- zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması halinde kuran kurslarının zarar görmemesi için 222 sayılı ilköğretim kanunu'nun değişiklik yapılmasına ilişkin yasa tasarısında kuran kurslarının zorunlu eğitimden sayılmasının sağlanması.

- camisi olmayan köy ve mahallelere ilgili devlet kuruluşları ve belediyelerce cami yaptırılmalı; imar planlarında bu konuda değişiklik sağlanmalı.

- isteyenlerin resmi nikahlarının müftüler tarafından kıyılması.

- çalışanların cuma namazlarını kılabilmeleri için mesai saatlerinde düzenleme yapılması.

- yeni imam-hatip liselerinin açılması.

ne istiyor diyanet işleri başkanlığı'nın düzenlediği 1. din şurası? resmi nikah dini nikaha çevrilsin, kuran kursları 8 yıllık ilköğretim yerine sayılsın, orta ve yükseköğretim kurumlarında din eğitimi uygulamalı olsun, diyanet işleri başkanlığı, cumhurbaşkanlığı'na bağlı özerk bir konuma kavuşsun.

şeyhülislamlık ihdası mı?

dinde devletçilik, gide gide şeriatçılığın cumhuriyet türkiyesi'ndeki yatırımına dönüştü.

10.08.2019

giyotin

victor hugo

pamiers'te geçen eylül ayının sonlarına doğru bir infaz yaşandı. eylül ayının sonunda, cezaevinde sakin sakin kağıt oynayan bir adama iki saat sonra ölmesi gerektiği bildirildi. altı aydan beri ölümü hiç düşünmeyip unuttuğu için bütün bedeni titredi. tıraş edildi, elleri ve ayakları bağlandı, günah çıkartıldı, dört jandarmanın eşliğinde kalabalığın arasından arabayla giyotin sehpasına götürüldü.

cellat rahipten teslim aldığı mahkumu sehpaya yatırıp bıçağı aşağı bırakmış. güçlükle harekete geçen ağır demir üçgen yivlerden sarsılarak aşağı düşüp adamı öldürmeden boynunu yardığında dehşet anları başlamış. adam korkunç bir çığlık atmış. canı sıkılan cellat, bıçağı yukarı çekip yeniden bırakmış. mahkumun boynunu ikinci kez ısıran bıçak yine koparamamış. mahkumla birlikte kalabalık da haykırmaya başlamış. üçüncü darbenin bu işi bitireceğini uman cellat bıçağı yeniden yukarı kaldırıp aşağı bırakmış. sonuç yine aynı. mahkumun ensesinden üçüncü bir kan deresi akmasına rağmen üçüncü darbe de başı koparamamış.

beş kez inip kalkan bıçak, inleyen ve canlı başını sallayarak merhamet dileyen mahkumu öldürememiş. öfkelenen halk yerden aldığı taşları sefil cellada fırlatmış. giyotinin yanından kaçan cellat jandarmaların atlarının arkasına sığınmış. giyotin sehpasında tek başına kaldığını fark eden mahkum, boynundan kanlar fışkırırken omzundan sarkan yarı kesik başını tutarak ürkütücü bir şekilde doğrulup boğuk çığlıklarla kafasının koparılmasını istemiş. merhamet duygularıyla coşan halk, jandarmaları zorlayıp ölüm cezasını beş defa çeken bahtsızın yardımına koşmak üzereyken, celladın 20 yaşında bir genç olan uşağı giyotin sehpasına çıkıp mahkuma ellerini çözeceği için sırtını dönmesini söylemiş ve hiçbir endişe duymadan söyleneni yapan can çekişen adamın sırtına sıçrayıp elindeki kasap bıçağıyla boynunun hala kopmayan kısmını acımasızca kesmiş.

üç ay önce de dijon'da giyotin sehpasına bir kadın getirildi. doktor guillotin'in bıçağı bu kez de işini iyi göremedi. kafa tamamen kesilmedi. bunun üzerine celladın uşakları kadının ayaklarına sarılıp çekiştirerek bahtsızın çığlıkları arasında bedeni kafadan ayırmayı başardılar.

9.08.2019

türk, övün, çalışma, kıskan!

zülfü livaneli

devletin ve terörün baskılarını ağırlaştıran bir durum da kendine 'sol aydın' adını veren bir takımın bana uyguladığı saldırı kampanyasıydı. belki size biraz tuhaf gelebilir ama o kan ve ateş günlerinde bile yarı-aydın sanatçı kesimi, birbiriyle uğraşmayı ve kıskançlık krizlerinin sebep olduğu dedikodu alışkanlığını bırakmamıştı. genellikle barlarda toplanıyor ve onu bunu çekiştirerek vakit öldürüyorlardı. hiçbirinin de elle tutulur bir yaratısı yoktu.

bunlar için bir arkadaşlarının ufak tefek başarıları hoşgörülebilir, sırayı bozmadığı ve kategoriyi değiştirmediği sürece bağışlanırdı. ama iki şey bağışlanmazdı: halkla ve dünyayla ilişki. eğer yaptığınız iş halkta yankılanıyorsa hapı yuttunuz demekti. bundan da kötüsü, batı'da bir şeyler yapmak ve adını duyurmaktı. böyle bir başarı, bizim yarı-aydınların içine yılan gibi çörekleniyordu.

bu yüzden yıllarca yaşar kemal'i çekiştirmişler, alay etmişlerdi. bir arkadaşlarının batı'da ünlü olması ve kitaplarının yayımlanması onları çileden çıkarıyordu. en yaygın söylenti, o kitapları yaşar kemal'in eşi thilda kemal'in yazdığıydı. yoksa yaşar kemal o kitapları nasıl yazabilirdi?

batı'da yaşar kemal kitapları yayımlayan yayınevi sahiplerinin thilda'nın akrabaları olduğunu anlatıyorlardı. bununla da yetinmeyerek yaşar kemal'i siyonist odakların meşhur ettiği konuşuluyordu. hatta anlı şanlı bir edebiyatçımız bir gün yaşar kemal'den le monde'a makale yazması için yardımda bulunmasını rica etti. yaşar kemal böyle bir gücünün bulunmadığını söyleyince de hayretle, "aaa!" dedi, "le monde'un müdürü senin kayınbiraderin değil mi?" olumsuz cevap üzerine gösterdiği tepki ise daha da ilginçti: "o zaman senin hakkındaki onca yazı nasıl çıkıyor orada?"

bir romancı arkadaşlarının başarısı karşısında canı yanan sanatçı takımının tepkileri işte böyleydi.

7.08.2019

jorge luis borges

alberto manguel

"düş tadında bir öykü yazmak istedim hep." demişti borges, "başarabildiğimi sanmıyorum."

paradokslar, sessiz ve aydınlatıcı deyiş biçimleri, zarif saçmalıklar konusunda özel bir yeteneği vardı, beş-altı yaşlarındaki yeğenini şöyle azarlamıştı bir defasında: "uslu durursan bir ayıyı düşünmene izin veririm." aptallığa hiç tahammülü yoktu, gerçekten kalın kafalı bir profesörle tanıştıktan sonra "kafası çalışan bir sahtekarla konuşmayı yeğlerim." demişti.

"bütün edebiyatlar epikle başlar." derdi epiği savunmak için, "mahrem ya da duygusal şiirle değil." bunu açıklamak için de odysseia'dan alıntı yapardı: "tanrılar insanlar arasına düşmanlıklar sokar ki sonraki kuşakların, şarkısını söyleyebilecekleri bir şeyleri olsun." epik şiir borges'in gözlerini yaşartırdı.

victor hugo'nun "sevmek, harekete geçmektir." sözünü anımsatır; ama bunun, kadınlardan gizlenmesi gereken bir gerçek olduğunu eklerdi. 

borges tanıdığı yazarlardan söz ederken onların arkadaşı olarak değil, okuru olarak konuşuyor daha çok. dostluğun dünyasında bile okurluk rolü ağır basıyor. yazarlık değil, okurluk. okurun, yazarın işini devraldığına inanıyor. "bir şairin ne yapmayı amaçladığını bilmeden, onun iyi mi kötü mü olduğunu bilemezsin." diyor bana, "ve bir şiiri anlayamazsam, niyetin ne olduğunu da bilemem."

ilahiyat okumalarından büyük keyif alırdı. "arjantinli katoliklerin tam tersiyim." demişti bana. "onlar inanır ama ilgilenmez; ben ilgilenirim, ama inanmam." aziz augustinus'un hristiyan simgelerini metafor olarak kullanmasını çok beğenirdi. "isa'nın haçı bizi stoacıların döngüsel labirentinden kurtardı," diye augustinus'tan alıntı yapardı büyük bir zevkle. sonra da eklerdi: "ama ben yine de o döngüsel labirenti yeğliyorum."

sona kavuşmak için sabırsızlandığını söyledi. ölümsüzlük istediğini yazan unamuno'yu anlayamıyordu. "ölümsüzlük istemek için bir adamın deli olması gerekir, değil mi?"

yenilik uğruna yapılan yenilikle (gençliğindeki deneylerden sonra) ilgilenmiyordu. bir yazarın, okuru şaşırtma kabalığını göstermemesi gerektiğini söylerdi. edebiyatta, hem bariz hem de akıl almaz sonları arardı. dahi çocuklardan bıkan ulysses'in yeşil ithaka'yi gördüğünde sevgi gözyaşları dökmesini anımsatarak, şöyle derdi: "sanat o ithaka gibi olmalıdır -dahi çocukların değil, yeşil bir sonsuzluğun sanatı."

"her ölümle yiten küçük bilgelikler bana çok dokunuyor." diye bilgece yazmıştı borges, gençken.

"süzülür de süzülür -kuğu- sessiz gölde
hüzünlü insanları bekler düşte
altın bir gondol durur üstünde
bavyeralı ludwig'in gelini için."

"kimse onu oydaşık gecede karaya çıkarken görmedi, kimse bambudan kanonun kutsal çamura batışını da görmedi; ama birkaç gün sonra hiç kimse, bu ketum adamın güney'den geldiğini ve memleketinin nehrin yukarısında, dağın sert yamaçlarında, zent dilinin yunancayla kirlenmediği ve cüzzama pek ender rastlanan topraklardaki sayısız köyden biri olduğunu göz ardı etmedi."

"genç şaire:
boşver, ilerleyeceğim diye
heveslere kaptırma kendini
denizler kadar yazsan bile
borges çoktan yazmıştır hepsini."

aramızdaki

birhan keskin


unutmadım aramızdaki beceriksiz dili
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu
geldikçe anlıyorum ki, biz
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile

insanın taşrası

elias canetti

kitaplar olmazsa hazlar kurur.

ermiş kişi, bütün ahlaki acıları kendisine karşı yöneltmeyi başarmış olan kişidir.

küçük insan, birilerinin peşinden gittiği için, kendi peşinden gelenlerini yaratır.

içinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.

bilge, yaşamı boyunca bir çocuk olarak kalır.

bir savaş, hep insanlık adalet düşüncesine sanki daha hiç varmamışçasına cereyan eder.

birbirinizin karşısına çıplak çıkmak zorunda olsaydınız birbirinizi gırtlaklamak daha zor gelirdi. şu öldürücü üniformalar!

mit, insanların yaratabilecekleri en kalıcı şeydir.

her aptal, istediği anda en karmaşık kafayı bile kargaşaya sürükleyebilir.

gerçek sanat, sevmenin beraberinde getireceği nefreti biriktirmeksizin sevebilmek olurdu.

gözleri görmeyen adam, tanrı'dan bağışlanma diliyor.

tarihten artık bir şeyler çıkaramayanların işi bitiktir, ulusların da.

artık hiçbir haritaya bakamıyorum. kentlerin adları yanık et kokuyor.

bir yaşamın asıl bütünlüğü, gizli bir bütünlüktür ve en etkin olduğu nokta da kendini kasti olmaksızın gizlediği noktadır.

en güç şey, insanın zaten bildiği bir şeyi hep yeniden keşfetmesidir.

6.08.2019

özgürleşme

henri delacroix: sanat hem özgürleşme hem de yaratmadır.

spinoza: yüce mutluluk erdemin ödülü değildir; ödül, erdemin kendisidir.

ernest bersot: acı, kara ilaçtır. acı, engellenmiş istektir, durdurulmuş harekettir, kötürümleştirilmiş yaşamdır.

raymond polin: değerlerin gerçeği yoktur; yalnızca eylemin gerçeği vardır.

jacques maritain: bilgeliğin özünden ve barışından yararlanamayan sanatçı, zekanın ve spekülatif yaşamın acımasız gereksinimlerinin tutsağı olur ve zamansal üretimin ve pratiğin tüm kölece sefaletlerine mahkum olur.

william blake: tasarım bir evre değildir, insansal varoluşun kendisidir.

maurice pradines: kişinin, elde etmek için kendini feda ettiği diğerinde sevdiği şey kendisidir.

fenelon: iyi tarihçi, hiçbir zaman hiçbir ülkeye ait olmayan tarihçidir; vatanını sevse de hiçbir zaman ona nedensiz övgüler yağdırmaz.

francis herbert bradley: iyi istencin dışında hiçbir şey ahlaklı değildir.

descartes: okul mantığı, insana bilinen şeyleri öğreten veya bilinmeyen şeylerle ilgili muhakemesiz bir sürü sözler söyleyen ve böylece sağduyuyu geliştirmekten çok engelleyen bir diyalektikten başka bir şey değildir.

wittgenstein: gelecek olaylar şimdiki olaylardan çıkarılamaz. nedensel bağlılık bir boş inançtır.

lucien laberthonniere: aşk kaynaktır, araçtır ve amaçtır. her şeyi hesaba katan, aydınlatan, açıklayan nihai akıldır. ve aşk öz olarak özgür olduğu için, özgürlük şeylerin temeli olarak tepede hüküm sürmektedir.

hayranlık

thomas bernhard

tüm dünyayı birden karikatüre çevirmelisiniz. dünyayı karikatüre çevirme gücünüz vardır. düşüncenin en yüksek gücü, gerekli olanı, bu biricik hayatta kalma gücü.

yalnızca sonunda gülünç bulduğumuz şeye hakim olabiliriz. yalnızca dünyayı ve onun üzerindeki yaşamı gülünç bulduğumuzda ilerleyebiliriz. daha başka, daha iyi bir yöntem yoktur. gerektiği anda sona erdirmediğimiz takdirde hayranlık duyma durumu içinde uzun süre dayanamayız ve mahvoluruz.

zaten ömrüm boyunca hayran olmanın çok uzağındaydım. hayranlık duyma bana yabancıdır. mucize olmadığına göre benim için hayranlık duyma hep yabancı kaldı. beni, hayranlık duyan insanları, bir hayranlık yüzünden hastalananları görmek kadar iten başka bir şey yoktur.

insanlar bir kiliseye giderler ve hayranlık duyarlar, bir müzeye giderler ve hayranlık duyarlar. bir konsere giderler ve hayranlık duyarlar, bu iticidir. gerçek akıl, hayranlık tanımaz, bilgi edinir, saygı duyar, dikkat eder, hepsi bu. insanlar bir sırt çantası dolusu hayranlıkla tüm kiliselere ve tüm müzelere giriyorlar ve bu yüzden de hep şu iğrenç bükülmüş yürüyüşe sahipler, hepsinin kiliselerde ve müzelerdeki yürüyüşü böyle.

şimdiye kadar hiçbir insanın tamamen normal olarak bir kiliseye ya da bir müzeye girdiğini görmedim ve en iğrenç olanı da insanları knossos ya da agrigent'te, hayranlık yolculuklarının amacına ulaştıklarında gözlemlemek; çünkü bu insanlar bir hayranlık yolculuğu dışında yolculuk yapmıyorlar.

hayranlık kör eder, hayranlık duyanı budalalaştırır. insanların çoğu bir kez hayranlığa kapıldılar mı artık hayranlıktan kurtulamaz ve böylece budalalaşırlar. insanların çoğu sırf bu yüzden budaladır ömür boyu, hayranlık duydukları için. hayranlık duyulacak hiçbir şey yoktur, hiç ama hiçbir şey.

insanlar için saygı duymak ve değer vermek çok güç olduğu için hayranlık duyarlar, bu daha kolaydır onlar için. hayranlık saygı duymaktan, değer vermekten daha kolaydır, hayranlık budalanın niteliğidir. yalnızca budala hayranlık duyar, akıllı hayranlık duymaz, saygı duyar, değer verir, anlar, böyledir. ama saygı duymak ve değer vermek ve anlamak için düşünce gerekir ve insanların düşünceleri yoktur. düşüncesizdirler ve gerçekten tamamen düşüncesizce piramitlere ve sicilya sütunlarına ve pers tapmaklarının önüne yolculuk yaparlar ve kendilerini ve budalalıklarını hayranlıkla etkilerler.

hayranlık durumu, düşünce zayıflığı durumudur. düşünce zayıflığının bu durumu içinde hemen hemen herkes varlığını sürdürür. bu düşünce zayıflığı durumu içinde gelir herkes sanat tarihi müzesine. insanlar bu hayranlıklarıyla ağır bir yükü sürüklerler. hayranlıklarını paltolarını aşağıdaki vestiyere verir gibi vermeye cesaretleri yoktur. bu yüzden, hayranlıkla dolu olarak, zorla tüm bu salonlarda sürüklerler kendilerini. insanın midesi bulanır bunu gördüğünde.

hayranlık, cahil diye anılanların bir belirtisi değildir yalnızca, tam tersine, çok korkunç, evet gerçekten de ürkütücü ölçüde, daha çok eğitimli denilen kişilerin bir belirtisidir ki bu çok daha iticidir. cahil, hayranlık duyar; çünkü hayranlık duymamayı beceremeyecek kadar aptaldır. eğitimli ise bu iş için çok sapıktır. cahil denilenin hayranlığı çok doğaldır, eğitimli denilenin hayranlığı ise doğrudan doğruya sapıkça bir sapıklıktır.

sondeyiş

metin altıok



dolaştım yıllardır şurda burda
ucuz otellerde kaldım

iğne iplik taşıdım yanımda
bir düzen tutturamadım

kadınlar da oldu elbet yaşamımda
biri hariç hepsini bağışladım

sınadım kendimi karşılıklı acıyla
ben hep ölüme ve aşka inandım

bir şey var dokunur bana
yüzüme uymayan iğreti adım