martialis: her yerde olan hiçbir yerde değildir.
charles bukowski: gerçek kahkaha bire yirmi veren atı bulmaktır.
yuval noah harari: zihnimiz hazların geçici ve anlamsız titreşimlerden ibaret olduğunu kavradığında, duyduğumuz arzuyu da kaybederiz. hızla ortaya çıkıp kaybolan bir şeyin peşinde koşmanın ne anlamı olabilir?
paulo coelho: en kusursuz cinayet budur: yaşama sevincimizi kimlerin öldürdüğünü, bunu hangi güdüyle yaptıklarını, suçluların nerede bulunacağını bilemeyiz.
lewis namier: insan, siyasal öğreti ve dogmalarla zihninin serbestçe çalışmasını ne kadar az engellerse, düşüncesi için o kadar iyidir.
samuel beckett: yaşam diye bilinen sendrom tedaviye olanak tanımayacak kadar dağınıktır. tedavisi mümkün her tanıya karşılık kötüleşen bir başkası ortaya çıkar. insanları gereksinmeleri bir kısır döngü yaratır. eksikliğin niceliği asla değişmez.
thomas hardy: aşk, katı, gündelik gerçek yığınlarının arasındaki çatlaklarda yeşerir.
lev troçki: insan bir devrimi ya da bir savaşı önceden kestirebilir; fakat sonbaharda bir yaban ördeği avının sonuçlarını önceden kestirmesi imkansızdır.
jean meslier: aklımı hiçbir zaman kurban etmeyeceğim. çünkü, yalnız bu akıl, bana iyiliği kötülükten, hakkı batıldan ayırt ettirebilir.
albert caraco: bizim aramızdaki hiçbir sorumlunun felaketi öngörecek cesareti yoktur, itiraf edecek cesareti hiç yoktur. günümüzün koşulsuz buyruğu iyimserliktir. dipsiz uçurumun kıyısında bile iyimserliğimizi koruyoruz.
michel houellebecq: çözülmemiş bir olay eski bir yara gibidir, size asla huzur vermez.
goethe: nedir insan, hep övülen bu yarı tanrı? güçlerinden, tam da en gereken yerde yoksun kalmaz mı? ve sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı zaman, tam da sonsuzluğun bolluğunda kendini yitirmeyi özlediğinde, o vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu hep?
29.09.2019
28.09.2019
pythagoras
diogenes laertios
pythagoras "doğa" adlı eserine şu sözlerle başlıyor: "soluduğum hava adına, içtiğim su adına, bu eserimle ilgili herhangi bir yergiye katlanmayacağım."
pythagoras üç eser yazmıştır: eğitim, devlet ve doğa.
yaşamı büyük şenliklere benzetiyordu: "kimi bunlara yarışmak için katılır, kimi alışveriş için; ama en iyiler seyirci olarak gelirler; aynı şekilde yaşamda da kimileri ünün kölesi ve kazanç avcısı olarak doğarlar, kimileri de gerçeğin peşinde filozoflar olarak."
pythagorasçı ksenophilon, "insan, oğlunu en iyi nasıl eğitebilir?" sorusuna, "onu iyi yönetilen bir kentin yurttaşı yaparak" diye karşılık veriyordu.
pythagoras "doğa" adlı eserine şu sözlerle başlıyor: "soluduğum hava adına, içtiğim su adına, bu eserimle ilgili herhangi bir yergiye katlanmayacağım."
pythagoras üç eser yazmıştır: eğitim, devlet ve doğa.
yaşamı büyük şenliklere benzetiyordu: "kimi bunlara yarışmak için katılır, kimi alışveriş için; ama en iyiler seyirci olarak gelirler; aynı şekilde yaşamda da kimileri ünün kölesi ve kazanç avcısı olarak doğarlar, kimileri de gerçeğin peşinde filozoflar olarak."
pythagorasçı ksenophilon, "insan, oğlunu en iyi nasıl eğitebilir?" sorusuna, "onu iyi yönetilen bir kentin yurttaşı yaparak" diye karşılık veriyordu.
26.09.2019
gizem
joyce carol oates
öfkelenmek, depresyona girmekten iyidir.
insanın özünü oluşturan öznellik, bizi birbirimizden dönüşü olmayan bir biçimde ayıran gizemin ta kendisidir.
insan, kendisi delirmeden, içinde deliliği barındırabilir mi?
öğretmek bir iletişim eylemidir; anlayış -buluşma-, bilgiyi, beceriyi paylaşma isteği; başkalarıyla, yani öğrencilerle uyum içinde yaşama, başkalarını kendi ruhunun yalnızlığına davet etmektir.
umut, geriye bakınca, çoğu kez acı bir şaka gibidir.
emily dickinson'ın dediği gibi, incilere geçene kadar oyun hamuru ile oyalanıyoruz. yaşamlarımız başlangıçta hep oyun hamuru ile oyalanma biçimindedir. ardından rüzgarda hızla kapanan bir kapının şiddetiyle ensemize iner yaşam.
william james: bizi tanıyan insan sayısı kadar farklı kişiliğimiz vardır.
doğada iyi veya kötü yoktur. yalnızca yaşam yaşamla savaş halindedir. yaşam yaşamı tüketir. ama insan yaşamının öbür yaşam formlarından daha değerli olduğuna inanmak isteriz.
spinoza: her canlı kendi varlığını sürdürme çabasındadır.
bahtsızlar içinde belagati en güçlü olandır hamlet.
erkekler kendilerini saklarlar kadınlardan. erkek ötekidir, ehlileştirilmesi gerekir; kadın ise ehlileşmenin ta kendisidir.
her şey önemsiz, anlamsız ve amaçsız olduğu derecede derindir.
william carlos williams: en erdemli davranış intihardır.
insan yalnız yaşayınca, yemek yemesi aşağılanma ya da alay gibi geliyor. çünkü yemek denen şey toplumsal bir törendir; yoksa yemek yalnızca içine yiyecek doldurulmuş bir tabaktan ibarettir.
öfkelenmek, depresyona girmekten iyidir.
insanın özünü oluşturan öznellik, bizi birbirimizden dönüşü olmayan bir biçimde ayıran gizemin ta kendisidir.
insan, kendisi delirmeden, içinde deliliği barındırabilir mi?
öğretmek bir iletişim eylemidir; anlayış -buluşma-, bilgiyi, beceriyi paylaşma isteği; başkalarıyla, yani öğrencilerle uyum içinde yaşama, başkalarını kendi ruhunun yalnızlığına davet etmektir.
umut, geriye bakınca, çoğu kez acı bir şaka gibidir.
emily dickinson'ın dediği gibi, incilere geçene kadar oyun hamuru ile oyalanıyoruz. yaşamlarımız başlangıçta hep oyun hamuru ile oyalanma biçimindedir. ardından rüzgarda hızla kapanan bir kapının şiddetiyle ensemize iner yaşam.
william james: bizi tanıyan insan sayısı kadar farklı kişiliğimiz vardır.
doğada iyi veya kötü yoktur. yalnızca yaşam yaşamla savaş halindedir. yaşam yaşamı tüketir. ama insan yaşamının öbür yaşam formlarından daha değerli olduğuna inanmak isteriz.
spinoza: her canlı kendi varlığını sürdürme çabasındadır.
bahtsızlar içinde belagati en güçlü olandır hamlet.
erkekler kendilerini saklarlar kadınlardan. erkek ötekidir, ehlileştirilmesi gerekir; kadın ise ehlileşmenin ta kendisidir.
her şey önemsiz, anlamsız ve amaçsız olduğu derecede derindir.
william carlos williams: en erdemli davranış intihardır.
insan yalnız yaşayınca, yemek yemesi aşağılanma ya da alay gibi geliyor. çünkü yemek denen şey toplumsal bir törendir; yoksa yemek yalnızca içine yiyecek doldurulmuş bir tabaktan ibarettir.
25.09.2019
baharı beklerken yazılmış şiir
ziya osman saba
o günü görmek için sade bekleyeceğiz
göreceğiz bir sabah yeşil tomurcukları
hazırlanıyor gibi, gökyüzü, ufuk, deniz
bir sabah dökülecek baharların baharı
bu bahar yalnız mesut günler taşımaktadır
baş başa kalacağız kenarında bir suyun
göz alabildiğine yeşil uzanan çayır
bir saadet içinde sessiz otlayan koyun
bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle
bir melek ordan bize uzatacak elini
- beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle
ümitlerinin en güzelini!
24.09.2019
kötülük
terry eagleton
thomas aquinas'ın iddia ettiği gibi var olmak kendi başına bir tür iyiliktir.
faşizmle birlikte "kendine yabancılık öyle bir noktaya gelmiştir ki," diye yazar walter benjamin, "insanlık kendi mahvını birinci sınıf bir estetik tecrübe olarak yaşayabilir."
düşünür john rawls'un dediği gibi (ki kuru akademik tarzını bilenler şaşıracaktır): "kötü insanı harekete geçiren, adaletsizliğe olan sevgisidir: eziyet ettiği insanların güçsüzlüğünden ve aşağılanmasından keyif alır ve o ezilen insanların başlarına gelenlerin kendisinden kaynaklandığını bilmelerinden haz duyar."
william blake gerçek inancını bir dizede özetlemiştir: "yaşayan her şey kutsaldır."
bir dostoyevski karakterinin karamazov kardeşlerin serkeş dmitri karamazov'u için dediği gibi "böylesi haylaz, serkeş insanlar için su götürmez alçalma tecrübesi, mutlak iyilik tecrübesi kadar gereklidir."
thomas mann'ın kahramanı "önceden kırılmayan hiçbir şey tam ve eksiksiz olamaz." der.
sonsuzluk, der william blake, zamanın yaptıklarına âşıktır. kötüler için ise, tam tersine, sonlu şeyler iradenin ve arzunun sonsuzluğunun önündeki engellerdir ve yok edilmelidirler.
politik bilgeliğin bütün kökleri gerçekçiliktedir. thomas hardy, sadece en kötüyü soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde daha iyiye doğru gidebileceğimizi söyler.
nietzsche: keyif dolu bir ana rıza gösteriyorsanız, dünyadaki bütün üzüntü ve kötülüğe de razısınızdır demektir; çünkü dünyada her şey birbirine bağlıdır.
thomas aquinas'ın iddia ettiği gibi var olmak kendi başına bir tür iyiliktir.
faşizmle birlikte "kendine yabancılık öyle bir noktaya gelmiştir ki," diye yazar walter benjamin, "insanlık kendi mahvını birinci sınıf bir estetik tecrübe olarak yaşayabilir."
düşünür john rawls'un dediği gibi (ki kuru akademik tarzını bilenler şaşıracaktır): "kötü insanı harekete geçiren, adaletsizliğe olan sevgisidir: eziyet ettiği insanların güçsüzlüğünden ve aşağılanmasından keyif alır ve o ezilen insanların başlarına gelenlerin kendisinden kaynaklandığını bilmelerinden haz duyar."
william blake gerçek inancını bir dizede özetlemiştir: "yaşayan her şey kutsaldır."
bir dostoyevski karakterinin karamazov kardeşlerin serkeş dmitri karamazov'u için dediği gibi "böylesi haylaz, serkeş insanlar için su götürmez alçalma tecrübesi, mutlak iyilik tecrübesi kadar gereklidir."
thomas mann'ın kahramanı "önceden kırılmayan hiçbir şey tam ve eksiksiz olamaz." der.
sonsuzluk, der william blake, zamanın yaptıklarına âşıktır. kötüler için ise, tam tersine, sonlu şeyler iradenin ve arzunun sonsuzluğunun önündeki engellerdir ve yok edilmelidirler.
politik bilgeliğin bütün kökleri gerçekçiliktedir. thomas hardy, sadece en kötüyü soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde daha iyiye doğru gidebileceğimizi söyler.
nietzsche: keyif dolu bir ana rıza gösteriyorsanız, dünyadaki bütün üzüntü ve kötülüğe de razısınızdır demektir; çünkü dünyada her şey birbirine bağlıdır.
23.09.2019
insan
louis-ferdinand celine
her alanda, asıl yenilgi unutmaktır; özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız; öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız; insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.
bu dünyada yoksullar için eşek cennetini boylamanın belli başlı iki yöntemi vardır; ya barış zamanında, hemcinslerinin mutlak umursamazlıklarının kurbanı olarak ya da savaş gelip çattığında, aynı hemcinslerinin adam öldürme tutkularının kurbanı olarak. başkaları sizi düşünmeye başlarlarsa bilin ki akıllarına gelen ilk şey sizi işkenceye yatırmaktır, sadece bu. onların ilgisini ancak kanlar içindeyken çekebiliriz, o adilerin!
eğitim görmek insanı değiştiriyor, insanın gururunu oluşturuyor. yaşamın özüne ulaşabilmek için bu yollardan geçmek gerek. önceleri, tek yaptığımız şey etrafında dolanmak. insan her şeyi aşmış olduğunu sanıyor ama sudan şeylere takılıyor. fazla düş kuruyor. sözcüklerin üzerinden kayıp geçiyor. bunlar hoş şeyler. yalnızca niyetler, görüntüler. kararlı olan insana başka şey gerek. ölüm peşinizden koşarak geliyor, acele etmekte yarar var; üstelik bir yandan aranırken bir yandan da karnınızı doyurmak gerek ve sonra da üstüne üstlük savaşın altından sıyrılabilmek gerek. yani işimiz çok. pek de kolay değil.
insanlar bir komediden diğerine sürüklenirler. o arada oyun sahneye konmamıştır; henüz oyunun sınırlarını, kendileri için biçilen uygun rolü algılayamazlar; öyle olunca da orada, olayların karşısında kalakalırlar, boş gezerler, içgüdüleri şemsiye gibi kapanmıştır, tutarsızlıklar içinde sallayıp attırıverirler, kendi özlerine indirgenmişlerdir, yani bir hiçliğe. bakacak trenden mahrum öküzler.
her alanda, asıl yenilgi unutmaktır; özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız; öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız; insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.
bu dünyada yoksullar için eşek cennetini boylamanın belli başlı iki yöntemi vardır; ya barış zamanında, hemcinslerinin mutlak umursamazlıklarının kurbanı olarak ya da savaş gelip çattığında, aynı hemcinslerinin adam öldürme tutkularının kurbanı olarak. başkaları sizi düşünmeye başlarlarsa bilin ki akıllarına gelen ilk şey sizi işkenceye yatırmaktır, sadece bu. onların ilgisini ancak kanlar içindeyken çekebiliriz, o adilerin!
eğitim görmek insanı değiştiriyor, insanın gururunu oluşturuyor. yaşamın özüne ulaşabilmek için bu yollardan geçmek gerek. önceleri, tek yaptığımız şey etrafında dolanmak. insan her şeyi aşmış olduğunu sanıyor ama sudan şeylere takılıyor. fazla düş kuruyor. sözcüklerin üzerinden kayıp geçiyor. bunlar hoş şeyler. yalnızca niyetler, görüntüler. kararlı olan insana başka şey gerek. ölüm peşinizden koşarak geliyor, acele etmekte yarar var; üstelik bir yandan aranırken bir yandan da karnınızı doyurmak gerek ve sonra da üstüne üstlük savaşın altından sıyrılabilmek gerek. yani işimiz çok. pek de kolay değil.
insanlar bir komediden diğerine sürüklenirler. o arada oyun sahneye konmamıştır; henüz oyunun sınırlarını, kendileri için biçilen uygun rolü algılayamazlar; öyle olunca da orada, olayların karşısında kalakalırlar, boş gezerler, içgüdüleri şemsiye gibi kapanmıştır, tutarsızlıklar içinde sallayıp attırıverirler, kendi özlerine indirgenmişlerdir, yani bir hiçliğe. bakacak trenden mahrum öküzler.
adamotu
mehmet can doğan
herkesin kalbinin söküldüğü bir an vardır
yoksa
olmalıdır
en azından kalbinin söküldüğünü hissettiği bir an
anne çocuk sevgili hayata hep geriden bakan
herkes "yıkılalım da hırsımız geçsin" kadardır
büyüyen büyür büyümeye inanmasa da büyür
anne ölür çocuk ölür sevgili daima büyük ölür
söküldüğü yer kadar kabartır toprağı
biçilmiş ekinler gibi sapı kalır bir sarı kalır
kalırsa benim sarı saçlarım kalır
sevgilim sarıyı sever ağıdına cici giysiler bulur
bir boşluk açılmışsa eğer
herkes bırakacak bir şey mutlaka bulur
sonra kulak verir de bıraktığının düşüşüne hayıflanır
yenmek için değil de yenilmek için yeşeren
otlar vardır acıya göçmüş kadınların gönlünde
bazı ağıtların bazı adamları
ve bazı adamların bazı kadınları vardır
daha başka şeyler de vardır kalp söküldüğünde
kadının örneğin gümüş çerçeveli bir aynası vardır
örnek teşkil etmesi istenmeyen gümüş çerçeveli suçları
aylı bir gecede kadın ağıdını bitirdiğinde
kapıları yalnız cezaya açılanların ülkesinden hızla geçer
ama hızla geçilmelidir
ceylanı vurulmuş olanların kalbinden de
herkes kendini gösterecek bir ip arar
kulağını gösterecek tüylerini gösterecek
kadın usanır kalbine şüphe yazılmasından
karalanmasından kalbinin
öfkesinden ve şehvetle kabarmış haklılığından usanır
"biz cezalandırmasını biliriz, ait değiliz cezaya" diyenlerin
zorbadır akıl yetişemez suça
yetişemez o uzun hayvana
çığlığını yalnızca kalbi sökülmüşlerin duyduğu otlara
önce yeraltına yeraltına uzamak vardır
sonra siyah bir köpeğin boynuna
korkulardan ilaç yapma sanatı verilmiştir çünkü insana
korunaklı değilim katran sürdüm üstüme biraz
bir ayağında kara uçurtma sevgilimin öbüründe yalaz
sanki sokaklara çıkmışım
sanki yeraltından köklerim
sanki saçlarım uzamış
kadınım- ağır korkulara göçecek bende toprak kalmamış
ipi kestim öyleyse köpeği öldürdüm artık yeter
ben ağıdımı bitirdim sizinki uzun sürer
22.09.2019
satın alınan mutluluk
zygmunt bauman
gözlemciler, insan mutluluğu için önemli şeylerin çoğunun hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını söylüyor.
eldeki nakdiniz ve krediniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ya da sıkıntıdaki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan "zanaatkârlık yeteneğini" tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız. orada kayıtsızlık, küçümseme, tersleme ve aşağılama tehditlerinden azade olamazsınız.
üstelik, yukarıda sayılanlar gibi ticari ve pazarlanabilir olmayan şeyleri elde etmekte kullanılabilecek zaman ve enerjiyi, yalnızca mağazalar yoluyla elde edilebilen bu metalara yetecek kadar para kazanmak için kullanmak ağır bir külfettir. şu epeyce muhtemeldir ki yitirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve mutluluk yaratmak üzere artan gelir kapasitesinin yerini, paranın satın alamayacağı şeylere erişimin azalmasının neden olduğu mutsuzluk alır.
eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı hiçbir şekilde başka bir nitelikteki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlamıyla telafi etmez.
mutluluğu, mutluluk yaratması beklenen meta alışverişiyle özdeşleştirmenin en önemli sonuçlarından biri de, mutluluk arayışının gün gelip duracağı olasılığına şans tanımamaktır.
mutluluk arayışı asla sona ermeyecektir. çünkü arayışın sonu, bizatihi mutluluğun sonu anlamına gelecektir. emniyetli mutluluk durumu erişilebilir olmadığı için, arayışta olanları bir dereceye kadar da olsa mutlu tutabilen tek şey, elden sürekli kayıp giden bu zor hedefin takibidir. mutluluğa giden bu yolda bitiş çizgisi yoktur. görünüşte araçlar amaçlara dönüşür. düşlenen ve gıpta edilen mutluluk durumunun belirsizliği için tek teselli, amaçlanan yolda ilerlemektir. bitkinlikten yere yığılmayıp ya da kırmızı kart görmeyip yarışta kalındığı müddetçe nihai zafer umudu canlı kalır.
etiketin, markanın ve alışveriş merkezinin müşterileri için yapabileceği şey işte budur: kafa karıştırıcı ölçüde dolambaçlı, bubi tuzaklı mutluluk yolunda onlara rehberlik etmek. kişinin doğru yolda olduğunu, hâlâ yarışta bulunduğunu ve umut beslemeye devam edebileceğini onaylayan, herkesçe tanınan ve saygı duyulan bir sertifikayla ortaya çıkarılan bir mutluluktur bu.
doğru etiket veya markayı taşıyan ve doğru mağazadan edinilen şeylere sahip olmak ve bunları herkese sergilemek, esas itibariyle gözettikleri ya da göz diktikleri toplumsal mevkiyi elde etme ve muhafaza etme meselesidir.
toplumsal olarak tanınmadığı, yani, söz konusu kişi doğru "toplum" tipi tarafından (toplumsal mevkideki her kategorinin kendine özgü yasaları ve hakimleri vardır) meşru ve hak sahibi üye olarak -"bizden biri" olarak- onaylanmadığı sürece toplumsal mevkinin hiçbir anlamı yoktur.
alışverişçilerden oluşan bir toplumda ve alışverişten oluşan bir yaşamda, mutlu olma umudunu kaybetmediğimiz müddetçe mutluyuzdur, bu umudun birazı canlı kaldığı müddetçe mutsuzluktan azadeyizdir.
öyleyse mutluluğun anahtarı ve mutsuzluğun ilacı, mutlu olma umudunu canlı tutmaktır.
işler gerçekten sarpa sardığında kurtuluş aramanın bir yeniliği yoktur; insanlar her zaman bunu denemiş ve çeşitli ölçülerde de başarılı olmuştur. gerçekten yeni olan şey, kişinin kendi benliğinden kurtulma ve ısmarlama bir benlik edinme düşüdür.
çoğu çağdaşımız için mutluluk daha ziyade, her ne kadar sabır ve çelik gibi sinirler gerektirse de, "insanın kendi yolunda gitmesi" (henüz tatmin edilmemiş arzularla dürtülen ve hedeften hâlâ belli bir mesafede bulunan insanın düş kurmaya ve bu düşlerin gerçekleşmesi için çabalamaya ve umut beslemeye devam etmeye zorlanması) bir değer olarak kabul edilir ve şüphesiz ki son derece de kıymetli bir değerdir.
bu, muhtemelen seneca'nın tüm kalbiyle onaylayarak aktardığı epiküros'un düşüncesiyle anlatmak istediği şeydir: "eğer yaşamınızı doğaya göre şekillendirirseniz asla fakir olamayacaksınız, eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz asla varlıklı olamayacaksınız." ya da "yaygın kabul gören şeyin en iyi olduğunu düşünerek söylentiye boyun eğmemiz ve birçoğumuzun izinden gidebileceği pek çok iyi şey bulunmasından ötürü akıldan ziyade öykünme ilkesiyle yaşamamız kadar başımıza bela getiren başka bir şey yoktur." yorumuyla; "doğal arzular sınırlıdır; yanlış görüşlerden kaynaklanan arzular dur durak bilmez. zira hatanın son durağı yoktur." uyarısıyla; son olarak da "ne kadar çok insanla kaynaşırsak tehlike de o kadar artacağı" için "özellikle kaçınılması gereken en önemli şey" olarak "kitlesel kalabalıkları" seçme kararıyla da anlatmak istediği budur.
"insanın kişiliğine en çok zarar veren şey, bir gösteri izleyerek zaman geçirmektir. çünkü o anlarda, eğlence aracılığıyla, ahlaksızlık büyük bir kolaylıkla gelip içimize yerleşiverir."(seneca) kısacası: kalabalıktan kaçının, kitlesel dinleyici topluluklarından sakının, -felsefeye ve edinip sahip olabileceğiniz bilgeliğe ait olan- kendi düşüncenize kulak verin.
seneca, "insan dünya üzerindeki geçici yolculuğunda kadim tanrı'ya eşittir." der. hatta bir bakıma insan tanrı'dan üstündür: tanrı'nın kendisini korkuya karşı koruyacak doğası vardır. ancak insanı korkudan her ne korursa korusun, insanın bunu kendi aklıyla üretmesi gerekir.
kuşaklar arasındaki değişimi ve özellikle de bu değişim sonucu ortaya çıkan yaşam tarzlarını son derece doğru ve içgörülü bir biçimde analiz eden hanna swida-ziemba, "eski kuşaklar kendilerini gelecek kadar geçmişle de tanımlıyorlardı." diyor. ama yeni kuşaklar için var olan tek şey şimdiki zaman.
sorun, ebediliğin insanlara yasaklanmış olmasıdır ve dolayısıyla hepsi acılar içinde bunun farkında olan ve kaderin bu hükmüne karşı gelmek için pek umut beslemeyen insanlar, trajik hikmetlerini kırılgan ve geçici hazların hayhuyunda bastırmaya ve köreltmeye çalışır. bu, hiç kuşkusuz yanlış bir hesap olduğundan -ki bunun nedeni yanlış hesaba yol açan şeyle aynıdır (yani, trajik hikmet asla kovalanamaz ya da temelli olarak ortadan kaldırılamaz)- insanlar, maddi zenginlikleri ne olursa olsun, kendilerini ebedi tinsel yoksulluğa mahkum eder: yani daimi mutsuzluğa.
"insan kendini mutsuz olduğuna inandırdığı kadar mutsuzdur." (seneca)
insanlar zor durumlarının sınırları içerisinde, mutluluğa giden yolu aramak yerine, yol boyunca bir yerlerde iğrenç ve menfur kaderlerinden kurtulabileceklerini ya da atlatabileceklerini umut ederek yan yollara saparlar -ancak, onları (içtenlikle istenen ama elde edilemeyen) keşif yolculuğuna çıkmak üzere harekete geçiren umarsızlığa varırlar nihayetinde. bu yolculukta insanların yapabileceği tek keşif, kat ettikleri yolun, kendilerini er geç başlangıç çizgisine getirecek olan bir yan yol olduğudur.
gözlemciler, insan mutluluğu için önemli şeylerin çoğunun hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını söylüyor.
eldeki nakdiniz ve krediniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ya da sıkıntıdaki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan "zanaatkârlık yeteneğini" tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız. orada kayıtsızlık, küçümseme, tersleme ve aşağılama tehditlerinden azade olamazsınız.
üstelik, yukarıda sayılanlar gibi ticari ve pazarlanabilir olmayan şeyleri elde etmekte kullanılabilecek zaman ve enerjiyi, yalnızca mağazalar yoluyla elde edilebilen bu metalara yetecek kadar para kazanmak için kullanmak ağır bir külfettir. şu epeyce muhtemeldir ki yitirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve mutluluk yaratmak üzere artan gelir kapasitesinin yerini, paranın satın alamayacağı şeylere erişimin azalmasının neden olduğu mutsuzluk alır.
eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı hiçbir şekilde başka bir nitelikteki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlamıyla telafi etmez.
mutluluğu, mutluluk yaratması beklenen meta alışverişiyle özdeşleştirmenin en önemli sonuçlarından biri de, mutluluk arayışının gün gelip duracağı olasılığına şans tanımamaktır.
mutluluk arayışı asla sona ermeyecektir. çünkü arayışın sonu, bizatihi mutluluğun sonu anlamına gelecektir. emniyetli mutluluk durumu erişilebilir olmadığı için, arayışta olanları bir dereceye kadar da olsa mutlu tutabilen tek şey, elden sürekli kayıp giden bu zor hedefin takibidir. mutluluğa giden bu yolda bitiş çizgisi yoktur. görünüşte araçlar amaçlara dönüşür. düşlenen ve gıpta edilen mutluluk durumunun belirsizliği için tek teselli, amaçlanan yolda ilerlemektir. bitkinlikten yere yığılmayıp ya da kırmızı kart görmeyip yarışta kalındığı müddetçe nihai zafer umudu canlı kalır.
etiketin, markanın ve alışveriş merkezinin müşterileri için yapabileceği şey işte budur: kafa karıştırıcı ölçüde dolambaçlı, bubi tuzaklı mutluluk yolunda onlara rehberlik etmek. kişinin doğru yolda olduğunu, hâlâ yarışta bulunduğunu ve umut beslemeye devam edebileceğini onaylayan, herkesçe tanınan ve saygı duyulan bir sertifikayla ortaya çıkarılan bir mutluluktur bu.
doğru etiket veya markayı taşıyan ve doğru mağazadan edinilen şeylere sahip olmak ve bunları herkese sergilemek, esas itibariyle gözettikleri ya da göz diktikleri toplumsal mevkiyi elde etme ve muhafaza etme meselesidir.
toplumsal olarak tanınmadığı, yani, söz konusu kişi doğru "toplum" tipi tarafından (toplumsal mevkideki her kategorinin kendine özgü yasaları ve hakimleri vardır) meşru ve hak sahibi üye olarak -"bizden biri" olarak- onaylanmadığı sürece toplumsal mevkinin hiçbir anlamı yoktur.
alışverişçilerden oluşan bir toplumda ve alışverişten oluşan bir yaşamda, mutlu olma umudunu kaybetmediğimiz müddetçe mutluyuzdur, bu umudun birazı canlı kaldığı müddetçe mutsuzluktan azadeyizdir.
öyleyse mutluluğun anahtarı ve mutsuzluğun ilacı, mutlu olma umudunu canlı tutmaktır.
işler gerçekten sarpa sardığında kurtuluş aramanın bir yeniliği yoktur; insanlar her zaman bunu denemiş ve çeşitli ölçülerde de başarılı olmuştur. gerçekten yeni olan şey, kişinin kendi benliğinden kurtulma ve ısmarlama bir benlik edinme düşüdür.
çoğu çağdaşımız için mutluluk daha ziyade, her ne kadar sabır ve çelik gibi sinirler gerektirse de, "insanın kendi yolunda gitmesi" (henüz tatmin edilmemiş arzularla dürtülen ve hedeften hâlâ belli bir mesafede bulunan insanın düş kurmaya ve bu düşlerin gerçekleşmesi için çabalamaya ve umut beslemeye devam etmeye zorlanması) bir değer olarak kabul edilir ve şüphesiz ki son derece de kıymetli bir değerdir.
bu, muhtemelen seneca'nın tüm kalbiyle onaylayarak aktardığı epiküros'un düşüncesiyle anlatmak istediği şeydir: "eğer yaşamınızı doğaya göre şekillendirirseniz asla fakir olamayacaksınız, eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz asla varlıklı olamayacaksınız." ya da "yaygın kabul gören şeyin en iyi olduğunu düşünerek söylentiye boyun eğmemiz ve birçoğumuzun izinden gidebileceği pek çok iyi şey bulunmasından ötürü akıldan ziyade öykünme ilkesiyle yaşamamız kadar başımıza bela getiren başka bir şey yoktur." yorumuyla; "doğal arzular sınırlıdır; yanlış görüşlerden kaynaklanan arzular dur durak bilmez. zira hatanın son durağı yoktur." uyarısıyla; son olarak da "ne kadar çok insanla kaynaşırsak tehlike de o kadar artacağı" için "özellikle kaçınılması gereken en önemli şey" olarak "kitlesel kalabalıkları" seçme kararıyla da anlatmak istediği budur.
"insanın kişiliğine en çok zarar veren şey, bir gösteri izleyerek zaman geçirmektir. çünkü o anlarda, eğlence aracılığıyla, ahlaksızlık büyük bir kolaylıkla gelip içimize yerleşiverir."(seneca) kısacası: kalabalıktan kaçının, kitlesel dinleyici topluluklarından sakının, -felsefeye ve edinip sahip olabileceğiniz bilgeliğe ait olan- kendi düşüncenize kulak verin.
seneca, "insan dünya üzerindeki geçici yolculuğunda kadim tanrı'ya eşittir." der. hatta bir bakıma insan tanrı'dan üstündür: tanrı'nın kendisini korkuya karşı koruyacak doğası vardır. ancak insanı korkudan her ne korursa korusun, insanın bunu kendi aklıyla üretmesi gerekir.
kuşaklar arasındaki değişimi ve özellikle de bu değişim sonucu ortaya çıkan yaşam tarzlarını son derece doğru ve içgörülü bir biçimde analiz eden hanna swida-ziemba, "eski kuşaklar kendilerini gelecek kadar geçmişle de tanımlıyorlardı." diyor. ama yeni kuşaklar için var olan tek şey şimdiki zaman.
sorun, ebediliğin insanlara yasaklanmış olmasıdır ve dolayısıyla hepsi acılar içinde bunun farkında olan ve kaderin bu hükmüne karşı gelmek için pek umut beslemeyen insanlar, trajik hikmetlerini kırılgan ve geçici hazların hayhuyunda bastırmaya ve köreltmeye çalışır. bu, hiç kuşkusuz yanlış bir hesap olduğundan -ki bunun nedeni yanlış hesaba yol açan şeyle aynıdır (yani, trajik hikmet asla kovalanamaz ya da temelli olarak ortadan kaldırılamaz)- insanlar, maddi zenginlikleri ne olursa olsun, kendilerini ebedi tinsel yoksulluğa mahkum eder: yani daimi mutsuzluğa.
"insan kendini mutsuz olduğuna inandırdığı kadar mutsuzdur." (seneca)
insanlar zor durumlarının sınırları içerisinde, mutluluğa giden yolu aramak yerine, yol boyunca bir yerlerde iğrenç ve menfur kaderlerinden kurtulabileceklerini ya da atlatabileceklerini umut ederek yan yollara saparlar -ancak, onları (içtenlikle istenen ama elde edilemeyen) keşif yolculuğuna çıkmak üzere harekete geçiren umarsızlığa varırlar nihayetinde. bu yolculukta insanların yapabileceği tek keşif, kat ettikleri yolun, kendilerini er geç başlangıç çizgisine getirecek olan bir yan yol olduğudur.
Kategori:
.monolog,
#insan,
#kapitalizm,
#mutluluk,
#toplum,
#tüketim,
epikuros,
hanna swida-ziemba,
seneca,
zygmunt bauman
20.09.2019
belirsizlik
zygmunt bauman
belirsizlik, ahlaklı insanın asıl zemini ve ahlakın filizlenip serpilebileceği yegane topraktır.
belirsizlik insan yaşamının doğal habitatıdır -belirsizlikten kaçma umuduysa insan yaşamındaki arayışların motorudur. belirsizlikten kaçmak, yalnızca zımnen varsayılsa bile, her türlü karma mutluluk hayalinin en önemli bileşenidir. "gerçek, muntazam ve eksiksiz" mutluluğun, her zaman belli bir uzaklıktaymış gibi görünmesinin nedeni de işte budur: malum ufuk gibi, ne zaman yakınlaşmaya çalışsanız uzaklaşır.
ne kadar aksi denenirse denensin, yaşam belirsizlikler eşliğinde yaşanır. her karar, rastlantısal kalmaya mahkumdur. hiçbiri riskten muaf değildir ve başarısızlığa ve sonradan duyulacak pişmanlıklara karşı güvence altına alınmamıştır. bir seçim yönündeki her sava karşılık, aynı ağırlıkta olan bir karşı sav bulunabilir. nebulanın ışığı ne kadar parlak olsa da, başlangıç noktasına geri dönmeyi arzulama ya da buna zorlanma ihtimaline karşı bize garanti vermeyecektir. mazbut, şerefli, tatmin edici, değerli (ve elbette mutlu!) bir yaşam yolunda ilerlerken, bize rehberlik edecek ışığı temin ettiği için seçilmiş bir yıldıza güvenerek, hataları önlemeye ve belirsizlikten kurtulmaya çalışırız. gelgelelim çok kısa bir süre sonra öğreniriz ki, rehberlik edecek yıldızı seçen son kertede bizizdir ve bu seçim de diğer seçimlerimiz kadar risklere gebedir ve böyle de olmak zorundadır. sonuna kadar da bizim seçimimiz, bizim sorumluluğumuz olarak kalacaktır.
belirsizlik, ahlaklı insanın asıl zemini ve ahlakın filizlenip serpilebileceği yegane topraktır.
belirsizlik insan yaşamının doğal habitatıdır -belirsizlikten kaçma umuduysa insan yaşamındaki arayışların motorudur. belirsizlikten kaçmak, yalnızca zımnen varsayılsa bile, her türlü karma mutluluk hayalinin en önemli bileşenidir. "gerçek, muntazam ve eksiksiz" mutluluğun, her zaman belli bir uzaklıktaymış gibi görünmesinin nedeni de işte budur: malum ufuk gibi, ne zaman yakınlaşmaya çalışsanız uzaklaşır.
ne kadar aksi denenirse denensin, yaşam belirsizlikler eşliğinde yaşanır. her karar, rastlantısal kalmaya mahkumdur. hiçbiri riskten muaf değildir ve başarısızlığa ve sonradan duyulacak pişmanlıklara karşı güvence altına alınmamıştır. bir seçim yönündeki her sava karşılık, aynı ağırlıkta olan bir karşı sav bulunabilir. nebulanın ışığı ne kadar parlak olsa da, başlangıç noktasına geri dönmeyi arzulama ya da buna zorlanma ihtimaline karşı bize garanti vermeyecektir. mazbut, şerefli, tatmin edici, değerli (ve elbette mutlu!) bir yaşam yolunda ilerlerken, bize rehberlik edecek ışığı temin ettiği için seçilmiş bir yıldıza güvenerek, hataları önlemeye ve belirsizlikten kurtulmaya çalışırız. gelgelelim çok kısa bir süre sonra öğreniriz ki, rehberlik edecek yıldızı seçen son kertede bizizdir ve bu seçim de diğer seçimlerimiz kadar risklere gebedir ve böyle de olmak zorundadır. sonuna kadar da bizim seçimimiz, bizim sorumluluğumuz olarak kalacaktır.
18.09.2019
tiryaki
eric ambler
hiç beyaz zehir tiryakisiyle karşılaştınız mı? zehir tiryakileri bir süre durumlarını saklayabilirler. fakat uzun zaman asla. alışma şekli herkeste aynıdır. önce bir deneme içişi yapılır ve pek hoşlanılmaz. ama ikinci ve üçüncü denemelerde biraz zevk alınmaya başlanır. insan, nasıl olsa istediğim zaman bırakabilirim diye kendi kendini kandırır. bunlar boş kuruntulardır. iş işten geçiverir. günlük doz gittikçe arttırılır. deneme devresi sanısı devam etmektedir. derken birtakım yeni huylar ortaya çıkar. sinirlilik, herkesten kuşkulanma başlar. devamlı burun akması, tiryakiye, nezle olmuş gibi gelir. dünyada bunun kadar kötü bir şey olamaz. eroinmanlar çalışma güçlerini kaybederler ama bir yandan da zehir almak için para bulmak zorundadırlar. bu duruma düşen biri, beş kuruş için adam öldürebilir. şimdi de neden bu pisliğin ticaretini yaptığımı soracaksınız. ben satmasam başkası satacaktı. üstelik zehre alışan aşağılık herifler, kazancımdan vazgeçmeme değmezler.
17.09.2019
ve günler yürümeye başladı
eduardo galeano
o gitmiş olanların ayak izlerini takip ediyorum. yitik bir haldeyim.
simon rodriguez: öğretim, şüphe etmeyi öğretmektir.
gerçeklik gerçekte olan şey değil, benim sana olduğunu söylediğim şeydir.
1990 yılında bugüne dek, eşcinsellik dünya sağlık örgütü'nün akıl hastalıkları listesinde yer aldı.
afganistan'a açılan savaş 2010 yılında gerekçesini itiraf etti: pentagon bu ülkede değeri bir trilyon doları aşan yatakların bulunduğunu açıkladı. bu yataklarda taliban yatmıyordu. altın, kobalt, bakır, demir ve özellikle de cep telefonlarıyla taşınabilir bilgisayarlar için vazgeçilmez olan lityum yatıyordu.
dünya giderek devasa bir karakola ve bu karakol da dünya boyutunda bir tımarhaneye dönüşüyor. bu tımarhanede deli olanlar kim? kendilerini öldüren askerler mi yoksa onlara öldürmeyi emreden savaşlar mı?
golf, 1000 yılı civarında iskoçya'nın yeşil düzlüklerinde çobanların can sıkıntılarını gidermek için küçük taşları tavşan yuvalarına sokmalarıyla doğmuş ve o zamandan beri vazgeçilmez olmuştur.
dünyanın harikalarından biri olmayı bilen efes'teki artemis tapınağı'nın inşası yüz yirmi yıl sürmüştü. isa'dan önce 356 yılında, tek bir gecede, tapınak küle dönüştü. onu kimin tasarladığını kimse bilmiyor. buna karşılık katilin adı hâlâ anılıyor. herostratus, kundakçı, tarihe geçmek istedi. geçti de.
haiti'de, eski bir gelenek tabutun mezara dümdüz bir yol izlenerek götürülmesini yasaklar. kortej onu zikzaklar çizerek ve oradan buradan dönüp dolaşarak götürür ki, ölü yönünü şaşırsın ve bir daha eve dönüş yolunu bulamasın.
her toplum hak ettiği suçlulara sahiptir. bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.
"abrakadabra" eski ibranicede şu anlama gelmekteydi: "ateşini sonsuza yolla."
kesin olan tek şey, üç yüz elli milyon yıl önce yusufçukların bedeninde kanatçıkların çıktığı ve birkaç milyon yıl içinde bu kanatçıkların sırf seyahat etme arzusuyla büyüyüp kanatlara dönüştüğü. yusufçuklar havada yolculuk eden ilk canlılar oldular.
"ve günler yürümeye başladı. ve onlar, yani günler, bizi yaptı. ve bu şekilde doğduk biz, yani günlerin çocukları, sorgulayıcılar, yaşamı arayanlar." (mayalara göre, yaradılış)
o gitmiş olanların ayak izlerini takip ediyorum. yitik bir haldeyim.
simon rodriguez: öğretim, şüphe etmeyi öğretmektir.
gerçeklik gerçekte olan şey değil, benim sana olduğunu söylediğim şeydir.
1990 yılında bugüne dek, eşcinsellik dünya sağlık örgütü'nün akıl hastalıkları listesinde yer aldı.
afganistan'a açılan savaş 2010 yılında gerekçesini itiraf etti: pentagon bu ülkede değeri bir trilyon doları aşan yatakların bulunduğunu açıkladı. bu yataklarda taliban yatmıyordu. altın, kobalt, bakır, demir ve özellikle de cep telefonlarıyla taşınabilir bilgisayarlar için vazgeçilmez olan lityum yatıyordu.
dünya giderek devasa bir karakola ve bu karakol da dünya boyutunda bir tımarhaneye dönüşüyor. bu tımarhanede deli olanlar kim? kendilerini öldüren askerler mi yoksa onlara öldürmeyi emreden savaşlar mı?
golf, 1000 yılı civarında iskoçya'nın yeşil düzlüklerinde çobanların can sıkıntılarını gidermek için küçük taşları tavşan yuvalarına sokmalarıyla doğmuş ve o zamandan beri vazgeçilmez olmuştur.
dünyanın harikalarından biri olmayı bilen efes'teki artemis tapınağı'nın inşası yüz yirmi yıl sürmüştü. isa'dan önce 356 yılında, tek bir gecede, tapınak küle dönüştü. onu kimin tasarladığını kimse bilmiyor. buna karşılık katilin adı hâlâ anılıyor. herostratus, kundakçı, tarihe geçmek istedi. geçti de.
haiti'de, eski bir gelenek tabutun mezara dümdüz bir yol izlenerek götürülmesini yasaklar. kortej onu zikzaklar çizerek ve oradan buradan dönüp dolaşarak götürür ki, ölü yönünü şaşırsın ve bir daha eve dönüş yolunu bulamasın.
her toplum hak ettiği suçlulara sahiptir. bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.
"abrakadabra" eski ibranicede şu anlama gelmekteydi: "ateşini sonsuza yolla."
kesin olan tek şey, üç yüz elli milyon yıl önce yusufçukların bedeninde kanatçıkların çıktığı ve birkaç milyon yıl içinde bu kanatçıkların sırf seyahat etme arzusuyla büyüyüp kanatlara dönüştüğü. yusufçuklar havada yolculuk eden ilk canlılar oldular.
"ve günler yürümeye başladı. ve onlar, yani günler, bizi yaptı. ve bu şekilde doğduk biz, yani günlerin çocukları, sorgulayıcılar, yaşamı arayanlar." (mayalara göre, yaradılış)
16.09.2019
hayal ve hafıza
elif şafak
hayalle hafıza ateşle su gibidir. her biri ister ki bir tek kendi kalsın orta yerde, öteki kaybolsun. hayal dediğin hafızayı boğmak, hafıza dediğin de hayali yakmak ister. onlar didişirken biz de deriz ki "bu yaptığınız gaflettir. zira sade bu demde değil başka başka demlerde yaşamışlığımız var. aslında siz karındaşsınız." o vakit onlar kavgayı keser. anlarlar ki hatırlamak için hayal kurmaya, hayal edebilmek için de hatırlamaya muhtacız. hikaye dediğin de budur zaten. bu andır. içinde geçmiş ve gelecek, hafıza ve hayal barınır. her hikaye, ezeli evveli olmayan, alabildiğine hudutsuz bir andır. ne başta ne sonda, tam da ortadadır. o vakit hayal de hafıza da anlar ki hikayeler hep eskidir, aynıdır. velhasıl bunca süslü kelime, bunca harf tek bir noktada saklıdır.
hayalle hafıza ateşle su gibidir. her biri ister ki bir tek kendi kalsın orta yerde, öteki kaybolsun. hayal dediğin hafızayı boğmak, hafıza dediğin de hayali yakmak ister. onlar didişirken biz de deriz ki "bu yaptığınız gaflettir. zira sade bu demde değil başka başka demlerde yaşamışlığımız var. aslında siz karındaşsınız." o vakit onlar kavgayı keser. anlarlar ki hatırlamak için hayal kurmaya, hayal edebilmek için de hatırlamaya muhtacız. hikaye dediğin de budur zaten. bu andır. içinde geçmiş ve gelecek, hafıza ve hayal barınır. her hikaye, ezeli evveli olmayan, alabildiğine hudutsuz bir andır. ne başta ne sonda, tam da ortadadır. o vakit hayal de hafıza da anlar ki hikayeler hep eskidir, aynıdır. velhasıl bunca süslü kelime, bunca harf tek bir noktada saklıdır.
14.09.2019
çınar
cevat çapan
çam, sedir, ulu çınarlar
birbirini seyrediyor aynasında denizin
çamlar pürleriyle suskun
sedirlerin gözleri uzakta
"ölünceye kadar seninim" diyor denize
kendi gölgesinde yanan bir çınar
13.09.2019
bilmelisiniz
thomas bernhard
onun talihsizliği hiçbir yere ait olmamakmış, kesinlikle hiçbir şeye sahip olmamak.
sonra birdenbire sokaklarda yürürseniz, bir anlamsızlıktan bir başka anlamsızlığa, hepsi de kara olan sokaklarda, kara ve insanlar karadır ve kederle ve hızla ve sizin gibi çaresizce akıp geçerler önünüzden.
bir meydanda durursunuz, her şey karadır; ansızın içinizdeki ve dışınızdaki her şey kara, hangi noktadan bakılırsa bakılsın, kara ve karıştırılmış, bilinmez ki neyle karıştırılmış, kırılmıştır her şey.
ara sıra bir nesneyi seçer gözünüz; ama her şey kırılmıştır ve yırtılmıştır ve parçalanmıştır; bastonunuza ilk kez dayanırsınız, şimdiye dek yalnızca insanlara ve köpeklere karşı bir sopa gibi kullanmışsınızdır onu; şimdi ona yaslanırsınız ve kurşun gibi akarsınız, şurada burada yeni karalıklar görürsünüz.
insanlar bilmezler yaklaşan ilkbahar mıdır; yoksa bu son mudur.. karşınıza çıkan ve bütün köşelerde, bütün uçlarda size karşı bir devrim yapar gibi bir araya gelmiş olan mağazalardan bu büyük yazıları, içinizdeki her şeyi yerle bir ederler, doğanın ve yaratıkların yardım arayarak size yöneldikleri yerde, sizin çok daha umutsuzca ilerlemeye çalıştığınız yerde.
insanları görürsünüz ve onlara seslenirsiniz, dört bir yönden sürekli gerginleştirilen bu atmosferde hiç utanmadan ürkütürsünüz bu insanları. ceketinizin düğmelerini iliklemişsinizdir ve tepeden tırnağa gerilmişsinizdir ve kafanız her yere çarpmaktan korkar. bütün bu el çantalarına ve bastonlara, bu yüz binlerce el çantasına ve bastona.
çok yukarılardan aşağıya indiğinizi düşünürsünüz, ötekilerin de çok aşağılardan yukarıya çıktığını; bu tiksinti içinde ne yapacağınızı bilemezsiniz. bu insan kitleleri, hepsi de dosdoğru ilerleyen saat göstergelerinin altında ezilmiş.
parkta bir banka sığınmak istersiniz; ama orada sizden daha akıllılar oturmaktadır, daha sabahın köründe banklara çökmüşler ve orada devasa kitaplar okumakta, büyük kağıtların içinden bir şeyler yemektedirler. devlet memurlarının büyük sefaletini anlarsınız, emekliliğin rezilliğini. ve başınızı dizlerinizin arasına sıkıştırıp batmamaya çalışırsınız. ve dünyanın kendi baş ağrılarınızdan kıvrandığını duyarsınız, fantastik sancılarla, havanın korkunç baskı uygulayışıyla. odanızda kendi anı kırıntılarınız tehdit eder sizi, kuşlar vardır orada, bu inanılmaz, korkunç güçle donatılmış kara..
bu korkunç istisnai durum, bilmelisiniz, ansızın içine konulduğunuz, dünyanın kalleşliğinin ve deliliğinin bu sentezi, aklınıza gelebilen her türlü insani süreci tuttuğunuz bu durumda, hiçbir kavram olmadan..
polisler ve sebze arabaları, bunların hepsi üstünüze üstünüze gelir, sizi yok etmek istiyorlarmış gibi. halkın sesi.. bu sesi daha çocukken yok edici bir süreç gibi hissediyordum beynimin içinde. kulak kanallarımı karartan bu halk..
bütün bu izlenimleri, bilmelisiniz, vuruyorum, bastonumla yere her dokunuşumda, kafamda bir delik, hepsi esrik bir tempo vuruşu gibi, sonu gelmez bir işkenceye yargılıdır sıcak rüzgârlı günlerde.
onun talihsizliği hiçbir yere ait olmamakmış, kesinlikle hiçbir şeye sahip olmamak.
sonra birdenbire sokaklarda yürürseniz, bir anlamsızlıktan bir başka anlamsızlığa, hepsi de kara olan sokaklarda, kara ve insanlar karadır ve kederle ve hızla ve sizin gibi çaresizce akıp geçerler önünüzden.
bir meydanda durursunuz, her şey karadır; ansızın içinizdeki ve dışınızdaki her şey kara, hangi noktadan bakılırsa bakılsın, kara ve karıştırılmış, bilinmez ki neyle karıştırılmış, kırılmıştır her şey.
ara sıra bir nesneyi seçer gözünüz; ama her şey kırılmıştır ve yırtılmıştır ve parçalanmıştır; bastonunuza ilk kez dayanırsınız, şimdiye dek yalnızca insanlara ve köpeklere karşı bir sopa gibi kullanmışsınızdır onu; şimdi ona yaslanırsınız ve kurşun gibi akarsınız, şurada burada yeni karalıklar görürsünüz.
insanlar bilmezler yaklaşan ilkbahar mıdır; yoksa bu son mudur.. karşınıza çıkan ve bütün köşelerde, bütün uçlarda size karşı bir devrim yapar gibi bir araya gelmiş olan mağazalardan bu büyük yazıları, içinizdeki her şeyi yerle bir ederler, doğanın ve yaratıkların yardım arayarak size yöneldikleri yerde, sizin çok daha umutsuzca ilerlemeye çalıştığınız yerde.
insanları görürsünüz ve onlara seslenirsiniz, dört bir yönden sürekli gerginleştirilen bu atmosferde hiç utanmadan ürkütürsünüz bu insanları. ceketinizin düğmelerini iliklemişsinizdir ve tepeden tırnağa gerilmişsinizdir ve kafanız her yere çarpmaktan korkar. bütün bu el çantalarına ve bastonlara, bu yüz binlerce el çantasına ve bastona.
çok yukarılardan aşağıya indiğinizi düşünürsünüz, ötekilerin de çok aşağılardan yukarıya çıktığını; bu tiksinti içinde ne yapacağınızı bilemezsiniz. bu insan kitleleri, hepsi de dosdoğru ilerleyen saat göstergelerinin altında ezilmiş.
parkta bir banka sığınmak istersiniz; ama orada sizden daha akıllılar oturmaktadır, daha sabahın köründe banklara çökmüşler ve orada devasa kitaplar okumakta, büyük kağıtların içinden bir şeyler yemektedirler. devlet memurlarının büyük sefaletini anlarsınız, emekliliğin rezilliğini. ve başınızı dizlerinizin arasına sıkıştırıp batmamaya çalışırsınız. ve dünyanın kendi baş ağrılarınızdan kıvrandığını duyarsınız, fantastik sancılarla, havanın korkunç baskı uygulayışıyla. odanızda kendi anı kırıntılarınız tehdit eder sizi, kuşlar vardır orada, bu inanılmaz, korkunç güçle donatılmış kara..
bu korkunç istisnai durum, bilmelisiniz, ansızın içine konulduğunuz, dünyanın kalleşliğinin ve deliliğinin bu sentezi, aklınıza gelebilen her türlü insani süreci tuttuğunuz bu durumda, hiçbir kavram olmadan..
polisler ve sebze arabaları, bunların hepsi üstünüze üstünüze gelir, sizi yok etmek istiyorlarmış gibi. halkın sesi.. bu sesi daha çocukken yok edici bir süreç gibi hissediyordum beynimin içinde. kulak kanallarımı karartan bu halk..
bütün bu izlenimleri, bilmelisiniz, vuruyorum, bastonumla yere her dokunuşumda, kafamda bir delik, hepsi esrik bir tempo vuruşu gibi, sonu gelmez bir işkenceye yargılıdır sıcak rüzgârlı günlerde.
12.09.2019
defne ormanı
melih cevdet anday
köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı; çünkü
ekmeklerini köleler veriyordu onlara
köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
felsefe yapmıyorlardı; çünkü ekmeklerini
köle sahipleri veriyordu onlara
ve yıkıldı gitti likya
köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapıyorlardı; çünkü
felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara
felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
için ekmek yapmıyorlardı; çünkü kölelerini
felsefe veriyordu onlara
ve yıkıldı gitti likya
felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
felsefesi. ve sahipsiz felsefenin
ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi
ekmeğin sahipsiz felsefesini
felsefenin sahipsiz ekmeği
ve yıkıldı gitti likya
hala yeşil bir defne ormanı altında
10.09.2019
tercih
murathan mungan
kalbe yakın şiirlerin uzak görüşlü
okurlarını yeğlerim ben
pirinç ayıklamasını bilenleri
soğanı zarından soyabilen
anlamı kemiğinden ayırabilenleri
taşa, ağaca, kuşa, çiçeğe bir görümde
ad verebilenleri
diğerleri, sadece diğerleridir
gelir geçerler bir göz değimi
9.09.2019
bu ülke
jean meslier
yaratılışı, uyruğunun zihnini karıştırmaya çok uygun mutlak bir hükümdar ile yönetilen bir ülke var. bu hükümdar, bilinmek, sevilmek, itaat edilmek istiyor. ancak hiçbir zaman kendisini göstermiyor ve her şey hakkında edinilebilen bilgiyi kuşkulu kılmaya çalışıyor.
hakimiyet ve saltanatına bağlı kavimler, görünmeyen hükümdarlarının karakteri ve yasaları hakkında sözcülerinin verdiği fikirlerden başka fikirlere sahip değil. sözcüler bile, hükümdarlarının karakteri ve niyetleri hakkında hiçbir fikre sahip olmadıklarını, bu hükümdara giden yolların geçilmesinin olanaksız olduğunu, niyet ve sıfatının bilinmesinin hiç mümkün olmadığını kabul ediyor.
öte yandan, icra aracı olduklarını söyledikleri efendilerinden çıkan emirler hakkında, bu sözcüler arasında birlik yok. imparatorluğun her ilinde bu emri başka başka ilan ediyor. birbirlerini küçük düşürüyorlar, birbirlerine hileci, sahtekar diyorlar, ilanını görev edindikleri emirler, fermanlar açık değil. bu emirler ve fermanlar, uyruğun eğitim ve aydınlanmasına özgü; ancak bunlar uyruğun akıl erdiremeyeceği, anlaşılmaz şeyler. gizli hükümdarın yasaları, çevirmenlere, açıklayıcılara muhtaç; ancak bunları açıklayanlar da, gerçek anlamı hakkında sürekli olarak çekişme halindeler.
dahası var. bunlar kendi kendileriyle de uyuşmuş değil. gizli hükümdarlarına dair ettikleri söylentilerin tümü bir çelişkiler yumağından başka bir şey değil. hemen yalanlanmayacak hiçbir kelime söylemiyorlar. bu gizli hükümdarın son derece iyi olduğunu söylüyorlar; oysa onun isteklerinden, emirlerinden şikayet etmeyen kimse yok.
sonsuz hakim olduğu varsayılıyor; oysa yönetiminde her şey mantığa ve sağduyuya aykırı. adaleti övülüyor; oysa uyruklarının en iyileri genellikle en az yardım ve iyiliğe erişiyorlar. her şeyi gördüğü, her yerde hazır ve nazır olduğu temin olunuyor; oysa bu hazır ve nazırlığın hiçbir şeye yararı yok. düzen ve doğruluk dostu olduğu söyleniyor; oysa ülkesinde her şey alt üst olmuş, karışıklık içinde. her şeyi o yapıyor; oysa olaylar, ender olarak tasarılarına uygun görülüyor. her şeyi önceden görüyor, ancak hiçbir şeyin olmasına engel olamıyor.
kendisine yapılan saldırı ve tecavüze karşı sabır ve tahammülü yok; bununla birlikte herkesi kendisine tecavüz edebilmeye güçlü kılıyor. eserlerindeki bilimselliğe hayranlıkla bakılıyor; oysa çelişkilerle dolu eserleri kısa ömürlü. sürekli olarak yapmakla, bozmakla, işinden asla memnun kalmaksızın yaptığını onarmakla uğraşıyor. her girişiminde, kendi büyüklüğünden ve şanından başka bir amaç yok; oysa büyüklüğü ve şanıyla yüceltilmeye hiç ulaşmıyor.
yalnızca uyruğunun refahı için çalışıyor, uyruğu ise çoğunlukla zorunlu ihtiyaçlarından bile yoksun. armağan ve iyiliklerine erişmiş gibi görünenler, genellikle hallerinden en az memnun olanlar. bunların hemen tümü, büyüklüğüne hayran olmaktan ve olgun hikmetini yüceltmekten, iyiliğine tapmaktan, adaletinden korkmaktan, asla itaat etmedikleri emirlerine saygı duymaktan ayrılmadıkları hükümdarlarına karşı aralıksız isyan halinde bulunuyorlar.
bu ülke dünyadır, bu hükümdar allah'tır, vekilleri din adamlarıdır, uyruğu insanlardır.
yaratılışı, uyruğunun zihnini karıştırmaya çok uygun mutlak bir hükümdar ile yönetilen bir ülke var. bu hükümdar, bilinmek, sevilmek, itaat edilmek istiyor. ancak hiçbir zaman kendisini göstermiyor ve her şey hakkında edinilebilen bilgiyi kuşkulu kılmaya çalışıyor.
hakimiyet ve saltanatına bağlı kavimler, görünmeyen hükümdarlarının karakteri ve yasaları hakkında sözcülerinin verdiği fikirlerden başka fikirlere sahip değil. sözcüler bile, hükümdarlarının karakteri ve niyetleri hakkında hiçbir fikre sahip olmadıklarını, bu hükümdara giden yolların geçilmesinin olanaksız olduğunu, niyet ve sıfatının bilinmesinin hiç mümkün olmadığını kabul ediyor.
öte yandan, icra aracı olduklarını söyledikleri efendilerinden çıkan emirler hakkında, bu sözcüler arasında birlik yok. imparatorluğun her ilinde bu emri başka başka ilan ediyor. birbirlerini küçük düşürüyorlar, birbirlerine hileci, sahtekar diyorlar, ilanını görev edindikleri emirler, fermanlar açık değil. bu emirler ve fermanlar, uyruğun eğitim ve aydınlanmasına özgü; ancak bunlar uyruğun akıl erdiremeyeceği, anlaşılmaz şeyler. gizli hükümdarın yasaları, çevirmenlere, açıklayıcılara muhtaç; ancak bunları açıklayanlar da, gerçek anlamı hakkında sürekli olarak çekişme halindeler.
dahası var. bunlar kendi kendileriyle de uyuşmuş değil. gizli hükümdarlarına dair ettikleri söylentilerin tümü bir çelişkiler yumağından başka bir şey değil. hemen yalanlanmayacak hiçbir kelime söylemiyorlar. bu gizli hükümdarın son derece iyi olduğunu söylüyorlar; oysa onun isteklerinden, emirlerinden şikayet etmeyen kimse yok.
sonsuz hakim olduğu varsayılıyor; oysa yönetiminde her şey mantığa ve sağduyuya aykırı. adaleti övülüyor; oysa uyruklarının en iyileri genellikle en az yardım ve iyiliğe erişiyorlar. her şeyi gördüğü, her yerde hazır ve nazır olduğu temin olunuyor; oysa bu hazır ve nazırlığın hiçbir şeye yararı yok. düzen ve doğruluk dostu olduğu söyleniyor; oysa ülkesinde her şey alt üst olmuş, karışıklık içinde. her şeyi o yapıyor; oysa olaylar, ender olarak tasarılarına uygun görülüyor. her şeyi önceden görüyor, ancak hiçbir şeyin olmasına engel olamıyor.
kendisine yapılan saldırı ve tecavüze karşı sabır ve tahammülü yok; bununla birlikte herkesi kendisine tecavüz edebilmeye güçlü kılıyor. eserlerindeki bilimselliğe hayranlıkla bakılıyor; oysa çelişkilerle dolu eserleri kısa ömürlü. sürekli olarak yapmakla, bozmakla, işinden asla memnun kalmaksızın yaptığını onarmakla uğraşıyor. her girişiminde, kendi büyüklüğünden ve şanından başka bir amaç yok; oysa büyüklüğü ve şanıyla yüceltilmeye hiç ulaşmıyor.
yalnızca uyruğunun refahı için çalışıyor, uyruğu ise çoğunlukla zorunlu ihtiyaçlarından bile yoksun. armağan ve iyiliklerine erişmiş gibi görünenler, genellikle hallerinden en az memnun olanlar. bunların hemen tümü, büyüklüğüne hayran olmaktan ve olgun hikmetini yüceltmekten, iyiliğine tapmaktan, adaletinden korkmaktan, asla itaat etmedikleri emirlerine saygı duymaktan ayrılmadıkları hükümdarlarına karşı aralıksız isyan halinde bulunuyorlar.
bu ülke dünyadır, bu hükümdar allah'tır, vekilleri din adamlarıdır, uyruğu insanlardır.
oblomov
ivan gonçarov
insan hayatta iki kez sevemez.
dostluk denilen şey genç bir kadınla genç bir erkek arasında aşk, yaşlılar arasında ise aşk hatırası olduğunda iyi bir şeydir. ama eğer bir taraf için dostluk öbür taraf için aşk ise o zaman tanrı yardım etsin!
onu unutmak demek bir zamanlar yaşadığımı, cennette olduğumu unutmak demektir.
herkes nefes almadan koşuşturuyordu. bir iş biter bitmez, sanki önemli olan tek şey buymuş gibi kendilerini bir başkasına atıveriyorlar, onu da bitirince hemen bir tarafa koyup bir üçüncüsüne saldırıyorlardı, bu böyle devam edip gidiyordu. iki kez gece onu uyandırıp not yazmaya zorlamışlardı. birkaç kez arkadaş ziyaretindeyken işe çağrılmıştı, hep bu notlar yüzünden. bütün bunlar onu dehşete düşürüp korkunç sıkmıştı. "peki ben ne zaman yaşayacağım?" deyip duruyordu.
böyle gereksiz okumalar ona zor ve garip geliyordu. bu kadar çok zaman, kağıt ve mürekkep harcanan bütün bu kitapların ne yararları vardı? ders kitapları neye yarardı? okula tıkılmış olarak geçen hayatın altı yedi yılı neden ziyan ediliyordu? bütün bu sıkı disipline, azarlamalara, ders boyunca sınıfta oturma sıkıntısına, hayat önümüzde, etrafımızda dururken dolaşma, oynama, eğlenme kısıtlamalarına neden katlanılıyordu?
parlak günler kalmaz, uçup gider ve hayat akar, bir bunalım ötekini izler.
insan hayatının amacı dört mevsimi de ani değişimler olmadan yaşamak, hayat bidonunu tek bir damla bile dökmeden en uzağa kadar taşımaktır. ağır ağır yanan bir ateş, alev alev bir yangından daha iyidir.
okuryazarlık köylülere zararlıdır. onları yetiştir sonra da sabanın başına bir daha geçmesinler.
bazıları taşınmayı sever. ev değiştirmek onların hayatlarındaki tek eğlence gibidir.
ölümden korkmayabilirsin. kötü olan infaz değil infaza hazırlıktır, infazdan önceki saatler işkencedir.
aşk maceraları böyledir. insan önce evlenmeli ondan sonra pembe hayallere dalmalı.
borç para alan insanlar sanki ruhuna şeytan girmiş gibi koşuşturup durur, çalışır, uykuları kaçardı. borç bir şeytandır, sadece parayla def edilebilen bir kötü ruhtur.
aşkta arkadaşlık kadar ince eleyip sık dokunmaz. genellikle gözü kördür, değer diye bir şey aramaz. hepsi bu. ama aşk için özel bir şey gereklidir, bazen küçük bir şey, adını koyamadığın, tanımlayamadığın, benim kimseyle karşılaştırılamayacak arkadaşım ılya'da olmayan bir şey.
o akıldan çok daha önemli bir şeye sahip: dürüst ve sadık bir kalp! bu, hayatı boyunca zarara uğratmadan taşıdığı eşi görülmemiş bir define. insanlar onu devirdiler, o bunlara kayıtsız kaldı, sonunda uyuştu, kırıldı, hayal kırıklığına uğradı, yaşama gücünü kaybetti; ama dürüstlüğünü ve sadakatini kaybetmedi. kalbinden bir kez olsun kötülük geçmedi, karakterinde hiç leke olmadı. en cazip bir kötülük bile onu kandıramaz, doğru yoldan çıkaramazdı. etrafını kötülükler sarmış olabilir, bütün dünya zehirle dolmuş olabilir, tersine dönebilir ama oblomov yalanın önünde eğilmez, ruhu daima saf, asil ve dürüst kalır. kristal kadar berraktır. böyle insanlar az bulunur. kalabalık içinde bir inci tanesi gibidirler! kalbinin satın alınması imkansızdır. ona her zaman ve her yerde güvenilebilir. onu bir kez tanıyan insan onu sevmekten vazgeçemez.
insan hayatta iki kez sevemez.
dostluk denilen şey genç bir kadınla genç bir erkek arasında aşk, yaşlılar arasında ise aşk hatırası olduğunda iyi bir şeydir. ama eğer bir taraf için dostluk öbür taraf için aşk ise o zaman tanrı yardım etsin!
onu unutmak demek bir zamanlar yaşadığımı, cennette olduğumu unutmak demektir.
herkes nefes almadan koşuşturuyordu. bir iş biter bitmez, sanki önemli olan tek şey buymuş gibi kendilerini bir başkasına atıveriyorlar, onu da bitirince hemen bir tarafa koyup bir üçüncüsüne saldırıyorlardı, bu böyle devam edip gidiyordu. iki kez gece onu uyandırıp not yazmaya zorlamışlardı. birkaç kez arkadaş ziyaretindeyken işe çağrılmıştı, hep bu notlar yüzünden. bütün bunlar onu dehşete düşürüp korkunç sıkmıştı. "peki ben ne zaman yaşayacağım?" deyip duruyordu.
böyle gereksiz okumalar ona zor ve garip geliyordu. bu kadar çok zaman, kağıt ve mürekkep harcanan bütün bu kitapların ne yararları vardı? ders kitapları neye yarardı? okula tıkılmış olarak geçen hayatın altı yedi yılı neden ziyan ediliyordu? bütün bu sıkı disipline, azarlamalara, ders boyunca sınıfta oturma sıkıntısına, hayat önümüzde, etrafımızda dururken dolaşma, oynama, eğlenme kısıtlamalarına neden katlanılıyordu?
parlak günler kalmaz, uçup gider ve hayat akar, bir bunalım ötekini izler.
insan hayatının amacı dört mevsimi de ani değişimler olmadan yaşamak, hayat bidonunu tek bir damla bile dökmeden en uzağa kadar taşımaktır. ağır ağır yanan bir ateş, alev alev bir yangından daha iyidir.
okuryazarlık köylülere zararlıdır. onları yetiştir sonra da sabanın başına bir daha geçmesinler.
bazıları taşınmayı sever. ev değiştirmek onların hayatlarındaki tek eğlence gibidir.
ölümden korkmayabilirsin. kötü olan infaz değil infaza hazırlıktır, infazdan önceki saatler işkencedir.
aşk maceraları böyledir. insan önce evlenmeli ondan sonra pembe hayallere dalmalı.
borç para alan insanlar sanki ruhuna şeytan girmiş gibi koşuşturup durur, çalışır, uykuları kaçardı. borç bir şeytandır, sadece parayla def edilebilen bir kötü ruhtur.
aşkta arkadaşlık kadar ince eleyip sık dokunmaz. genellikle gözü kördür, değer diye bir şey aramaz. hepsi bu. ama aşk için özel bir şey gereklidir, bazen küçük bir şey, adını koyamadığın, tanımlayamadığın, benim kimseyle karşılaştırılamayacak arkadaşım ılya'da olmayan bir şey.
o akıldan çok daha önemli bir şeye sahip: dürüst ve sadık bir kalp! bu, hayatı boyunca zarara uğratmadan taşıdığı eşi görülmemiş bir define. insanlar onu devirdiler, o bunlara kayıtsız kaldı, sonunda uyuştu, kırıldı, hayal kırıklığına uğradı, yaşama gücünü kaybetti; ama dürüstlüğünü ve sadakatini kaybetmedi. kalbinden bir kez olsun kötülük geçmedi, karakterinde hiç leke olmadı. en cazip bir kötülük bile onu kandıramaz, doğru yoldan çıkaramazdı. etrafını kötülükler sarmış olabilir, bütün dünya zehirle dolmuş olabilir, tersine dönebilir ama oblomov yalanın önünde eğilmez, ruhu daima saf, asil ve dürüst kalır. kristal kadar berraktır. böyle insanlar az bulunur. kalabalık içinde bir inci tanesi gibidirler! kalbinin satın alınması imkansızdır. ona her zaman ve her yerde güvenilebilir. onu bir kez tanıyan insan onu sevmekten vazgeçemez.
yollarımız hep ayrı
nurten çelebioğlu
bir dörtyol ağzında karşılaşmıştık
oysa ayrı ayrı yolların yolcusuyuz
sağa giden yolun yolcusu sendin
soldakinde ürkek gidense ben
nasıl olmuştu birden karşılaşmamız
unuttuğumuz bir şey mi kalmıştı ardımızda
bilir misin her dönüş bir yeni başlangıcı getirir
istemeyerek bilinçsiz
bilmeden günahları yeşertir avuçlarımızda
ama biz o günahları yeşertmedik
vermedik dudaklarımıza tutsak sırrımızı
arı ellerimizi kirletmedik
salt gözlerimizin sorumsuzluğunda
yüreklerimiz çırpındı durdu
sonra döndük yeni baştan arkamızı
sen sağdakine saptın tutkulu
bense soldakinin kırık yolcusu
yollarımız yeniden ayrılıverdi
8.09.2019
dolandırıcı
sülün osman
benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. 10 tane bilezikle geliyorum adamın önüne akşam vakti. kuyumcunun kapısındayız ve dükkan kapalı. karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan. hakiki olsalar bileziklerin fiyatı 1000 lira. diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var. paranın gerisi umrumda değil; yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın. adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri 1000 liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor. o arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri. telaşlanıyor adam kazanç imkanı kaybolacak diye. 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince "dolandırıldım" diye karakola gidiyor. ben aranıyorum. demiyorlar ki ona, "be adam, 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı?" diye. gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı. ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım.
via avni özgürel
benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. 10 tane bilezikle geliyorum adamın önüne akşam vakti. kuyumcunun kapısındayız ve dükkan kapalı. karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan. hakiki olsalar bileziklerin fiyatı 1000 lira. diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var. paranın gerisi umrumda değil; yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın. adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri 1000 liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor. o arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri. telaşlanıyor adam kazanç imkanı kaybolacak diye. 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince "dolandırıldım" diye karakola gidiyor. ben aranıyorum. demiyorlar ki ona, "be adam, 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı?" diye. gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı. ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım.
via avni özgürel
7.09.2019
ayartma
zygmunt bauman
insanlar yedi gün yirmi dört saat doğru ve uygun olduğunu düşündükleri yolları terk etmek, el üstünde tuttukları ve kendilerini mutlu ettiğini düşündükleri şeylere sırtlarını dönmek ve gerçekte olduklarından farklı olmak için çekidüzen verilmeye, eğitilmeye, öğüt almaya, kandırılmaya ve ayartılmaya eğilimlidirler.
grossberg, eğer ısrar edilirse, saiklerinin arkasındaki akıl yürütmeyi aşağıdaki gibi aktarabilecek insanların davranışını "ironik nihilizm" diye adlandırıyor: kandırmanın yanlış olduğunu ve kandırdığımı biliyorum, ancak işler böyle yürüyor, gerçeklik böyle bir şey. yaşamın ve her seçimin bir dolap olduğu bilinir, ancak bu bilgi o kadar evrensel kabul görüyor ki artık hiçbir alternatif yok. herkes herkesin kandırdığını biliyor, dolayısıyla herkes kandırıyor ve şayet ben kandırmazsam, aslında dürüst olmanın ıstırabını çekerim.
insanlar yedi gün yirmi dört saat doğru ve uygun olduğunu düşündükleri yolları terk etmek, el üstünde tuttukları ve kendilerini mutlu ettiğini düşündükleri şeylere sırtlarını dönmek ve gerçekte olduklarından farklı olmak için çekidüzen verilmeye, eğitilmeye, öğüt almaya, kandırılmaya ve ayartılmaya eğilimlidirler.
grossberg, eğer ısrar edilirse, saiklerinin arkasındaki akıl yürütmeyi aşağıdaki gibi aktarabilecek insanların davranışını "ironik nihilizm" diye adlandırıyor: kandırmanın yanlış olduğunu ve kandırdığımı biliyorum, ancak işler böyle yürüyor, gerçeklik böyle bir şey. yaşamın ve her seçimin bir dolap olduğu bilinir, ancak bu bilgi o kadar evrensel kabul görüyor ki artık hiçbir alternatif yok. herkes herkesin kandırdığını biliyor, dolayısıyla herkes kandırıyor ve şayet ben kandırmazsam, aslında dürüst olmanın ıstırabını çekerim.
6.09.2019
türk romanının sorunu
oğuz atay
türk romanının sorunu kişiliktir. insanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. bunun için romanımız düzmecedir. diyalektik bir gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. köylünün sefil yaşayışı olgusu büyük roman yazmayı gerektirmez. buna benzer sözler söyleyenlerin de aslında sözlerinin anlamını kavramamaları da daha acıklı bir durumdur. halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır sorunlardan biri. kültürsüzlüktür. ve en önemlisi ne kendini ne gerçeği sezememektir. sezgisizliktir. duyarsızlıktır. kültür kopukluğudur. kendilerinden yirmi yıl önce yaşamış bir romancıdan yirmi yıl ilerde olduğunu düşünme yanılgısıdır. kötü romanları, büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır. bir iki toplumsal gerçeği bir yerden duyan insanın başka şeyleri duyamamasından ileri gelen bir cahillik coşkunluğudur. bir edebiyat çetesine yaslanmanın verdiği rahatlıkla yıllar boyunca bir arpa boyu ilerleyememenin zavallılığıdır. derinlikten, derinliğine ilerlemekten korkmanın böcekçe korkusudur. havuz edebiyatıdır. yüzeyde çırpınmanın verdiği korkunun edebiyat heyecanı sanılmasıdır, böcek yanılgısıdır. öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da, düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır. haksız olana karşı çıkanın da haksız olduğu bir ortamdır. bunları yazmanın da bir yararı yoktur aslında. kişilik kazanmamış bir yarı aydınlar ortamında kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu 'müktesebatı'nı irdelemeye, kendi edinimleriyle hesaplaşmaya niyeti yoktur çünkü. herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdürebileceğidir. dükkanda mallar eksik olmasın, reklam da iyi yapılsın yeter. bu mal, köylünün sefaleti, işçinin direnmesi ya da küçük burjuva aydının bunalımı olabilir fark etmez. esnaf ve tezgahtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde makbuldur.
köy romanı piyasasında durgunluk mu var, biz de şehre taşınırız olur biter. esnaf için, yani mal üretmeyen için, yani acıyı sevinci duyarlığı, insan derinliğini yaşamayan için hepsi birdir. esnaf için bu sözlerin sarsıcı bir etkisinin olacağını sanmıyorum. ancak henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa olsun, kafası yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde düşünür diye umuyorum. belki henüz gerçekleri okuyarak düşünerek kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. belki -bir dostumun dediği gibi- kitabı karşısına alıp araya hiçbir bezirgan sokmadan, kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır. sahte eleştirmenlerin koltuk değneklerine dayanarak yürüyenlerin, edebiyat reklam ajanslarının gürültüsüne kapılarak şartlananların dışında kalanların varlığına inanmak istediğim için yazıyorum bunları. belki -kemal tahir'in dediği gibi- günde 24 saat romancı olmanın gereğini duyanlar ya da duyacak olanlar vardır.
halit ziya'nın, tanpınar'ın (hatta peyami safa'nın) roman diye bir gerçeği birçok gürültücüden daha çok hissettiğim, kemal tahir'in çok başka yoldan aynı gerçeği yaşattığını, daha doğrusu nasıl yaşattığı üzerinde düşünecek 'meçhul asker'lerin varlığına inanarak yazabilir insan ancak. bu da kemal tahir'in dediği gibi kültür işidir; yani sadece bazı şeyleri bilmek değil, yeni deyimiyle özümsemek işidir. yani çok fırın ekmek işidir. küçük kafa ve beden yaşantılarıyla büyük fırtınalar koparılamayacağını sezmektir. romanın bir ömür tüketmek işi olduğunu kavramaktır. şu ya da bu formüle yaslanmak işi değildir. köyden şehire, şehirden köye taşınmak işi değildir. bu işi dert edinmektir; ama hangi malı piyasaya sürersem daha iyi iş yaparım diye dertlenmek değildir. joseph conrad'ın dediği gibi "her satırında haklı çıkmak" gibi zor bir amaca yönelmektir. ezilen insanlardan yana görünüp onlara kuklalar gibi bakmak değildir. bir dava için haklı haksız acı çekenlere tanrısal bir hoşgörüyle bakıp onlara küçümseyerek acımak hiç değildir. hele bu lafları durmadan ederek, bir yandan da insanın gözüne baka baka yalan söylemek değildir.
romanın temel sorunu "moral" ("ahlak" gibi ama daha geniş kapsamlı bir söz) bir sorundur. bizim romanımız başlangıçta ve bir süre bunu sezmiştir: "moral" sorun aslında bir felsefe, kültür, sosyoloji, psikoloji sorunu olduğundan -gene kemal tahir'in deyimiyle- romancı kendisinin felsefecisi, sosyoloğu, psikoloğu olmak zorunda kalmıştır. ama bugün -şükürler olsun- bu zorluklar ortadan kalkmıştır; çünkü sözünü ettiğim sorunlar artık yok sayılmaktadır. romanımızın bugünkü temel sorunu bu temel sorunların inkarıdır. bu aşama hepimize kutlu olsun.
türk romanının sorunu kişiliktir. insanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. bunun için romanımız düzmecedir. diyalektik bir gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. köylünün sefil yaşayışı olgusu büyük roman yazmayı gerektirmez. buna benzer sözler söyleyenlerin de aslında sözlerinin anlamını kavramamaları da daha acıklı bir durumdur. halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır sorunlardan biri. kültürsüzlüktür. ve en önemlisi ne kendini ne gerçeği sezememektir. sezgisizliktir. duyarsızlıktır. kültür kopukluğudur. kendilerinden yirmi yıl önce yaşamış bir romancıdan yirmi yıl ilerde olduğunu düşünme yanılgısıdır. kötü romanları, büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır. bir iki toplumsal gerçeği bir yerden duyan insanın başka şeyleri duyamamasından ileri gelen bir cahillik coşkunluğudur. bir edebiyat çetesine yaslanmanın verdiği rahatlıkla yıllar boyunca bir arpa boyu ilerleyememenin zavallılığıdır. derinlikten, derinliğine ilerlemekten korkmanın böcekçe korkusudur. havuz edebiyatıdır. yüzeyde çırpınmanın verdiği korkunun edebiyat heyecanı sanılmasıdır, böcek yanılgısıdır. öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da, düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır. haksız olana karşı çıkanın da haksız olduğu bir ortamdır. bunları yazmanın da bir yararı yoktur aslında. kişilik kazanmamış bir yarı aydınlar ortamında kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu 'müktesebatı'nı irdelemeye, kendi edinimleriyle hesaplaşmaya niyeti yoktur çünkü. herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdürebileceğidir. dükkanda mallar eksik olmasın, reklam da iyi yapılsın yeter. bu mal, köylünün sefaleti, işçinin direnmesi ya da küçük burjuva aydının bunalımı olabilir fark etmez. esnaf ve tezgahtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde makbuldur.
köy romanı piyasasında durgunluk mu var, biz de şehre taşınırız olur biter. esnaf için, yani mal üretmeyen için, yani acıyı sevinci duyarlığı, insan derinliğini yaşamayan için hepsi birdir. esnaf için bu sözlerin sarsıcı bir etkisinin olacağını sanmıyorum. ancak henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa olsun, kafası yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde düşünür diye umuyorum. belki henüz gerçekleri okuyarak düşünerek kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. belki -bir dostumun dediği gibi- kitabı karşısına alıp araya hiçbir bezirgan sokmadan, kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır. sahte eleştirmenlerin koltuk değneklerine dayanarak yürüyenlerin, edebiyat reklam ajanslarının gürültüsüne kapılarak şartlananların dışında kalanların varlığına inanmak istediğim için yazıyorum bunları. belki -kemal tahir'in dediği gibi- günde 24 saat romancı olmanın gereğini duyanlar ya da duyacak olanlar vardır.
halit ziya'nın, tanpınar'ın (hatta peyami safa'nın) roman diye bir gerçeği birçok gürültücüden daha çok hissettiğim, kemal tahir'in çok başka yoldan aynı gerçeği yaşattığını, daha doğrusu nasıl yaşattığı üzerinde düşünecek 'meçhul asker'lerin varlığına inanarak yazabilir insan ancak. bu da kemal tahir'in dediği gibi kültür işidir; yani sadece bazı şeyleri bilmek değil, yeni deyimiyle özümsemek işidir. yani çok fırın ekmek işidir. küçük kafa ve beden yaşantılarıyla büyük fırtınalar koparılamayacağını sezmektir. romanın bir ömür tüketmek işi olduğunu kavramaktır. şu ya da bu formüle yaslanmak işi değildir. köyden şehire, şehirden köye taşınmak işi değildir. bu işi dert edinmektir; ama hangi malı piyasaya sürersem daha iyi iş yaparım diye dertlenmek değildir. joseph conrad'ın dediği gibi "her satırında haklı çıkmak" gibi zor bir amaca yönelmektir. ezilen insanlardan yana görünüp onlara kuklalar gibi bakmak değildir. bir dava için haklı haksız acı çekenlere tanrısal bir hoşgörüyle bakıp onlara küçümseyerek acımak hiç değildir. hele bu lafları durmadan ederek, bir yandan da insanın gözüne baka baka yalan söylemek değildir.
romanın temel sorunu "moral" ("ahlak" gibi ama daha geniş kapsamlı bir söz) bir sorundur. bizim romanımız başlangıçta ve bir süre bunu sezmiştir: "moral" sorun aslında bir felsefe, kültür, sosyoloji, psikoloji sorunu olduğundan -gene kemal tahir'in deyimiyle- romancı kendisinin felsefecisi, sosyoloğu, psikoloğu olmak zorunda kalmıştır. ama bugün -şükürler olsun- bu zorluklar ortadan kalkmıştır; çünkü sözünü ettiğim sorunlar artık yok sayılmaktadır. romanımızın bugünkü temel sorunu bu temel sorunların inkarıdır. bu aşama hepimize kutlu olsun.
5.09.2019
albert einstein
george sylvester viereck
1879'da almanya'nın ulm şehrinde doğan, kısmen orada, kısmen italya'da ve kısmen isviçre'de, isviçre ve alman vatandaşı olarak öğrenim gören einstein, uluslararası kıskançlıklara bir öğretmenin kavga eden öğrencilerine baktığı gibi bakıyor. politik olarak sosyalizme yakın. pasifizme nihai ideal olarak bakıyor.
yoksul bir yahudi, bir sosyalist ve bir pasifist olan einstein, sırtında bu dört engelin yükünü taşıyor. einstein, kendi çekingenliği de dahil olmak üzere tüm engelleri, beyin kuvveti ile fethediyor. mutlakiyet hariç hiçbir siyasi yönetimi reddetmiyor.
"bizim kendi geleneklerimizi feda etmemiz için hiçbir neden yoktur. standartlaştırma, yaşamın renklerini çalar. her etnik grubu özel geleneklerinden mahrum bırakmak, dünyayı büyük bir ford fabrikasına dönüştürmektir. otomobilleri standartlaştırmaya inanırım fakat insanlara bunu yapmaya inanmam. standartlaştırma, amerikan kültürünü tehdit eden büyük bir tehlikedir."
einstein'ın kaderle mücadelesi damağında acı bir tat bırakmamıştır. yüzünün her çizgisi bir nezaket göstergesidir. bunlar aynı zamanda boyun eğmeyen bir gururun göstergeleridir. bazı arkadaşları ve hayranları, onun birikimleriyle bir yazlık ev inşa etmeye karar verdiğini öğrendiler ve ona bir arsa armağan etmeyi teklif ettiler. ancak einstein başını sallayarak hayır demiş ve bir talmud bilgeliğiyle eklemiş:
"kabul ettiğimiz her hediye bir bağdır. bazen hiçbir şey vermeden elde ettiğimiz şeyler için en büyük ücreti öderiz."
her ne kadar dünyanın hakkında en çok konuşulan bilim insanı olsa da, einstein itibarını sermayeye çevirmeyi kesinlikle reddediyor. bir amerikan sigarasını desteklemesi istendiğinde kahkaha atmıştı. önerdikleri para, yazlık evinin masraflarını ödeyebilirdi fakat einstein, şöhretin onu diğerlerinden ayırdığını bilerek dürüstlüğünü ne pahasına olursa olsun korumak zorunda olduğunu düşünüyordu.
her fırsatta, onunla röportaj yapmak isteyenlerden kaçıyordu. utangaçlığı, inzivasını gerekli kılıyor, karısı da bu inzivayı teşvik ediyordu. kendisini zorlayan teklif ve istek yığınlarını kontrol edemiyor, ünlülerden gelen mektupları bile cevapsız bırakıyordu. ama bir arkadaşından gelecek en küçük nota bile cevap veriyordu. gelen cömert tekliflere rağmen, teorilerini ve hayatını, popüler tüketim için üretilecek herhangi bir kitapta sömürmelerine izin vermedi. her seferinde şunları söyledi:
"bilimden para kazanmayı reddediyorum. benim şöhretim, pamuk balyaları gibi satılık değildir."
einstein, kendisine sunulan matematiksel ve teknik problemleri, yaşadığı apartman dairesinin en üst katında bulunan tavan arasının ıssızlığında çözüyordu. küçük tavan arasına yıllar önce ilk kazandığı paralarla aldığı ilkel mobilyaları koymuştu.
einstein'ın bu gizli sığınağında tuhaf ve nadir eşyalar görmeyi umuyordum. bu tavan arası bir orta çağ sihirbazının laboratuvarına benzeseydi şaşırmazdım. hayal kırıklığına uğradım. einstein, doktor faust'u taklit etmiyor. birkaç kitap var, ayrıca birkaç resim. faraday, maxwell, newton.. ne bir daire ne de bir üçgen gördüm. einstein'ın tek aleti kendi kafası. kitaplara ihtiyacı yok. beyni onun kütüphanesi.
masasından sadece bir çatı okyanusunu ve gökyüzünü görüyor. burada spekülasyonları ile birlikte yapayalnız. burada, modern bilimde devrim yaratan teorileri kafasından birer pallas* gibi fışkırıyor. burada, hiç kimse onun düşüncelerinin uçuşmasını engelleyemez. eşi bile bu kutsal yere ürpermeden giremiyor.
"mutluyum çünkü kimseden bir şey istemiyorum. para umrumda değil. dekorasyonlar, unvanlar veya ayrıcalıklar benim için hiçbir şey ifade etmiyor. övgü istemiyorum. işimden, kemanımdan ve yelkenli teknemden başka bana zevk veren tek şey çalışma arkadaşlarımın takdiridir."
albert einstein, kafasını kesintisizce çalışmalarına gömmüyor. su sporlarını çok seviyor. en sevdiği oyuncağı, tüm modern teknik iyileştirmelere sahip bir yelkenli. yelkenlisiyle nehirlerde ve göllerde eğleniyor. rüzgarla savaşırken göreliliği ve dördüncü boyutu unutuyor. sprey saçlarının gümüşü içinde parıldadığında ve güneş meleksi yüzüne vurduğunda, düşünceleri bükülen uzay-zamandan uzaklaşıyor.
profesör einstein, bir matematikçiden çok bir müzisyene benziyor. yarı özür dileyen hüzünlü bir gülümsemeyle itiraf etti:
"eğer bir fizikçi olmasaydım muhtemelen bir müzisyen olurdum. çoğunlukla müzik içinde düşünüyorum. hayallerimi müziğin içinde yaşıyorum, hayatıma müzik açısından bakıyorum."
neredeyse hiç halkın arasına çıkmıyor çünkü nereye giderse gitsin onu hemen tanıyorlar. popüler restoranlara yapılan tüm davetleri reddediyor. ancak şöhreti onu yalnızlık aramaya zorlasa da o sosyal bir insan. gerhart hauptmann ve profesör schrödinger gibi arkadaşlarıyla kendi yemek masasında sessiz sohbetler yapmayı çok seviyor. çok az okuyor. modern kurgu ilgisini çekmiyor. bilimde bile kendisini büyük ölçüde kendi özel alanıyla sınırlıyor.
"belli bir yaştan sonra okumak, zihni yaratıcı arayışlarından çok fazla saptırır. çok fazla okuyan ve kendi beynini çok az kullanan her insan, tembel düşünme alışkanlığına düşer. tıpkı tiyatroda çok fazla zaman geçiren bir adamın, kendi hayatını yaşamak yerine tiyatrodaki yaşamlara özenmesi gibi."
einstein kendi alanındaki her gelişmeyi büyük bir ilgiyle izliyor. bir bakışta bir denklem sayfasını okuma yeteneğine sahip olan einstein, yarım saat içinde yepyeni bir matematik sistemine hakim olabilir.
ona en büyük çağdaşlarının kim olduklarını sordum. esprili bir şekilde gözleri parlayarak cevapladı:
"bizim zamanımızın ruhu gotiktir. rönesans'ın aksine, birkaç öne çıkan kişiliğin hakimiyeti yoktur. 20. yüzyıl akıl demokrasisini oluşturdu. sanat ve bilim cumhuriyetinde, çağımızın entelektüel hareketlerinde eşit derecede önemli rol oynayan birçok insan vardır. önemli olan şey bireyden ziyade çağdır. galileo veya newton gibi baskın şahsiyetler yoktur. 19. yüzyılda bile diğerlerini geride bırakan birkaç dev vardı. bugün, genel düzey, dünya tarihinde hiç olmadığı kadar yüksektir; ancak duruşuyla diğerlerinden anında ayırt edilebilen yalnızca birkaç insan vardır."
"insanın en azından sınırlı bir anlamda özgür bir varlık olduğuna inanmıyor musunuz?" diye sordum. einstein hoşnut bir gülümsemeyle cevap verdi:
"schopenhauer'a inanıyorum. istediğimiz şeyi yapabiliriz ancak sadece yapmak zorunda olduğumuz şeyi isteyebiliriz. yine de pratikte, irade özgürlüğü varmış gibi davranmaya mecburum. medeni bir toplulukta yaşamak istiyorsam insan sorumlu bir varlıkmış gibi davranmalıyım. felsefi olarak, bir katilin suçundan sorumlu olmadığını biliyorum. bununla birlikte, kendimi hoş olmayan temaslardan korumak zorundayım. onu suçsuz olarak düşünebilirim ama onunla çay içmemeyi tercih ederim."
"bilinçaltına karşı tutumunuz nedir? freud'a göre, zihnimizin alt tabakasına kalıcı olarak kaydedilen ruhsal olaylar hayatımızı şekillendiriyor ve bozuyor."
"materyalist tarihçiler ve filozoflar ruhsal gerçekleri ihmal ederken freud da bu gerçeklerin önemini abartmaya meyillidir. psikolog değilim ama bana göre fizyolojik faktörlerin, özellikle iç salgı bezlerimizin kaderimizi kontrol ettiği açıktır. bütün sonuçlarını kabul etmeye hazır değilim; ancak freud'un çalışmalarını insan davranış bilimine son derece değerli bir katkı olarak görüyorum. bence onun yazarlığı psikologluğundan bile daha iyi. freud'un parlak tarzı, schopenhauer'dan bu yana emsali görülmemiş bir şeydir."
"insan çabasının hikayesinde ilerleme gibi bir şey var mıdır?"
"görebildiğim tek ilerleme organizasyondaki ilerleme. sıradan bir insan kendi deneyimlerinden önemli bir fayda sağlayacak kadar uzun yaşayamaz. öyle görünüyor ki, hiç kimse başkalarının deneyimlerinden de faydalanamıyor. hem baba hem de öğretmen olarak, çocuklarımıza hiçbir şey öğretemeyeceğimizi biliyorum. onlara ne yaşam bilgimizi ne de matematik bilgimizi iletebiliriz. her biri kendi dersini yeniden öğrenmeli."
"hayal gücünüze bilginizden daha çok güveniyorsunuz."
"hayal gücümden özgürce faydalanmama yetecek kadar bir sanatçıyım. hayal gücü bilgiden daha önemlidir. bilgi sınırlıdır. hayal gücü dünyayı kapsar."
"kendinize bir alman mı yoksa bir yahudi olarak mı bakıyorsunuz?"
"her ikisi de olmak oldukça mümkün, kendimi bir insan olarak görüyorum. milliyetçilik çocukça bir hastalıktır. insanlığın kızamığıdır."
"ben bir deterministim. dolayısıyla özgür iradeye inanmıyorum. yahudiler özgür iradeye inanır, insanın kendi hayatını şekillendirdiğine inanırlar. ben bu doktrini felsefi açıdan reddediyorum. bu bakımdan ben bir yahudi değilim."
"milliyetçiliğin yerine geçen ırka inanıyor musunuz?"
"ırk, en azından daha büyük bir birim oluşturur. yine de böyle bir ırka inanmıyorum. ırk sahtekarlıktır. tüm modern halklar hiçbir saf ırk kalmayacak kadar çok etnik karışımın bir araya gelmesidir."
ben, "alçak gönüllülüğünüz sizi yüceltiyor." deyince einstein omuzlarını silkeleyerek cevap verdi:
"hayır, ben hiçbir şey için övgü istemiyorum. her şey, başlangıç da son da, üzerinde kontrolümüz olmayan kuvvetler tarafından belirlenir. böcekler için olduğu kadar yıldızlar için de belirlenir. insanlar, sebzeler veya kozmik tozlar, hepimiz görünmez bir oyuncu tarafından uzaktan çalınan gizemli bir melodi ile dans ediyoruz."
einstein ayaklandı ve özür dileyerek ayrıldı. neredeyse gece yarısıydı. yaklaşık üç saattir konuşuyorduk. "kocamın," dedi bayan einstein, "önemli işleri var. ama gitmenize gerek yok. burada kalıp benimle konuşmaz mısınız?"
uzun süre konuştuk.
einstein tavan arasına çıktığında karısı onun kuyruğuna yapışmıyordu. einstein yalnız kalmak istediğinde ise bayan einstein kendisini onun hayatından tamamen siliyordu. bayan einstein kocasını uyumsuz temaslardan esirgiyor ve kutsal ateşi koruyan bir vesta bakiresinin bağlılığıyla kocasının zihin huzurunu koruyordu.
şüphesiz ki einstein, daha az fedakarlık yapan bir eşle, adını ölümsüzlerin arasına yazdıran böylesine keşifler yapamazdı. bu yüzden güneşi ve tüm yıldızları harekete geçiren aşk, albert einstein'ın dehasını yalnız yolunda ayakta tutar.
* pallas, zeus'un kafasından, bir balta darbesiyle dünyaya gelen yunan tanrıçasıdır. bakınız: pallas athena.
via evrim ağacı
1879'da almanya'nın ulm şehrinde doğan, kısmen orada, kısmen italya'da ve kısmen isviçre'de, isviçre ve alman vatandaşı olarak öğrenim gören einstein, uluslararası kıskançlıklara bir öğretmenin kavga eden öğrencilerine baktığı gibi bakıyor. politik olarak sosyalizme yakın. pasifizme nihai ideal olarak bakıyor.
yoksul bir yahudi, bir sosyalist ve bir pasifist olan einstein, sırtında bu dört engelin yükünü taşıyor. einstein, kendi çekingenliği de dahil olmak üzere tüm engelleri, beyin kuvveti ile fethediyor. mutlakiyet hariç hiçbir siyasi yönetimi reddetmiyor.
"bizim kendi geleneklerimizi feda etmemiz için hiçbir neden yoktur. standartlaştırma, yaşamın renklerini çalar. her etnik grubu özel geleneklerinden mahrum bırakmak, dünyayı büyük bir ford fabrikasına dönüştürmektir. otomobilleri standartlaştırmaya inanırım fakat insanlara bunu yapmaya inanmam. standartlaştırma, amerikan kültürünü tehdit eden büyük bir tehlikedir."
einstein'ın kaderle mücadelesi damağında acı bir tat bırakmamıştır. yüzünün her çizgisi bir nezaket göstergesidir. bunlar aynı zamanda boyun eğmeyen bir gururun göstergeleridir. bazı arkadaşları ve hayranları, onun birikimleriyle bir yazlık ev inşa etmeye karar verdiğini öğrendiler ve ona bir arsa armağan etmeyi teklif ettiler. ancak einstein başını sallayarak hayır demiş ve bir talmud bilgeliğiyle eklemiş:
"kabul ettiğimiz her hediye bir bağdır. bazen hiçbir şey vermeden elde ettiğimiz şeyler için en büyük ücreti öderiz."
her ne kadar dünyanın hakkında en çok konuşulan bilim insanı olsa da, einstein itibarını sermayeye çevirmeyi kesinlikle reddediyor. bir amerikan sigarasını desteklemesi istendiğinde kahkaha atmıştı. önerdikleri para, yazlık evinin masraflarını ödeyebilirdi fakat einstein, şöhretin onu diğerlerinden ayırdığını bilerek dürüstlüğünü ne pahasına olursa olsun korumak zorunda olduğunu düşünüyordu.
her fırsatta, onunla röportaj yapmak isteyenlerden kaçıyordu. utangaçlığı, inzivasını gerekli kılıyor, karısı da bu inzivayı teşvik ediyordu. kendisini zorlayan teklif ve istek yığınlarını kontrol edemiyor, ünlülerden gelen mektupları bile cevapsız bırakıyordu. ama bir arkadaşından gelecek en küçük nota bile cevap veriyordu. gelen cömert tekliflere rağmen, teorilerini ve hayatını, popüler tüketim için üretilecek herhangi bir kitapta sömürmelerine izin vermedi. her seferinde şunları söyledi:
"bilimden para kazanmayı reddediyorum. benim şöhretim, pamuk balyaları gibi satılık değildir."
einstein, kendisine sunulan matematiksel ve teknik problemleri, yaşadığı apartman dairesinin en üst katında bulunan tavan arasının ıssızlığında çözüyordu. küçük tavan arasına yıllar önce ilk kazandığı paralarla aldığı ilkel mobilyaları koymuştu.
einstein'ın bu gizli sığınağında tuhaf ve nadir eşyalar görmeyi umuyordum. bu tavan arası bir orta çağ sihirbazının laboratuvarına benzeseydi şaşırmazdım. hayal kırıklığına uğradım. einstein, doktor faust'u taklit etmiyor. birkaç kitap var, ayrıca birkaç resim. faraday, maxwell, newton.. ne bir daire ne de bir üçgen gördüm. einstein'ın tek aleti kendi kafası. kitaplara ihtiyacı yok. beyni onun kütüphanesi.
masasından sadece bir çatı okyanusunu ve gökyüzünü görüyor. burada spekülasyonları ile birlikte yapayalnız. burada, modern bilimde devrim yaratan teorileri kafasından birer pallas* gibi fışkırıyor. burada, hiç kimse onun düşüncelerinin uçuşmasını engelleyemez. eşi bile bu kutsal yere ürpermeden giremiyor.
"mutluyum çünkü kimseden bir şey istemiyorum. para umrumda değil. dekorasyonlar, unvanlar veya ayrıcalıklar benim için hiçbir şey ifade etmiyor. övgü istemiyorum. işimden, kemanımdan ve yelkenli teknemden başka bana zevk veren tek şey çalışma arkadaşlarımın takdiridir."
albert einstein, kafasını kesintisizce çalışmalarına gömmüyor. su sporlarını çok seviyor. en sevdiği oyuncağı, tüm modern teknik iyileştirmelere sahip bir yelkenli. yelkenlisiyle nehirlerde ve göllerde eğleniyor. rüzgarla savaşırken göreliliği ve dördüncü boyutu unutuyor. sprey saçlarının gümüşü içinde parıldadığında ve güneş meleksi yüzüne vurduğunda, düşünceleri bükülen uzay-zamandan uzaklaşıyor.
profesör einstein, bir matematikçiden çok bir müzisyene benziyor. yarı özür dileyen hüzünlü bir gülümsemeyle itiraf etti:
"eğer bir fizikçi olmasaydım muhtemelen bir müzisyen olurdum. çoğunlukla müzik içinde düşünüyorum. hayallerimi müziğin içinde yaşıyorum, hayatıma müzik açısından bakıyorum."
neredeyse hiç halkın arasına çıkmıyor çünkü nereye giderse gitsin onu hemen tanıyorlar. popüler restoranlara yapılan tüm davetleri reddediyor. ancak şöhreti onu yalnızlık aramaya zorlasa da o sosyal bir insan. gerhart hauptmann ve profesör schrödinger gibi arkadaşlarıyla kendi yemek masasında sessiz sohbetler yapmayı çok seviyor. çok az okuyor. modern kurgu ilgisini çekmiyor. bilimde bile kendisini büyük ölçüde kendi özel alanıyla sınırlıyor.
"belli bir yaştan sonra okumak, zihni yaratıcı arayışlarından çok fazla saptırır. çok fazla okuyan ve kendi beynini çok az kullanan her insan, tembel düşünme alışkanlığına düşer. tıpkı tiyatroda çok fazla zaman geçiren bir adamın, kendi hayatını yaşamak yerine tiyatrodaki yaşamlara özenmesi gibi."
einstein kendi alanındaki her gelişmeyi büyük bir ilgiyle izliyor. bir bakışta bir denklem sayfasını okuma yeteneğine sahip olan einstein, yarım saat içinde yepyeni bir matematik sistemine hakim olabilir.
ona en büyük çağdaşlarının kim olduklarını sordum. esprili bir şekilde gözleri parlayarak cevapladı:
"bizim zamanımızın ruhu gotiktir. rönesans'ın aksine, birkaç öne çıkan kişiliğin hakimiyeti yoktur. 20. yüzyıl akıl demokrasisini oluşturdu. sanat ve bilim cumhuriyetinde, çağımızın entelektüel hareketlerinde eşit derecede önemli rol oynayan birçok insan vardır. önemli olan şey bireyden ziyade çağdır. galileo veya newton gibi baskın şahsiyetler yoktur. 19. yüzyılda bile diğerlerini geride bırakan birkaç dev vardı. bugün, genel düzey, dünya tarihinde hiç olmadığı kadar yüksektir; ancak duruşuyla diğerlerinden anında ayırt edilebilen yalnızca birkaç insan vardır."
"insanın en azından sınırlı bir anlamda özgür bir varlık olduğuna inanmıyor musunuz?" diye sordum. einstein hoşnut bir gülümsemeyle cevap verdi:
"schopenhauer'a inanıyorum. istediğimiz şeyi yapabiliriz ancak sadece yapmak zorunda olduğumuz şeyi isteyebiliriz. yine de pratikte, irade özgürlüğü varmış gibi davranmaya mecburum. medeni bir toplulukta yaşamak istiyorsam insan sorumlu bir varlıkmış gibi davranmalıyım. felsefi olarak, bir katilin suçundan sorumlu olmadığını biliyorum. bununla birlikte, kendimi hoş olmayan temaslardan korumak zorundayım. onu suçsuz olarak düşünebilirim ama onunla çay içmemeyi tercih ederim."
"bilinçaltına karşı tutumunuz nedir? freud'a göre, zihnimizin alt tabakasına kalıcı olarak kaydedilen ruhsal olaylar hayatımızı şekillendiriyor ve bozuyor."
"materyalist tarihçiler ve filozoflar ruhsal gerçekleri ihmal ederken freud da bu gerçeklerin önemini abartmaya meyillidir. psikolog değilim ama bana göre fizyolojik faktörlerin, özellikle iç salgı bezlerimizin kaderimizi kontrol ettiği açıktır. bütün sonuçlarını kabul etmeye hazır değilim; ancak freud'un çalışmalarını insan davranış bilimine son derece değerli bir katkı olarak görüyorum. bence onun yazarlığı psikologluğundan bile daha iyi. freud'un parlak tarzı, schopenhauer'dan bu yana emsali görülmemiş bir şeydir."
"insan çabasının hikayesinde ilerleme gibi bir şey var mıdır?"
"görebildiğim tek ilerleme organizasyondaki ilerleme. sıradan bir insan kendi deneyimlerinden önemli bir fayda sağlayacak kadar uzun yaşayamaz. öyle görünüyor ki, hiç kimse başkalarının deneyimlerinden de faydalanamıyor. hem baba hem de öğretmen olarak, çocuklarımıza hiçbir şey öğretemeyeceğimizi biliyorum. onlara ne yaşam bilgimizi ne de matematik bilgimizi iletebiliriz. her biri kendi dersini yeniden öğrenmeli."
"hayal gücünüze bilginizden daha çok güveniyorsunuz."
"hayal gücümden özgürce faydalanmama yetecek kadar bir sanatçıyım. hayal gücü bilgiden daha önemlidir. bilgi sınırlıdır. hayal gücü dünyayı kapsar."
"kendinize bir alman mı yoksa bir yahudi olarak mı bakıyorsunuz?"
"her ikisi de olmak oldukça mümkün, kendimi bir insan olarak görüyorum. milliyetçilik çocukça bir hastalıktır. insanlığın kızamığıdır."
"ben bir deterministim. dolayısıyla özgür iradeye inanmıyorum. yahudiler özgür iradeye inanır, insanın kendi hayatını şekillendirdiğine inanırlar. ben bu doktrini felsefi açıdan reddediyorum. bu bakımdan ben bir yahudi değilim."
"milliyetçiliğin yerine geçen ırka inanıyor musunuz?"
"ırk, en azından daha büyük bir birim oluşturur. yine de böyle bir ırka inanmıyorum. ırk sahtekarlıktır. tüm modern halklar hiçbir saf ırk kalmayacak kadar çok etnik karışımın bir araya gelmesidir."
ben, "alçak gönüllülüğünüz sizi yüceltiyor." deyince einstein omuzlarını silkeleyerek cevap verdi:
"hayır, ben hiçbir şey için övgü istemiyorum. her şey, başlangıç da son da, üzerinde kontrolümüz olmayan kuvvetler tarafından belirlenir. böcekler için olduğu kadar yıldızlar için de belirlenir. insanlar, sebzeler veya kozmik tozlar, hepimiz görünmez bir oyuncu tarafından uzaktan çalınan gizemli bir melodi ile dans ediyoruz."
einstein ayaklandı ve özür dileyerek ayrıldı. neredeyse gece yarısıydı. yaklaşık üç saattir konuşuyorduk. "kocamın," dedi bayan einstein, "önemli işleri var. ama gitmenize gerek yok. burada kalıp benimle konuşmaz mısınız?"
uzun süre konuştuk.
einstein tavan arasına çıktığında karısı onun kuyruğuna yapışmıyordu. einstein yalnız kalmak istediğinde ise bayan einstein kendisini onun hayatından tamamen siliyordu. bayan einstein kocasını uyumsuz temaslardan esirgiyor ve kutsal ateşi koruyan bir vesta bakiresinin bağlılığıyla kocasının zihin huzurunu koruyordu.
şüphesiz ki einstein, daha az fedakarlık yapan bir eşle, adını ölümsüzlerin arasına yazdıran böylesine keşifler yapamazdı. bu yüzden güneşi ve tüm yıldızları harekete geçiren aşk, albert einstein'ın dehasını yalnız yolunda ayakta tutar.
* pallas, zeus'un kafasından, bir balta darbesiyle dünyaya gelen yunan tanrıçasıdır. bakınız: pallas athena.
via evrim ağacı