charles bukowski
bir garson. göğüslerine, kalçalarına, dudaklarına ve gözlerine baktım. zavallı. ne zavallısı? acınası orospu çocuğunun tekini söğüşlemekten başka bir şey düşünemiyordu muhtemelen.
tanrım, her yer kadın doluydu, yarısından fazlası adamın çükünü kaldırıyordu ve elden bir şey gelmiyordu -bakıyordunuz sadece. kim tasarlamıştı bu korkunç numarayı? ama bir yandan da hepsi birbirine benziyordu, bir papatya tarlası. hangisini seçerdin? hangisi seni seçerdi? önemi yoktu, hüzün vericiydi. seçimler yapıldıktan sonra da zaten yürümezdi, kimse için. dediklerine kulak asmayın siz.
düğün bitmiş, ortalık daha da soğumuştu. herkes birbirine bakıyordu. insan ırkını asla anlayamayacağım; ama birinin şarlatanı oynaması gerekiyordu. yeşil kravatımı çıkarıp fırlattım. "hey! orospu çocukları! acıkmadınız mı?" masaya gidip peynir atıştırmaya başladım. birkaç kişi yerinden kalkıp bana katıldı. yapacak başka şey yoktu. onları orada bırakıp viski almak için mutfağa gittim.
bir şey için cezalandırılıyordum. tabut mu? her neyse -arabamın kullanılması ya da şarlatanlığım ya da sağdıçlığım.. işlerine yaramazdım artık. insanlık beni hep iğrendirmiştir. onları özellikle iğrenç kılan akraba ilişkileri hastalığıydı, ki buna evlilik, güç değiş tokuşu ve yardımlaşma, mahalleniz, bölgeniz, şehriniz, ülkeniz, devletiniz, milletiniz de dahil. hayvanca korku aptallığı ile vızıldayıp durdukları kurtuluş kovanında herkes birbirinin kıçına yapışmıştı.
bir adam aya ayak basınca onlar da basmış oluyorlardı. ama açlıktan ölen biri onlardan üç kuruş istemesin -kimlik yok, siktir git, bok kafalı! sivil dolaştıkları zaman tabii ki. bir polisten para isteyen bir aç görülmemiştir henüz. hiç süpheniz olmasın.
aslında bütün korkunç gerçek kimsenin elinden hiçbir şey gelmediğiydi. şairler şiir yazamıyorlardı, tamirciler arabaları tamir edemiyorlardı, dişçiler diş çekemiyorlardı, berberler saç kesemiyorlardı, cerrahlar neşterle çuvallıyorlardı, çamaşırhaneler gömleklerini ve çarşaflarını yırtıyor, çoraplarını kaybediyorlardı; ekmeklerden ve fasulyeden diş kıran küçük taşlar çıkıyordu; futbolcular korkaktılar, telefoncular sübyancı; valiler, bakanlar ve başkanlar örümcek ağına yakalanmış sümüklü böceklerin sağduyusuna sahiptiler.
insanlar aslında orada olmayan bir şeylerin peşinde koşturup duruyorlar. insanın kendi ile yüzleşme korkusundan başka bir şey değil, yalnız kalma korkusu. ben kalabalıktan, bir şeylerin peşinde koşturup duran kalabalıktan korkarım asıl; norman mailer okuyan, beyzbol maçlarına giden, bahçelerini sulayıp ellerinde kürekle toprağa eğilen insanlardan.
asansörle yukarı çıkıp camlı bölmeye gittim. yüzlerce bebek feryat ediyordu. cam bölmenin gerisinden duyabiliyordum seslerini. sürüp gidiyordu. şu doğum işi. ve ölüm. herkes sırasını savıyordu. yalnız geliyor, yalnız gidiyorduk. ve çoğumuz yalnız, korkulu, yarım hayatlar yaşıyorduk. tarifsiz bir keder kapladı içimi. ölüme mahkum bu hayatları görmek. bu yeni hayatçıkların nefrete, sıkıntıya, nevroza, aptallığa, korkuya, cinayete, hiçliğe dönüşeceklerini bilmek - yaşamda hiç, ölümde hiç.
öğrenci sayılırım hâlâ. hiçbir şeye kapalı değilim, yarı-zenci, anne beyaz, baba zenci, aynı zamanda düştük o boktan ise, ortak bir yan. daha çok sonsuza dek bokun içinde yüzmek istemediğimiz için. her ne kadar bok iyi bir hoca olsa da insanın alabileceği dersler sınırlıydı, sonra boğulup gidiyordunuz bokun içinde.
pekala, tanrının bütün çocukları gitti. yatağıma döndüm. ölüyordum sadece, kimsenin umurunda değildi, benim bile umurumda değildi, titreme nöbeti geldi yine. ne bulduysam örttüm üstüme, nafile, beynim de üşüyordu - beynin bütün insani serüvenleri bir yutturmacaydı sanki, doğduğum andan itibaren bir grup dolandırıcının arasına düşmüştüm ve dolana dolanmıyor ya da katılmıyorsan ölmüştün, dışardaydın. dolap sıkı sıkıya örülmüştü. yüzyıllardan beri böyleydi ve dikişleri patlatmanın hiçbir yolu yoktu, dikişleri sökmek istemiyordu, fethetmek istemiyordu; shakespeare'in kötü olduğunu, creeley'nin korku olduğunu biliyordu; önemi yoktu, tek istediği küçük bir odaydı, bir başına, bir başına.
soyundum, kamışı sabunladım, ayak parmaklarımı somyanın yaylarına geçirip tesbih böceği gibi kıvrıldım. aynı şey -iki santim. her şeye sahip olamıyordu insan hayatta. uzanıp tolstoy'un savaş ve barış'ını aldım, ortasından açıp okumaya başladım. değişen bir şey yoktu. hâlâ kötüydü.
bir tek güneş iyiydi; ama yetinmeyi bilmeli insan.