28.02.2020

uzun lafın kısası

andre malraux:
bir ahlak anlayışına bağlı yaşamak bir dramdır hep. ister devrim sırasında olsun, ister başka zaman.

cicero: tamamen kendisine bağlı olan ve kendisinin olduğunu söylediği her şeyi içinde taşıyan birisinin son derece mutlu olmaması olanaksızdır.

jodi picoult: önemli olan ulaşılmak istenen yer değil, yolculuğun kendisidir.

lawrence durrell: her şeyi bilmen gerekirdi; bütün insanlar gibi her şeyi bilecek donanımla geldin bu dünyaya. ama gittikçe artan bir bozulmaya uğradın, hayallerin eski çiçekler gibi yavaşça soldu. neden, neden?

william carlos williams: en erdemli davranış intihardır.

napolyon: toplum, servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz.

tolstoy: insanların size kulak vermesi için, gerçeği, acı çekerek ve hatta ölümle pekiştirmek gerekir.

pascal bruckner: arzu, su üstünde yüzen bir dünyadır; sallantılı, değişken.

zülfü livaneli: insanlık bir gün bu barbarlık dönemini aşacak ve canlıları öldürüp etini yiyen bizlere aşağılayarak bakacaklar.

giovanni papini: karşılığında başka bir iyilik elde edeceğini bile bile yapılan iyiliğin bir anlamı yoktur; bu sadece bir değiş tokuş, bir pazarlıktır. gerçek iyilik, kötülük umarak yapılandır.

joyce carol oates: umut, geriye bakınca, çoğu kez acı bir şaka gibidir.

goethe: yaşamın çiçekleri yalnızca görünüştür. bu çiçeklerin çoğu hiçbir iz bırakmadan gelip geçer, pek azı meyve verir, bu meyvelerden de pek azı olgunlaşır.

27.02.2020

kanun önünde

franz kafka

kanun önünde bir kapıcı durur. taşradan gelen bir adam kapıcının önünde durur, içeriye girmek istediğini söyler. kapıcı ise, şu anda onu içeri sokamayacağını bildirir. adam durur, bir süre düşünür, daha sonra girip giremeyeceğini sorar bu kez. kapıcı, "belki" diye yanıtlar, "ama şimdi girmen mümkün değil."

her zaman olduğu gibi kapı sonuna dek açık durmaktadır. kapıcının bir an yana çekilmesini fırsat bilen adam, eğilerek içeriye bakmak ister. kapıcı onun hareketini fark eder, gülerek "eğer bu denli çok istiyorsan girmeyi, benim yasaklamama aldırma, içeri girmeyi dene." der. "fakat şunu da unutma: kapıcıların en zayıfıyım ama yine de epey güçlüyüm. her salonun başında başka bir kapıcı durur, her biri öncekinden güçlüdür. üçüncü kapıcıyı görünce benim bile ödüm patlar."

taşralı adam böyle zorluklarla yüz yüze geleceğini öngörmemiştir. kanun kapısının herkese, hem de günün her saatinde açık olması gerektiğine inanmaktadır. ne var ki, kapıcıyı alıcı gözle inceler, giydiği kürk paltoyu, sivri iri burnunu, uzun fakat seyrek kara tatar sakalını görür, girmesine izin çıkıncaya kadar beklemesinin daha akıllıca olacağına karar verir sonra.

kapıcı ona bir tabure verir, kapının tam yanına oturur. günlerce, aylarca orada oturur adam. sık sık içeriye girmesine izin vermesi için kapıcıya yakarır, usandırır onu. kapıcı onu ufak sorgulamalardan geçirir, nereden geldiğini öğrenmek ister, daha pek çok şey sorar, ne var ki, bunların büyük adamların çevrelerine yanıtlarıyla ilgilenmeksizin yönelttikleri sorulardan farkı yoktur. her sorgulamanın sonu, kapıcının izin isteğini bir kez daha geri çevirmesiyle gelir. 

yolculuğuna çıkarken, gerekli olabilir diye yanına aldığı ıvır zıvırın tümünü, ucuz pahalı bakmadan elinden çıkarır adam, niyeti kapıcıyı rüşvet vererek kandırmaktır. kapıcı da kendisine sunulanları memnuniyetle kabul eder, beri yandan, "başvurmadığım yöntem kaldı mı diye üzülmemen için, sadece sonradan hayıflanmayasın diye alıyorum bunları." der adama.

taşralı adam yıllar boyunca, neredeyse hiç ara vermeden kapıcıyı izler. diğer kapıcıları unutmuştur artık, içeri girmesine tek engel olarak bu kapıcıyı görmektedir. onunla karşılaşmasını düzenleyen yazgısına beddualar okur ilk yıllarda, yaşlandıkça kendi kendine söylenme huyuna kapılır, gitgide çocuklaşır, en sonunda, yıllar boyu gözlediği kapıcının kürk yakasındaki pirelerden içeriye girmek için yardım dilenmeye başlar. gözlerindeki ışık söner, çevresindeki ışığın mı azaldığını yoksa gözlerinin mi göremediğini ayırt edemez olur. yine de, karanlığın içinde bir parıltı, tüm göz alıcılığıyla kanun kapısından dışarı vuran bir parıltıyı ayırt etmeye başlar.

ömrünün sonundadır adam, kapının önünde geçirdiği yıllarda edindiği deneyimler toplanıp tek bir soru oluşturmuştur. taş kesmiş bedeniyle doğrulamadığından, el edip kapıcıyı çağırır. taşralı adam yıllar içinde yaşlanıp küçüldüğünden eğilmek zorunda kalır kapıcı: "neymiş öğrenmek istediğin?" diye sorar adama, "bitmek bilmedi isteklerin!"

adam, "bildiğimce, bu kapıdan girebilmek için herkes çaba gösterir. nasıl oldu da bu kadar yıl, benden başka tek bir kişi içeriye girmeye çalışmadı?"

taşralı adamın ölüm sağırlığıyla duymaz olan kulaklarına işittirebilmek için bağırır kapıcı: "neden senden başkası içeri girmek istesin, sadece senin içindi bu kapı. gidip kapatmanın zamanı geldi artık."

tanrı

georg büchner

payne: gel bakalım filozof anaksagoras, irşat edeyim seni. tanrı yoktur; çünkü dünyayı ya tanrı yaratmıştır ya da yaratmamıştır. tanrı yaratmadıysa dünyanın nedeni kendi içindedir ve tanrı yoktur; çünkü tanrı ancak her türlü varlığın nedenini içermekle tanrı olur. ama tanrı dünyayı yaratmış olamaz; çünkü yaratılış ya tanrı gibi öncesiz ve sonrasızdır ya da bir başlangıcı vardır. bir başlangıcı varsa tanrı'nın onu zamanın belirli bir anında yaratmış olması gerekir; yani tanrı sonsuz bir süre dinlendikten sonra bir anda faaliyete geçmiş olmalıdır, yani ansızın zaman kavramının onun üzerinde uygulanmasını sağlayan bir değişiklik geçirmiş olmalıdır ki ikisi de tanrı'nın varlığıyla çelişir. dolayısıyla tanrı dünyayı yaratmış olamaz. oysa biz dünyanın ya da en azından kendi ben'imizin mevcut olduğunu ve yukarıda söylenenlerden kendi nedeninin de kendi içinde ya da tanrı olmayan bir şeyde olması gerektiğini açık ve net olarak bildiğimiz için, bu yüzden bir tanrı var olamaz. quod erat demostrandum.

mercier: bir dakika payne, ya yaratılış öncesiz ve sonrasız ise?

payne: o zaman yaratılış değildir. o zaman spinoza'nın dediği gibi tanrı'yla birdir ya da onun bir özelliğidir. o zaman tanrı her şeydedir, sizdedir cancağızım, filozof anaksagoras'tadır ve benim içimdedir. bu o kadar kötü olmazdı; ama itiraf etmelisiniz ki sevgili tanrı her birimizin içindeyken diş ağrısı çekebilir, belsoğukluğuna yakalanabilir, diri diri gömülebilir ya da en azından bunun çok nahoş düşüncesine kapılabilirse, ilahi yücelikten pek de söz edilemez.

mercier: ama ortada yine de bir neden olmalı.

payne: bunu kim inkâr ediyor; ama bizim tanrı olarak, yani mükemmel olarak düşündüğümüz şeyin bu neden olduğunu kim söylüyor size? dünyayı mükemmel olarak mı kabul ediyorsunuz?

mercier: hayır.

payne: peki, mükemmel olmayan bir sonuçtan mükemmel bir nedene nasıl varıyorsunuz? voltaire ne tanrı'yla ne de krallarla bozuşmaya cesaret edebildi; bu yüzden yaptı bunu. aklından başka bir şeyi olmayan ve onu tutarlılıkla kullanmayı bile bilmeyen ya da buna cesaret edemeyen, beceriksizin tekidir.

mercier: buna karşılık ben mükemmel bir nedenin mükemmel bir sonucu olabilir mi diye soruyorum. yani mükemmel bir şey mükemmel bir şeyi yaratabilir mi? bu imkansız değil midir? çünkü yaratılanın kendi nedeni asla kendi içinde olamayacaktır; oysa bunun mükemmelliğe dahil olduğunu söylemiştiniz.

chaumette: susun! susun!

payne: sakin ol filozof. haklısınız, tanrı'nın yaratması gerekiyorsa, yalnızca mükemmel olmayan bir şey yaratabilir, tereddütle onu tamamen bu haliyle bırakır. tanrı'yı yalnızca yaratır halde düşünebilmemiz pek insanca değil mi? çünkü kendimize "biz varız!" diyebilmek için sürekli hareket edip silkinmemiz gerekiyor. tanrı'ya da bu sefil ihtiyacı yakıştırmak zorunda mıyız? tinimiz uyumlu bir halde kendine dayanan bir varlıkta sonsuz bahtiyarlığa dalıyorsa, ulaklara tamamen gizemli bir tavırla söylediğimiz gibi coşup taşan sevgi ihtiyacından ötürü hemen parmaklarını uzatıp masanın üstünde hamurdan insancıklar yaptığını varsaymak zorunda mıyız? sırf kendimizi tanrı'nın oğulları yapmak için bütün bunlara mecbur muyuz? daha mütevazı bir babayı tercih ederim, en azından ona kendi seviyesinin altında, domuz ahırlarında ya da kadırgaların üstünde eğitim görmeme izin vermesini yakıştıramam.

mükemmel olmayanı ortadan kaldırın, ancak o zaman tanrı'yı kanıtlayabilirsiniz. spinoza denedi bunu. kötüyü yadsıyabilirsiniz ama acıyı yadsıyamazsınız; yalnızca akıl tanrı'yı kanıtlayabilir, duygu buna isyan eder. anlasana anaksagoras, neden acı çekiyorum? bu ateizmin kayasıdır. en küçük bir acı titremesi, yalnızca bir atomun kıpırdaması yaratılışta yukarıdan aşağıya bir çatlak yaratır.

mercier: ya ahlak?

payne: önce tanrı'yı ahlaktan yola çıkarak kanıtlıyorsunuz, sonra da ahlakı tanrı'dan yola çıkarak. ahlakınızla nereye varmak istiyorsunuz? kendinde ve kendisi için iyi ya da kötü var mıdır, yok mudur bilmiyorum; bu yüzden de davranış değiştirmek zorunda değilim. doğama uygun davranıyorum, ona uygun olan benim için iyidir ve onu yaparım; doğama aykırı olan, benim için kötüdür, onu yapmam ve yoluma çıktığında kendimi ona karşı savunurum. söylendiği gibi erdemli kalabilirsiniz ve kendinizi sözümona sefahatten koruyabilirsiniz; bu yüzden onların karşıtlarını hor görmeniz gerekmez, çok da hazin bir duygudur bu.

chaumette: doğru, çok doğru.

hérault: ey filozof anaksagoras, tanrı'nın her şey olduğu için kendi karşıtı da, yani mükemmel ve kusurlu, kötü ve iyi, mutlu ve acı çeken de olması gerektiği söylenebilir; elbette sonuç sıfıra eşit olur, bunlar birbirini karşılıklı ortadan kaldırır; böylece hiçe varırız. sevinebilirsin, sonunda mutlu çıkıyorsun işin içinden, madam momoro'ya doğanın başyapıtı olarak tapınabilirsin rahatlıkla, en azından kasıklarında gül çelenkleri bıraktı.

chaumette: size yürekten teşekkür ediyorum beyler.

26.02.2020

savaş

andre malraux

savaş gibisi yoktur. hiçbir şey ondan kötü olamaz.

kan lekeleri karşısında önemini koruyabilecek tablo ne yazık ki yoktur.

duyarlığımızın, hatta hayatımızın savaşta esamisi bile okunmaz. savaş, diri vücutlara demir parçalarını sokabilmek için en olmayacak şeyleri yapmak demektir. 

cesaret de örgütlenen, yaşayan, ölen bir şey; tıpkı tüfekler gibi, bakımını aksatmayacaksın onun da.

senin gözün pek olursa birliğinin de gözü pek olur anlamına gelmez ki bu, çokluk tersine. gerçek ödlek, yirmi kişide bir kişi ya çıkar ya çıkmaz; yirminin en az ikisi de yaradılıştan yiğittir, takımı kurarken birinciyi atacak, öbür ikisini en iyi şekilde kullanarak geri kalan on yediyi düzene koyacaksın, örgütleyeceksin yani.

göreni olmadı mı kahraman da yok. adamın kafasına yalnızlık dank edince anlıyor bunu. hani derler ya, körlerin ayrı bir dünyası var diye, yalnızların da öyle, namussuzum ki. yalnız kaldın mı birden fark ediyorsun kafandaki kendi benliğinin öteki dünyaya ilişkin bir fikir olduğunu. artık terk ettiğin dünyaya. bu dünyada bir şey sanabilirsin kendini, san sanabildiğin kadar ya, aslında kendini başkası sanan deliden farkın yok.

aslında her şeye katlanabilir insan: bir gün sonra kurşuna dizileceğini, kafayı bir vurursa elinde kalan hayat parçasından nice saatleri çarçur edeceğini bile bile uyumaya; bakıp bakıp bozuluyorum, direnmeye gücüm kalmıyor diye sevdiğinin resimlerini yırtıp atmaya; mazgal deliğinden dışarıya bir kere daha boş yere göz atabileyim diye köpek gibi zevkle sıçradığını fark etmek zilletine, her şeye canım, her şeye dedim ya! tokatlanır ya da kıyasıya dövülürken insanın katlanamadığı nedir biliyor musun, bu iş biter bitmez hemen öldürüleceğini iyice aklının kesmesi. ve yapılacak başka bir şey de olmaması.

ben ki en marksist subayım, aklımdan bile geçirmediğim bir şey öğrendim yenilerde: ancak ölümün öteki kıyısında rastlanabilen bir kardeşlik de varmış meğer.

yalnız, birader, başka bir şey daha var: fasta da savaştım ben. düelloya benzer bir şeydi orada savaşmak. burada, ateş hattında bambaşka şeyler duyuyor insan. ilk on gün geçti mi geçti, bir uyurgezere dönüyorsun artık. ölümü kanıksıyorsun; bütün bu toplar, tanklar, uçaklar, sana göre fazla makina. kısacası, alınyazısına kalıyor her şey. içine bundan sağ çıkamayacağın kanısı bir güzel yerleşiyor, yalnız katıldığın çarpışmadan da değil, savaşın bütününden. etkisini birkaç saat sonra gösterecek bir zehir içmiş adama, adak adamışlara benziyorsun, hayatın önünde değil, ardında artık. işte o zaman hayatın anlamı değişiyor birdenbire, birdenbire bambaşka bir gerçeğe varıyorsun: deli olan sen değilsin, ötekiler.

her zafer bir sürü kayıplar pahasına elde edilir. yalnız savaş alanlarında da değildir bu kayıplar.

gerçek savaş ne zaman başlar bilir misin, insanın kendisiyle çatıştığı anda. oraya kadar her şey fazlasıyla kolaydır. ama adam olmanın yolu da böyle zorlu çarpışmalardan geçer. istese de istemese de dünyayı kendi içinde bulmalı insan, hem de her zaman bulmalı: olanca sorunuyla.

25.02.2020

gezgin ve gölgesi

nietzsche

küçücük bir bahçe, incirler, biraz peynir ve üç ya da dört arkadaş: buydu epikuros'un bolluğu.

insanı aramadan önce feneri bulmuş olmak gerekir.

rüyalarda o kadar çok sanatsallık tüketiriz ki, bu yüzden gündüzleri genellikle yoksul kalırız bu açıdan.

hakiki görünüşlülük, ama hakikat değil; özgür görünüşlülük, ama özgürlük değil; bu iki meyvedir, bilgi ağacının yaşam ağacıyla karıştırılamayışını sağlayan.

insanların gerçekten de çok önem verdiği şeylerin, en yakın şeylerin, ikiyüzlüce bir hor görülüşü vardır.

bir insan üzerinde tutkularının biçimi, bir diğerinde dinleme ve itaat etme alışkanlığı, bir üçüncüsünde mantıklı bilinç, bir dördüncüsünde ise kaçamaklardan hoşlanma ve cesurca keyif alma olarak durur zorunluluk.

herhangi bir şeye bağımlı olduğumuzu hissetmediğimiz sürece kendimizi özgür sanırız.

her türlü ruhsal zevkte ya da sıkıntıda işbaşındaki hatalar olmasaydı, hiçbir zaman bir insanlık ortaya çıkmazdı. insanlığın temel duygusu, insanın özgürlüğün olmadığı bir dünyada özgür olan olduğu, ister iyi ister kötü davransın ölümsüz mucize yaratıcısı, şaşırtıcı bir istisna, hayvanüstü, handiyse tanrı, yaratılışın anlamı, var olmaması düşünülemeyen, kozmik bilmecenin çözüm şifresi, doğanın büyük hakimi ve onun aşağılayıcısı, kendi tarihine dünya tarihi diyen varlık olduğu duygusudur. hiçliklerin hiçi insandır.

ne denli az zevk yetiyor birçoklarına yaşamı iyi bulmak için, ne denli mütevazıdır insan!

schopenhauer: yaşama istencinin zaman içindeki sürekli varlığının işareti cinsel birleşmedir.

her türlü karşı sevgiden vazgeçmek, sevginin sevilen varlığa acı çektirmemek adına ortaya koymaya hazır olduğu bir fedakârlıktır; aksi durumda kendi kendine, bu fedakarlığın verdiği acıdan daha fazla acı çektirecektir.

vicdan azabı çekmek, bir köpeğin taşı ısırması kadar aptalcadır.

en seçkin anlama yetisi olmadıkça, der deneyim, en incelmiş seçme yeteneği ve güçlü bir ölçülülük eğilimi olmadıkça, doğuştan ahlaksal zenginler, ahlaklılık savurganlarına dönüşürler. merhametli, iyiliksever, uzlaştırıcı, yatıştırıcı dürtülerine kendilerini ölçüsüzce kaptırarak, çevrelerindeki tüm dünyayı daha ihmalci, daha istekli ve daha duygusal kılarlar. bu büyük ahlaksal savurganların çocukları da bu yüzden kolaylıkla ve söylemesi ne acı ki, en iyi durumda hoş, hastalıklı birer işe yaramaz olup çıkarlar.

dikkat et de, dinginliğin ve huzurun, bir kasap dükkanının önünde duran köpeğinkiyle aynı olmasın: korkusundan ileriye iki, hırsından da geriye bir adım atamayan ve gözlerini ağzıymış gibi açan köpeğin.

on emirdeki gibi ahlaksal yasaklar yalnızca boyunduruk altına alınmış aklın çağına uygun düşerler.

iyi olan her şeyden pay almak isteyen, her an küçük olmayı da bilmeli.

tutkularını yenmiş bir insan, dünyanın en verimli toprağını ele geçirmiştir.

ancak en zeki ve en çalışkan hayvanların canları sıkılabilir.

en kısa yol, olabildiğince düz olan değil, uygun rüzgarda yelkenlerimizi şişirendir.

yalnızca kendi gördüğü zararlar akıllı yapar kişiyi, yalnızca başkalarının gördüğü zararlar da iyi.

kutsallık kokusu yalnızca yanılgılara siner.

insanlar, düşüncelerindeki imgelere, en sevgili sevgililerine olduklarından daha çok sadıktırlar.

bir partiden ya da bir dinden ayrılmak isteyen, şimdi onu çürütmesi gerektiğini düşünür. oysa çok fazla kibirli bir düşüncedir bu. gerekli olan yalnızca, şimdiye dek hangi perçinlerin onu bu partiye ya da dine bağladıklarını ve şimdi artık bunu yapmadıklarını, hangi niyetlerin onu buraya sürüklediklerini ve şimdi başka yöne sürüklediklerini açıkça görmesidir. o partinin ya da dinin yanına bilgiye dayalı kesin gerekçelerle geçmiş değilizdir; ondan ayrıldığımızda da böyleymiş gibi yapmamalıyız.

büyük üslup, güzel olanın korkunç olana karşı zafer kazanmasıyla doğar.

genç yazarlar bilmezler, iyi anlatımın, iyi düşüncenin ancak kendisi gibiler arasında iyi bir etki yaptığını; harika bir alıntının bütün bir sayfayı, hatta bütün bir kitabı mahvedebileceğini, bu arada okuru uyarıp ona adeta "dikkat et, ben değerli taşım ve etrafımdakiler kurşun, soluk adi kurşun" diye sesleneceğini. her sözcük, her düşünce ancak kendi toplumunda yaşamak ister: budur seçilen üslubun ahlakı.

artık, bir kitap yazmak istediği söylenen yazarları değil, yalnızca düşünceleri yanlışlıkla bir kitap olanları okumak istiyorum.

özgün olan genellikle hayranlık uyandırır, hatta tapılır ona; ama ender olarak anlaşılır. gelenekten inatla uzaklaşmak demek, anlaşılmak istememek demektir.

klasikler, entelektüel ve yazınsal erdemleri yeşertenler değil, halklar yok olup gitseler bile üzerlerinde duran bazı erdemleri olgunlaştıranlardır ve onların en uçtaki sürgünleridirler; çünkü onlardan daha hafif, daha özgür, daha saftırlar.

kalem, mürekkep ve yazı masası istemelidir kitap; ama genellikle kalem, mürekkep ve yazı masası kitabı isterler. bu yüzden şimdi bu kadar az şey var kitaplarda.

gözüpek benzetmeler yazarın kötü niyetinin kanıtı değillerse, onun yorulmuş düşleminin kanıtıdırlar. ama her halükarda onun kötü zevkinin kanıtıdırlar.

iyi bir yazarın elde edeceği en son şeydir verimlilik; ona daha başından sahip olan, asla iyi bir yazar olamayacaktır. en soylu yarış atları, zaferlerinin yorgunluğunu çıkarma hakkına sahip oluncaya dek cılızdırlar.

gerçek düşünceler, gerçek şairlerde hep örtülü dolaşırlar, mısırlı kadınlar gibi; yalnızca düşüncenin derin gözü bakar özgürce, peçenin ardından.

böyle yaparız birçok yeteneği onaylarken: onlara iyilik ederiz, bize acı verdiklerinde.

sıradanlık üstün tinin taşıyabileceği en mutlu maskedir, büyük kitlenin, yani sıradanların aklına bir maske olduğunu getirmez; yine de tam da onların yüzünden tercih etmiştir bunu, onları kışkırtmamak için, hatta hiç de az değildir bunda, acımanın ve iyiliğin payı.

en yüce ve en kültürlü tinlerin ve de onlara ait olan sınıfların doğurganlıklarının az oluşu, çoğu kez evlenmeyişleri ve genel olarak cinsel soğuklukları, aslında insanlığın tutumluluğudur. bu tür insanlar insanlığın doruklarıdır, küçük zirveler halinde devam edemezler.

geçmişe saygı duyulan hiçbir yerde titizleri ve temizleri içeriye sokmamak gerekir. birazcık toz, çöp ve pislik olmadan kendini iyi hissetmez dindarlık.

hemen hemen her mesleğe bir amaç için seçilerek başlanır; ama meslek nihai amaç olarak sürdürülür. niyetlerin unutulması, en sık yapılan aptallıktır.

kendisi en üst düzeyde düşünme gücünün bir ürünü olan makine, onu kullanan insanlarda hemen hemen yalnızca en düşük düzeydeki, düşüncesiz güçleri devindirir. bu sırada, başka zaman atıl duran olağanüstü bir gücü yerinden oynatır, doğrudur bu; ne ki daha yukarıya çıkma, daha iyisini yapma, sanatçı olma itkisi vermez. etkin ve tek biçimli kılar; ancak bu durum zaman içinde bir karşı etkiyi, onun sayesinde değişiklikler dolu aylaklığı özlemeyi öğrenen ruhta, ümitsiz bir can sıkıntısını doğurur.

ortaçağ en büyük tutkuların çağıdır. ne antik çağda ne de bizim çağımızda vardır ruhun bu genişliği; ruhun uzamı asla daha büyük olmamıştır ve asla daha uzun birimlerle ölçülmemiştir.

her azarda biraz hakikat ve her övgüde biraz aptallık buluyorum. övgüyü genellikle hafife alıyor ve azarı da abartıyorum.

yalnızca sıradan olanın bir fiyatı vardır.

birkaç saatlik bir dağ çıkışı, bir namussuzu ve bir azizi oldukça eşit iki yaratık yapar.

ara sıra biraz sağlık, en iyi ilacıdır hastaların.

iftiralar, başkalarının senin bedeninde ortaya çıkan hastalıklarıdır; toplumun ahlaksal bir beden olduğunu; bu yüzden senin, başkalarına yarayacak tedaviye kendi üstünde başlayabileceğini kanıtlarlar.

zaman zaman insanlara karşı aldırışsız ve soğuk oluşumuz, katılık ve karakter eksikliği olarak yorumlansa da, çoğu kez yalnızca tin yorgunluğudur. bu durumdayken başkaları ve kendimiz de bize önemsiz ya da can sıkıcı gelir.

kahramanca olan, kişinin büyük bir şeyi, kendini başkalarının önünde, başkaları ile rekabet içinde hissetmeden yapmasına -ya da büyük bir tarzda yapmamasına- dayanır. kahraman, ıssız ve ayak basılmaz kutsal sınır bölgesini hep taşır yanında, nereye giderse gitsin.

aptallık, kadındaki kadınca olmayandır.

en berbat veba bile bir gün kibrin elinden gitmesi kadar zarar veremez insana.

demokratik kurumlar, tiranca arzuların eski vebasına karşı karantina tesisleridir; bu halleriyle çok yararlı ve çok sıkıcıdırlar.

en tehlikeli yandaş, yokluğu tüm partiyi yok edebilecek olandır; yani en iyi yandaştır.

bir şey yaşandığı sürece yaşanana boyun eğmeli ve gözleri kapamalı, yani hemen burada gözlemciyi oynamamalı. yoksa yaşantının iyi hazmedilmesine engel olunur: bir bilgelik yerine bir hazımsızlık kalır geriye.

bilmek ve ölçmek istediğin şeylere veda etmelisin, en azından bir süreliğine. ancak şehirden uzaklaşırsan görürsün, kulelerin binaların üzerinden ne kadar yükseğe uzandığını.

vermek daha mutludur sahip olmaktan; nedir ki en zengin kişi, bir çölün ıssızlığında!

ev tamamlandığında, iskele sökülmelidir.

gelişkin insanlığın ilk çağında cesaret erdemlerin en seçkini olarak kabul ediliyordu, ikinci çağda adalet, üçüncüsünde ılımlılık, dördüncüsünde de bilgelik. biz hangi çağda yaşıyoruz? sen hangisinde yaşıyorsun?

gününün en az üçte birini tutkulardan, insanlardan ve kitaplardan uzak geçirmeyen biri, nasıl bir düşünür olabilir ki?

24.02.2020

milyoner

hüseyin rahmi gürpınar

sen bu akılla, bu saflıkla yaşarsan dünyada refah yüzü göremezsin. onun bunun emellerine, hilelerine hizmetkâr olmaktan kurtulamazsın. çünkü saf adamlar birtakım hilekârları zengin etmek için çalışırlar.

mesela bir bankada en ağır işleri hamal görür. en çok parayı yönetici alır. bir gazete idarehanesinde bütün mesai yazarların üzerindedir. bu zavallıların hepsi birkaç yüz kuruş maaşla imtiyaz sahibinin kasasını doldurmaya uğraşırlar. mesela kalemde sen iki yüz kuruş alıyorsun. mümeyyiz bin beş yüz, müdürün altı bin, nazırın otuz kırk bin alıyor. hepsinin emri altında ezilen, en çok iş gören sensin.

bu memuriyetler onlara tanrı tarafından dağıtılmadı ya! onlar tamahkârlık yaptılar. alt taraflarındaki zavallı hımbılları tekmeleyip ileri geçtiler. hırsızlık sözünü burada tam anlamıyla uygula bakalım! demek ki subaşlarını evvelce çevirenler patlayıncaya kadar susuzluklarını gidersinler. açlıktan ölmemek için kenardan kıyıdan avucunu doldurmak, bir yudum tatmak isteyen nasipsiz sefillere hırsız adı verilsin. sermaye ve akıl sahibi olmayı bir hak sayarak yüzlerce kişiyi çalıştırıp onların mesaisinin semerelerini bir veya birkaç adamın kendi kasalarına indirmeleri devam ettikçe bu dünya düzelmez.

milyonlarca liraya sahip bir adam o kadar serveti nerede kazanmış? dünyadaki mevcut serveti nüfus başına bölersek her ferde büyük bir şey isabet etmiyor. nasıl olmuş da o milyoner, o bir adam binlerce insanı hisselerinden yoksun ederek kendi kasasının erinine yahut imzası altına o kadar serveti toplayabilmiş? bunu kazanç adıyla insanlardan çalmış fakat kazancını dışarıdan görenleri aldatacak biçimde kanuna uydurmuş. hele bu kazancı noktası noktasına tahsil edelim. karşımıza çalınmış büyük bir hırsızlık çıkar.

sonra bu büyük hırsızlar servetlerinin yüzde biri-ikisi oranında fedakârlıklarla okullar, kütüphaneler inşa ettirip insanların saygısına hak iddiasına uğraşıyorlar. ne gülünç komedi!

vicdan sahibi bir adam hiçbir meslekte milyoner olamaz. çünkü az bir tutarın yokluğu yüzünden köşede bucakta can veren zavallıların müthiş sefaletleri, o vicdan sahibini gereğinden çok para biriktirmekten daima yasaklar, adeta iğrendirir. sen asıl hırsızı ceplerinde maymuncuk ve çalık benizle yarı aç yarı tok dolaşan o zavallıları zannetme. insanlığı soyan hırsızın büyüğü işte o milyonerdir.

aletle kapı, kasa açan hırsızlar hayatlarını tehlikeye koyup bir yere giriyorlar. onları tutmaya, dövmeye, yaralamaya hatta öldürmeye yetkilisin. fakat berikileri kanun koruyor. onlar seni, beni çalıştırıyorlar. bize yok gibisinden bir ücret vererek çalışmamızın hakkını elimizden alıyorlar. bunlar için çalışmaya mahkûm olan insanların, bu sermaye sahipleri gözünde boğaz tokluğuna akşamlara kadar dolap çeviren beygirlerden hiç farkları yoktur.

işte o milyonerler benim gibi sivri akıllıları sevmezler. çünkü ben kafadakiler röntgen ışını verilmiş gibi onların içini dışını seyrederler. hakikati bilirler. senin gibi ahmaklar ise "cenab-ı hak ona vermiş, bana vermemiş." sözüyle iki elini böğrüne sokup otururlar.

23.02.2020

öğretmen

abe kobo

öğretmenler kadar kıskanç varlıklar son derece azdır. öğrenciler her yıl, akan bir ırmağın suyu gibi, öğretmenlerin üzerinden akar gider ama o akıntının dibinde, sadece öğretmenler, çöküvermiş kayalar gibi, hep oldukları yerde kalırlar. ümit sözcüğünü başkaları için kullansalar da kendileri rüyalarında bile göremezler. onlar, kendilerini işe yaramaz çöplük gibi görerek ya mazoşist eğilimlere kapılır ya da başkalarının pervasızlıklarından şikayet eden fazilet savaşçıları haline gelirler. başına buyruk hareketlere hayran oldukları halde, başına buyruk hareketlerden nefret etmeden duramazlar.

22.02.2020

küreselleşme

guy standing

naomi klein, küreselleşme dönemini serbest piyasa yanlısı değil, siyasetçilerin destek karşılığında özel sektör aktörlerine kamu kaynaklarını peşkeş çektiği bir eş dost kapitalizmi olarak tanımlamıştı. eğer devlet eş dost tarafından ele geçirildiyse neden güçlü devleti savunmak gereksin ki? gerçek şu ki sermayeye yönelik sübvansiyonlar, siyasi ve ekonomik amaçlar için kullanıldı. buradaki kaba mantık da şuydu: bir siyasetçi ya da parti medya baronları gibi güçlü çıkar odaklarına sübvansiyon vermiyorsa bir başkası elbet verecektir. siz finansal yatırımcılara veya vergi nedeniyle başka yerlere giden zenginlere destek sağlamazsanız bir başka ülke bunu illaki yapacaktır. bir dizi sosyal demokrat işte bu kaba fırsatçılığın pençesine düştü ve bu süreçte bütün inanılırlıklarını yitirdi.

21.02.2020

sicilya konuşmaları

elio vittorini

insan suç işlemek için doğmuştur.

hangi sınıftan olursa olsun, hangi inançtan olursa olsun; ister cahil olsun, ister okumuş; ister zengin olsun, ister yoksul; hepsi birdir.

herkes her şeyin kötü yanını görmeye hazır. her zaman başka bir şey için umutlanırlar, daha iyi bir şey için, her zaman da onu elde edemeyeceklerinden yakınırlar. her zaman kalbi kırık, her zaman üzgün. her zaman için intihar etmeyi kurarlar.

ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum. yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil. bunun ötesinde başka bir şeye. yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.

bence asıl mesele şu: artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. çünkü bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık.

her şey memurluktan daha iyidir.

evin kadını hastalandı mı, felaket başlar. erkeğin hastalanması daha iyi. çünkü kışın erkekler zaten çalışmazlar; ama kadın hastalandı mı her şeyin sonu gelir. çünkü kadın her zaman vadiye inip hindiba toplayabilir, olmazsa kırlarda salyangoz arar. evi çekip çeviren kadındır, anadır.

insanlar tanrıların sıradan kimselerde nefret ettikleri şeyleri krallarda hoş gördüklerini sanırlar.

20.02.2020

aşk

özdemir asaf


sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin
kocaman denizlerde ender bir balık gibisin
bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür
sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin

19.02.2020

elsa'nın gözleri

louis aragon

öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de

bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm

orada bütün ümitsizleri bekleyen ölüm

öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde


uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde

sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer

yaz meleklerinin eteklerinden bulutlar biçer

göklerin en mavisi buğdayların üzerinde


karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgâr

göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince

camın kırılan yerindeki maviliğini de

yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar


ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkardım

benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde

bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke

gözlerin peru'mdur benim golkond'um, hindistan'ım


kâinat paramparça oldu bir akşam üzeri

her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın

gördüm denizin üzerinde parlarken elsa'nın 

gözleri, elsa'nın gözleri, elsa'nın gözleri

18.02.2020

kanıt

william blake


kükrer rintrah ve savurur ateşlerini kasvetli havada
derinlerde sürüklenir aç bulutlar
uysaldı eskiden ve adil insan
tuttu ölüm vadisi boyunca
tehlikeli bir patikanın yolunu
güller dikilir çalıların arasına
ve kıraç fundalıkta
vızıldar bal arıları
o tehlikeli patika yapıldı sonra
ve bir ırmak ve bir pınar
her uçuruma, her mezara
ve kızıl balçıkla sıvandı
ağarmış kemiklerin üzeri
kötü adam terk edene dek kolaylığın patikalarını
tehlikeli yollarda yürümek ve sürmek uğruna
çorak iklimlere adil insanı
az bulunur bir tevazuyla
sinsice ilerliyor şimdi yılan
ve aslanların dolaştığı diyarlarda
öfkeden kuduruyor adil insan
kükrer rintrah ve savurur ateşlerini kasvetli havada
derinlerde sürüklenir aç bulutlar

17.02.2020

şimdi bile

john steinbeck

şimdi bile

ne zaman girse düşüme, o turunç memeli yârim

hâlâ o turunçlarla, yıldız yüzü ne zaman görünse

ve alev alev vücudu

sevda ateşiyle delik deşik

o tazecik hâli için seçtiğim güzel ne zaman girse düşüme

karlar altında kanar yüreğim, vurur vurur


şimdi bile

lotus gözlü yârim bana dönse

sevdayla baygın

yeniden uzatırdım özlemli kollarımı ona

baldan sarhoş olmuş arıya dönerdim

bir nilüferin özünü içerek dudağından


şimdi bile

onu uzanmış görsem, gözleri açık

yaprakları alev alev, solgun yanına dönüp

beni çağıran

sevgim bir çelenk olurdu

gece bizi sarardı

günün göğsünü öpen kara saçlı bir âşık gibi


şimdi bile

boş gözlerim göstersin bana

ah göstersin bana

yitik çocuğumun bütün yüzlerini

ey altınlı alkalar

manolya çiçeklerinin yanaklarını okşayan

ve siz beyazlıklar, tatlı beyazlıklar

üstünüze dudaklarım ne güzel yazardı

bir daha yazmayacakları öpüşten mısralar


şimdi bile

ki ölüm, kaymış gözler üstünde kırpışan

kirpiklerinin ve aşktan harap olmuş

sebu endamının acısını sunar

ve tüller arasında titreşen

memelerinin pembe çiçeklerini, beni mest ederek

ateşten dudaklar ki, bir gün dudaklarımla mühürlenmiş

beni harap edip


şimdi bile

ki pazarlarda, çarşılarda anıldı derdi

beni candan sevmek derdi

altın ve gümüş için alıp satan adamcıklar

gözlerini uğuştururlar, ama hiçbir deniz prensi

götürmedi iğrenç yatağına onu

bir tanem benim

setrenin omuza asılısı gibi sarılırdın bana

yavrucuğum


şimdi bile

hâlâ hayranım o siyah gözlere, ipekli ve okşayıcı

hep öyle mahzun, mahzun büsbütün ve kapanmış kirpikleri

tatlı bir gölge salan gülümser gözlere

ne başka bir bakıştı o

taptaze dudaklar deli eder beni hâlâ, o dudakların kokusu

o büklüm büklüm saçlar, dumanların en incesi

narin parmaklar ve zümrüt gözlerin yeşil gülüşü


şimdi bile

hatırlıyorum nasıl usulca cevap verirdin bana

ellerin saçlarımda, tek can olurduk ikimiz

ve sunardı dudakların ateşli bir hâtıra bana

görmüştüm mehtaplı gecelerde sevişmesini

rati rahibelerinin

altın bir lâmbayla tapınağa girdiklerini

gelişigüzel yere serilip uyuduklarını görmüştüm


şimdi bile

ki hep gençliklerini düşünen kule hâkimlerinin

dinlediğim sözlerinden usanmışım

yârimin iç çekişlerinin tadını arıyorum boşuna

üzerinde uyuduğumuz karışık renklerin fısıltısını

doğru sözcükler, tuhaf sözcükler

bir derenin gümüş çağıltısını andıran

delikli taştaki kabarık beyaz köpükler söndü

habbecikler patladıkça alçaldı

direklerin altında deniz epeyden beri

görülmeyen şekilde yükselmiş

küçük dalgalar kayaları okşuyordu.


şimdi bile

selvilerle güllerden bezgin

mavi dağlardan, esmer tepelerden

denizin şarkısından bezgin, sihirli gözlerin parıldadığı

kelebekler gibi ellerin üstüme konduğu, tarla kuşu öterken

çocukların gülüşerek derede çimdiği günleri düşünüyorum


şimdi bile

bu hayatın doyulmaz tadına varmışım, biliyorum

büyük şölende yeşil kadehten içmişim

bir ömür boyu ancak

yârimi görmüşüm bir an

akmış gözlerime vücudunun açtığı

ebedi ışık seli

16.02.2020

sappho

eduardo galeano

sappho hakkında çok az şey biliniyor.

iki bin altı yüz yıl önce lesbos adasında (bugünkü midilli) doğduğu ve lezbiyen teriminin de oradan geldiği söyleniyor.

evli ve bir erkek çocuk sahibi olduğu ve bir denizci aşkına karşılık vermediği için kendini sarp kayalıklardan aşağı attığı söyleniyor. ayrıca ufak tefek ve çirkin olduğu da söyleniyor.

bunların doğru olup olmadığını bilmiyoruz. bir kadının, bizim dayanılmaz cazibemize vurulmak yerine başka bir kadını tercih etmesi biz erkeklerin hoşuna gitmez.

1703 yılında, erkek iktidarının burcu konumundaki katolik kilisesi, sappho'nun bütün kitaplarının yakılmasını emretti.

az, çok az şiiri bu kıyımdan kurtulabildi.

15.02.2020

bitik adam

giovanni papini

"tüm hayatını yalnız ve yabanıl geçirdi.(ludovico ariosto)

yüreğinde mesihvari tutkuyu barındırmayan bir ülke parçalanmaya mahkumdur.

şişkin cüzdanların yakınında doğmuş olanlardan, istediklerini neredeyse her zaman satın alabilen o insanlardan daima nefret etmişimdir.

çocukluk aşktır, neşedir, kaygısızlıktır. ancak ben geçmişteki kendimi hep ayrık, mahzun, düşünceli görüyorum.

tanrı benim için hiç ölmedi; çünkü zaten ruhumda hiç var olmadı.

ruhumu kitaplara ve ölülere borçlu olduğum kadar ağaçlara ve dağlara da borçluyum. kırlar beni kütüphaneler kadar eğitmiştir. tek ve belli başlı bir kırsal bölge: içimdeki tüm şiirselliği, melankoliyi, karamsarlığı ve yalnızlığı toscana kırsalından, floransa çevresindeki kırlıklardan almışımdır.

en derin gerçeklik, her zaman geç ya da en son keşfedilendir.

hayat, katlanılabilir bir şey olsun diye yaşanır. duyarlılık onu yaratır ve anbean içini doldurur ve su misali sessizce akıp gitse bile en azından bizi değişmez ve ebedi görünebilecek bir akıntı misali beraberinde sürükler. ama hayat, düşünceyle, mantıkla, akılla, felsefeyle sorgulanıp, ayıklanıp soyulduğu vakit boşluk, dipsiz yüzünü gösterir, hiçlik dürüstçe bir hiç olduğunu itiraf eder ve umutsuzluk, tanrı'nın oğlunun terk edilmiş mezarı başına konan melek misali ruhun içine tüner.

"hülya kâsesinden büyük yudumlar içmek gerekir."

düşünce asla durmaz. kapatılan son sayfa yeni bir oyunun başlangıcından başka bir şey değildir ve çıkılan her zirve başka uçuşlar için kullanılan bir tramplendir.

sen göçüp gitmedin, lakin yittin / elbette ağlarsın, ey can kuşu (dante)

her şey görecelidir. yanlışlık burada, doğruluk oradadır. doğruluk bu yanda, yanlışlık ise diğer yandadır. tüm prensipler birbirini yalanlar. her metafizik, herhangi mistik bir bütünlüğe, anlaşılmaz, hiçbir şey olmayan, hiçbir anlama gelmeyen bir tekliğe indirgenen genel iki üç formülün değişik anlatım biçimleriyle yazıya geçirilmesinden ibarettir. yaşamımızdaki ön yargıları, duyguları, en banalleri de dahil olmak üzere ihtiyaçları haklı çıkarmak için felsefeler üretiliyor.

hatıraları silme hakkını ve gerçekliği yeni konular ve şekillerle tekrar örme gücünü kendimizde yalnızken, safken, bakirken ve arıyken buluruz.

dünya yanlış tasarlanmış, hayat uyumdan ve yücelikten mahrummuş gibi görünür bize; düşünce, yarım kalmış çılgınca bir amaç, henüz yeni başlamış bir hareket, kimsenin çizmediği karanlık ve karmakarışık bir çizim izlenimi yaratır üzerimizde.

felsefe bilgiydi (derin düşünme) ve evrensel olanın (birlik) arayışıydı.

herkesin yaşadığı yaşamdan iğreniyorum. ya büyük olmak ya da kendimi öldürmek istiyorum. bu kısa hayat ve dünyadaki köleliğimiz boyunca bize kimin verdiğini bilmediğim şu yegâne ruhu devleştirmek, arıtmak, çalışmak ve acı çekmek gerekir büyümek için. ruhu yüceltmek için küçük şeyleri bilmeye ihtiyaç vardır; onu arıtmak için tüm pislikleri, onu daha canlı ve güçlü kılmak için tüm korkuları ve küçük kalleşlikleri görmek lazımdır.

insanların, yakınındakilerin gözündeki çöpü görmekteki başarısı yeni bir şey değildir.

felsefe! canlılardan daha canlı hayaletlerin, bedenlerin en denizkızımsı gölgelerinin, şeylere ait en dolgun sözcüklerin, bir şiir kıtasından daha alevli formüllerin masalımsı dünyaları!

ulaşılamaz yükseklik yoktur, çok kısa kanatlar ve yetersiz soluklar vardır.

daha büyük bir gücün yenemeyeceği bir güç yoktur, daha kuvvetli birinin alt edemeyeceği bir düşman yoktur, mucizevi zenginliklere ulaşmayı engelleyecek yoksulluk yoktur; erimeyecek, ısıtılıp kaynatılamayacak buz yoktur. insan bir girişime başlarken bitirmek için nelere ihtiyacı olduğunun hesabını iyi yapmalıdır.

ey binbir gece masalları! sen tüm şiirlerin başyapıtısın.

elime geçen her şeyi soludum, emdim, çiğnedim ve sindirdim; şimdi ise nasıl mal ayrımı yapacağımı bilmiyorum. tamamen başkalarının teorilerine bulanmış, tıka basa kitaplarla dolmuş, makalelere doymuş, boğazıma kadar kelimelere ve imgelere batmış durumdayım. ben kültürün ve başkalarının çocuğuyum ama aslında bir dahi ve kendim olmak isterdim. bu belirsizlik yüreğimi dağlıyor: gerçekten kim olduğumu, yaptığım şeylerdeki şahsi tarafımın hangisi olduğunu bilmek isterdim.

her şeyini verene her şey verilecektir.

uydurmalar satan kişi, sıkılganların ve paralıların kölesidir; kendi içinde yeterince hayata sahip olamayan kimselere başkalarının uydurma hayatını satan bir çeşit muhabbet tellalıdır. netice olarak bir puroyla bir öykü, bir dramla bir şişe şarap arasında ne fark vardır? sigara içmek ve okumak beklemenin verdiği sıkıntıyı giderir; bir komedya dinleyerek ve iyice sarhoş olunarak başka bir dünyaya geçilir; hayaller kurulmaya ve olmayan şeyler görülmeye başlanır. aradaki fark sanattır.

insanların hemen hepsi, altmış yaşında bile olsalar çocuk gibidirler; keşiflere ve maceralara, pitoresk ve dokunaklı şeylere gereksinim duyarlar.

bir delinin de kendine ait konuları vardır ve onları bilgelikle dinlemek lazımdır.

profesyonel bir anlatıcının, normal hayatlarında yeterince eğlencesi olmayan küçük beyler ve küçük hanımlara, don kişot'un arkasından seve seve kahkaha atan ve kral lear için seve seve bir damla yaş döken anneler ve babalara sonradan sunmak için el atmadığı ve sahiplenmediği hiçbir şey yoktur bu dünyada.

bütün müzik melankoliden ibaret, çaresizlik kuyusunun dibinde iğrenç olmayan tek şey şehvet.

şimdiye duyduğum nefret yüzünden birkaç ölü dahiye sığınıyordum; var olana duyduğum nefret yüzünden kendimi hayallere bırakıyordum; insanlara duyduğum nefret yüzünden doğanın yalnızlığını ve bitkilerin sessiz dostluğunu arıyordum. o zamanlardaki favori kelimem özgürlük idi. ondan ve bundan; şimdiden ve sonradan, buradan ve oradan özgür olmak: her şeyden özgür olmak.

14.02.2020

hakiki aşk üzerine

thich nhat hanh

buddha, aşkın öğreticisidir. hakiki aşkın. dünyamıza duyulan aşk hakiki aşk olmalıdır. eğer aşkınız hakiki ise size ve dünyamıza çok fazla mutluluk getirecektir. romantik aşk da şayet hakiki aşk ise pek çok mutluluk sunabilir. ama hakiki aşk değilse size de başkalarına da acı verecektir.

buddha'nın öğretisinde hakiki aşkın dört temel unsuru vardır:

öncelikle maitreya vardır. mutluluk sunan şefkatli sevgi anlamına gelir. mutluluk sunamıyorsanız hakiki aşk değildir duyduğunuz. dolayısıyla kendinizi karşınızdaki insana mutluluk sunabilecek şekilde eğitmeniz gerekir. bu olmaksızın iki taraf da acı çeker.

hakiki aşkın ikinci unsuru şefkattir. şefkat, acının silinmesini sağlayacak türden bir enerjidir. sizdeki ve karşınızdaki insandaki acının değişmesini sağlar. sizdeki ve karşınızdaki insanın acısıyla baş edemiyor, bu acıyı dönüştüremiyorsanız hakiki aşk değildir duyduğunuz. işte bu yüzden hakiki aşkın ikinci unsuru olan karuna sizin ve karşınızdakinin gayretiyle gerçekleşir. aşkın romantik olup olmaması önemli değildir. önemli olan, duyulan aşkın hakiki olup olmadığıdır.

hakiki aşkın üçüncü unsuru neşedir. severken karşınızdakini sürekli ağlatıyorsanız ve siz de sürekli ağlıyorsanız hakiki aşk değildir bu. romantik olsun veya olmasın. hakiki aşk kapsayıcıdır. dışlamak söz konusu değildir. karşınızdakinin acısı sizin acınızdır. onun mutluluğu sizin mutluluğunuzdur. bireysel acı ve mutluluk yoktur artık.

hakiki aşkta kapsayıcı olma, ayrım yapmama unsuru vardır. sizinle karşınızdaki arasında bir ayrım, bir duvar yoktur. böyle bir durumda "senin sorunun bu!" diyemezsiniz. olmaz. senin sorunun benim sorunumdur. benim acım senin acındır. hakiki aşkın dördüncü unsuru budur. romantik aşkta bu dört unsur varsa o da çok fazla mutluluk getirebilir. 

buddha, hakiki aşk hakkında asla olumsuz bir şey söylememiştir. romantik aşkta başarılı iseniz bol miktarda şefkat ve merhamet işleyeceksiniz demektir. ve çok geçmeden aşkınız her şeyi kapsayacaktır. aşkınızın tek öznesi artık sadece karşınızdaki olmayacak; çünkü aşkınız büyümeye devam edecek hepimizi kapsayacaktır. ve mutluluk sınırsız hale gelecektir.

hakiki aşkın dördüncü unsurunun anlamı budur: kapsayıcılık. hakiki aşk ise duyduğunuz, büyümeye devam edecektir ve giderek daha fazlasını kapsayacaktır. sadece insanları da değil hayvanları, bitkileri, madenleri de kapsayacaktır. işte bu, büyük aşktır. maha karuna, maha maitreya. buddha'nın aşkı işte budur.

via umidgurbanov | bir nevi dipnot!

13.02.2020

yorgun

osho

insanlar neden bu kadar yorgun görünüyor? hepsi savaşıyor. dinin sana savaşmayı öğretiyor, yetiştirilişin tamamen çatışma üzerine kurulu, çünkü ego ancak mücadele yoluyla yaratılabilir. gevşediğinde, ego ortadan kaybolur. gevşemek, egosuz olmak demektir. ırmakla birlikte hareket edersen bir ego yaratamazsın. ego doğaya aykırı bir fenomendir, egoyu yaratmak çok büyük enerji gerektirir ve onu korumak da çok büyük enerji gerektirir. bir egoya sahip olmak çok pahalı bir olaydır. bütün yaşamını ona harcarsın.

mutsuz olmak mutlu olmaktan daha fazla enerji gerektirir. mutluluk doğaya ait bir durumdur, aslında mutlu olmak için enerji harcamaya gerek yoktur; çünkü mutluluk doğaldır. mutsuz olmak enerji gerektirir; çünkü mutsuzluk doğal değildir.

gerilimin nedeni senin dışındaki bir şey değil, gerilim senin içinde olanlarla ilgili. hiçbir neden yokken gergin olmak çok aptalca göründüğü için, her zaman gerginliğini açıklamanı sağlayacak dışsal bir neden bulacaksın. oysa gerilim senin dışında değil; biçimsiz yaşam tarzında. sürekli geçmişi ya da geleceği düşünüyorsun ve tek gerçeklik olan şimdiki zamanı kaçırıyorsun. bu, gerilim yaratır.

kırk iki yaşında hayat belli bir sonuca geliyor, başarısızlığa uğradın ya da başarılı oldun. kırk iki yaşından sonra fazla umut yok: para sahibi olduysan, bu yaşa gelinceye kadar kazandın. o muhteşem enerji ve güç günleri geride kaldı. otuz beş yaş zirvedir. bir yedi yıl daha verebilirsin; aslında yedi yıldır zaten tepeden aşağı iniyorsun. yapabileceğin her şeyi yaptın. şimdi yaş kırk ikiye geldi ve birden başarısız olduğunu görüyorsun.

insanlar yaşamlarında başarısızlığa uğramaya başladığında, yüksek tansiyon, kalp krizi ve benzeri bir sürü problem yaratıyor. bu problemler bahanedir. hiç fark ettin mi? kalp krizi ve yüksek tansiyon çoğunlukla kırk iki yaş civarında ortaya çıkıyor. neden kırk iki yaşına yakın? sağlıklı bir insan aniden kalp krizine kurban gidiyor.

12.02.2020

genç kızlar

mehmet rauf

ah, biçare genç kızlar.. ne zor, ne yorucu bir hayat devri içinde çırpınıyorsunuz. bir kere muhafazasına son derece dikkat ve itinayla mecbur olduğunuz önemli hazinelere sahipsiniz. kalbinizin telkinlerine rağmen, aynı yaşta olduğunuz erkeklerin hayatlşarına serbestçe devam ettikleri bu yaşta siz kendinizi tutmaya, hislerinizi saklamaya mecbursunuz. halbuki ruhunuz erkeklerden ziyade şiirle, aşkla, hülyayla, nihayet sonsuz saadet emelleriyle doludur. her rüzgâr darbesiyle sarsılan bir yaprakçık gibi titreşirsiniz.

varlığınız özlemle, sevmek ve sevilmek ihtiyacıyla tıka basa doludur, taşıyor, kendinizi nasıl olursa olsun feda etmek için inliyorsunuz. her önünüze çıkan genci seveceğim zannetmek deliliğiyle hastasınız. bunun için teklif olunan evliliği hemen kabul edersiniz, kocanız olan bu zat o kadar lakayt bir gaflet, o kadar kör bir hafiflikle seçilmiş, sizin emelleriniz, arzularınız bu seçimde o kadar ihmal edilmiştir ki ilk temasta kahır ve pişmanlık, hezimet ve felaket muhakkaktır.

her genç kadın mutlak birçok emelinden, birçok hayalinden ayrı düşmenin matemi ve hüznü içindedir. ah, o mahzun gözlerde ne derin yaralar, ne tedavi kabul etmez matemler vardır!

genç kızlık.. hayatın baharı demektir. bir bahar ki en renkli, en şuh, en güzel çiçeklerle bezenmiş, en baş döndürücü, en nazlı, en gönül açan rayihalarla kokar. bir bahar ki orada tabiatın yalnız okşayan nefesi, yalnız aşkın renkleri dolaşır. bir bahar, bir bahar ki onda en saf ve altın ümitler, en temiz ve gümüş emeller kanat çırpar. bütün şiir, bütün güzellik, yalnız şiir ve güzellik.. yalnız neşe ve gülümseme, yalnız renk ve nur.,

fakat sonra, o zamana kadar bir bulut görmemiş olan bu bahar seması azgın ve zalim bir hücumla karanlıklar içinde kalır. ondan sonra hiç eksilmeyen bir yağmur, merhametsiz, insafsız, o senelerce kıymet verilerek büyütülmüş, özen gösterilmiş, o nazlı, ipek kelebeklere karşı inatçı, kahreden bir düşüşle devam eder. bir ateş yağmuru ki ölünceye kadar kesintisiz devam eder.

bir genç kız, hayatını paylaşacağı ve teslim edeceği erkeği tanımalı, bilmeli, sevmeli. hiç olmazsa evlilikte yalnız servet gibi, namus gibi şeyler değil, hayatın esasını oluşturan ahlak ve eğilimler dikkate alınmalı.

11.02.2020

son söz

osho

alışılagelmiş günlük faaliyetlerin farkına varmaya başla ve bunları yaparken rahat ol. gergin olmaya gerek yok. yerleri silerken gergin olmaya ne gerek var? yemek yaparken gergin olmaya ne gerek var? hayatta senin gerilmeni gerektiren tek bir şey yok. bu sadece senin sabırsızlığın ve farkında olmamanla ilgili.

her tür insanla, her şekilde yaşadım. hep kafam karıştı: neden gerginler? görünüşe bakılırsa gerilim senin dışındaki bir şeyle ilgili değil. senin içinde olan bir şeyle ilgili. sırf nedensiz yere gergin olmak çok aptalca göründüğü için her zaman dışardan bir mazeret buluyorsun. bir kılıf uydurmak için, gerilimini açıklayacak senin dışında bazı nedenler buluyorsun. ancak gerilim senin dışında değil, düzensiz yaşamında yatıyor.

rekabet içinde yaşıyorsun, bu gerilim yaratır. sürekli kıyaslama içinde yaşıyorsun, bu gerilim yaratır. hep ya geçmişi ya da geleceği düşünüyorsun ve tek gerçek olan şimdiyi kaçırıyorsun, bu gerilim yaratır. bu basit bir anlayış meselesidir. kimseyle rekabet etmeye gerek yok. sen kendinsin ve olduğun gibi mükemmelsin. kendini kabul et. varoluşun olmanı istediği biçim bu. bazı ağaçlar daha uzundur, bazıları daha küçük. küçük ağaçlar gergin değildir, daha uzun olan ağaçlar da ego yüklü değil. varoluş çeşitliliğe ihtiyaç duyar. biri senden daha güçlüdür, başka biri senden daha zekidir ama başka bir açıdan sen herhangi birinden daha yeteneklisindir. kendi yeteneğini bul.

doğanın gönderdiği her bireyin muhakkak benzersiz bir yeteneği vardır. sadece birazcık araştır. belki sen ülkenin başkanının yaptığı başkanlıktan daha iyi flüt çalabiliyorsundur, senin flütçülüğün onun başkanlığından daha iyidir. kıyaslama yapılacak bir şey yok. kıyaslama insanları yoldan çıkarıyor. rekabet onları sürekli gergin yapıyor ve yaşamları boş olduğu için hiçbir zaman anı yaşamıyorlar. bütün yaptıkları çoktan bitmiş olan geçmişi düşünmek ya da henüz gelmemiş olan geleceği düşünmek. bütün bunlar insanları adeta delirtiyor. gerek yok, hiçbir hayvan delirmiyor, hiçbir ağacın psikanalize ihtiyacı yok.

tüm varoluş sürekli bir kutlama halinde, insanlar hariç. insanlar soğuk, gergin, endişeli oturuyor. küçük bir yaşamın var ve sen onu kaybediyorsun ve ölüm her gün yaklaşıyor. bu daha da büyük korku yaratıyor, "ölüm yaklaşıyor ve ben daha yaşamaya başlamadım bile." birçok insan ancak ölürken yaşadığını fark ediyor ama o zaman çok geç oluyor. sadece anı yaşa. sahip olduğun bütün nitelik ve yetenekleri en son noktasına kadar kullan.

hindistan'ın mistiklerinden biri olan kabir dokumacıydı. binlerce takipçisi vardı ama o kumaş dokumaya devam etti. takipçileri arasında krallar bile vardı. varanasi kralı ondan rica etti, "usta, bu iyi olmuyor, bizi utandırıyor. biz sana bakabiliriz. kumaş dokumana, her hafta pazar kurulduğunda kumaşları satmak için pazara gitmene gerek yok. bizi düşün! insanlar sana bakmadığımızı düşünüyor."

kabir, "problemini anlayabiliyorum ama bir tek yeteneğim var, o da güzel kumaşlar dokumak. ben yapmazsam bunu kim yapacak? tanrı her hafta pazar yerine değişik yüzler, değişik bedenlerle kumaş almaya geliyor." dedi.

kabir müşterilerden söz ediyordu: "efendim, kumaşa dikkat edin. benim dokumalarım başka hiç kimsenin dokumalarına benzemez. bu kumaşların içinde benim şarkılarım, benim ruhum var. bütün varlığımı bu kumaşa döktüm. dikkatli olun, bu kumaşı şefkat ve sevgiyle kullanın ve hatırlayın: kabir bunu özel olarak sizin için dokudu efendim."

bu sadece birkaç kişiye söylediği bir şey değildi, bunu bütün müşterilere söylüyordu. onun payına düşen buydu. öğrencilerine, "başka ne yapabilirim ki? elimden geleni yapıyorum. kumaş dokuyabilirim, şarkı söyleyebilirim, dans edebilirim ve bundan çok hoşnutum." yaptığın şeyden hoşnutsan ve tüm varoluşun tanrısalın tezahüründen başka bir şey olmadığını, kutsal yeryüzünde yolculuk ettiğimizi, kimle karşılaşırsan karşılaş, tanrı'yla karşılaştığını hissediyorsan; başka bir yol olmadığını, sadece yüzlerin değişik olduğunu, içsel gerçekliğin aynı olduğunu hissediyorsan bütün gerilimlerin yok olacak. gerilime verilen enerji senin zarafetin, senin güzelliğin olmaya başlayacak. o zaman yaşam sadece sıradan, alışıldık, günlük bir varoluş değil, beşikten mezara bir dans olacak. varoluş senin zarafetinle, rahatlığınla, sessizliğinle, farkındalığınla çok zenginleşecek. dünyayı, ona bir şeyler katmadan terk etmeyeceksin.

oysa insanlar hep başkalarına, başkalarının ne yaptığına bakıyor. biri flüt çalıyor, sen yapamıyorsun. anında mutsuzluk geliyor. biri resim yapıyor, sen yapamıyorsun, anında mutsuzluk. yaptığın şeyi öyle bir sevgiyle, öyle bir özenle yap ki, dünyanın en küçük şeyi bir sanat eseri olsun. sana büyük bir zevk versin. bu, rekabetsiz, kıyaslamasız bir dünya yaratacak; bütün insanlara saygınlık getirecek, gururunu tazeleyecek.

bütünlük içinde yapılan her eylem senin ibadetindir.

kitap

murathan mungan

kitaplar her şey olup bittikten sonrası içindir.

kitapları saklayanlar, kişileri, hayatları, hikâyeleri de saklarlar.

kitapların dünyasında hayatı küçük gören, tehdit eden bir şey vardır.

sahaf dediğin o an için en işe yaramaz görünen bilgileri bile saklayıp günün birinde yararlı hale getiren kişidir.

bir kitabın kapağı, ona hep tekinsiz bir dünyanın kapısı gibi gelir, o kapıdan bir kez girdikten sonra bir daha dönememekten korkardı. kelimelerin çölünde kaybolmaktan korkuyordu. hayatı boyunca kelimelerden korkmuştu. kelimeler ona içinin tehlikeli bir yer olduğunu söylüyor, bu yüzden mümkün olduğunca kelimeler olmadan düşünmeye çalışıyordu. kelimeler, içiyle dünya arasında engeldi. dünyayı kelimelerle tarif etmeye kalktığında da dünya büsbütün ürkünçleşiyordu.

büyük denizci

jack london

okulun çıkış kapısına doğru yürüdü ve kapıdan çıktı. ona kahraman gözüyle bakanlar şaşkın şaşkın durdular bir an; ama o yürümeyi sürdürdü, köşeyi döndü ve gözden kayboldu. amaçsız adımlarla dolaştı bir süre. ayakları tramvay raylarına götürdü onu. kente giden bir tramvay yolcularını indirmek üzere durduğunda basamağa atladı ve tramvayın açık bölümündeki yerlerden birine çöktü. bu ana kadar yaptıklarının bilincinde değildi pek. tramvay, dönüşünü yaparken tangur tungur sallandığında kendine geldi. vapur iskelesinin önündeydi şimdi. hiçbir şey duymadan, hiçbir şey görmeden san francisco'nun göbeğine gelivermişti. iskele binasının kulesinde duran saate bir göz attı. biri on geçiyordu. bir on beş vapuruna yetişecek kadar zamanı vardı. öyleyse bu vakti gereğince değerlendirmeliydi. nereye gideceği konusunda hiç ama hiçbir şey bilmediği halde on sente bir bilet aldı, kapıdan içeri girdi. az sonra san francisco körfezi'nin ortasında, güzelim oakland kentine doğru ilerliyordu.

bir saat kadar sonra, gene öyle amaçsız, gene öyle aklı başından çıkık, oakland kenti iskelelerinden birinin tahta kirişlerinde oturmuş, ağrıyan başını dost bir kalasa dayamış bulunuyordu. oturduğu yerden birkaç küçük vapurun güvertesi görünüyordu. küçümsenmeyecek sayıda işsiz güçsüz, sular üzerinde ileri geri kayan bu vapurları izlemek üzere toplanmıştı ve joe şimdi kendine gelmeye, çevresiyle ilgilenmeye başlamıştı. dört tekne vardı. oturduğu yerden adlarını okuyabiliyordu bunların. tam altında duranın, kıç tarafında kocaman yeşil harflerle hayalet yazılıydı. daha ötede duran üçü sırasıyla kapris, istiridye kraliçesi ve uçan hollandalı adlarını taşıyordu.

eğer o, yani joe bronson, şu balıkçı kayığının içinde olsaydı ve açık denizlere açılsaydı, daha ne isterdi! ah, ne güzel olurdu! ya da o ıskunada olsaydı, güneşin denizde yıkadığı ışıkları arasında kaybolsa, dünyaya açılsaydı! asıl yaşamak ona derlerdi işte! hayatta bir şeyler yapmak, yeryüzünde bir anlamı olmak, buna derlerdi. oysa o burada, kilitli bir kapı ardında, kendisi daha dünyaya gelmeden binlerce yıl önce ölüp gitmiş insanların ne yapıp ne ettiğini ezberlemek için kafa patlatıyordu.

bu teknelerden her birinin büyük kamaraları vardı, kamaraların tepelerinde de bacalar ve hayalet'in bacasından duman çıkıyordu. kamara kapıları açıktı, tepelerindeki sürgü de çekik olduğundan joe, içerisini görebiliyor ve on dokuz yirmi yaşlarında bir gencin yemek pişirmekte olduğunu izleyebiliyordu. kalçalarına dek uzanan balıkçı çizmeleri giymişti genç. çizmelerin bitiminde mavi pantolonu, koyu renk yün kazağı bile seçiliyordu. kazağını dirseklerine dek sıvamış, sert adaleli, güneş yanığı kollarını açığa çıkarmıştı.

delikanlı başını kaldırdığında, yüzünün de öyle sağlıklı, güneşi içmiş, esmerleşmiş olduğu görülüyordu. tatlı bir kahve kokusu geldi joe'nun burnuna. küçük bir tencereden de, helmeli helmeli pişmiş olduğu kuşkusuz, kuru fasulye kokusu yükseliyordu. genç, ocağın üzerine bir tava yerleştirdi, tava kızınca bir kalıp yağ gezdirdi üzerinde ve kalınca bir biftek parçasını cızz diye yerleştirdi. pişirme işini sürdürürken güvertedeki arkadaşıyla konuşuyordu. o genç de eğilip eğilip denizden kovayla su alıyor, güvertede yığılı istiridyelerin üzerine boşaltıyordu tuzlu suyu. bu iş tamamlanınca, istiridyeleri ıslak çuvallarla örttü ve kamaraya indi. yemek pişiren genç, küçük bir masa hazırlamıştı bu arada. yemekler tabaklara kondu ve iki denizci karınlarını doyurmaya başladı. joe'nun düşleri, gözlerinin önünde seriliydi şimdi. yaşam buydu işte. yaşamak buydu. onlar yaşıyordu. güneşin ve gökyüzünün altında, ayaklarının dibinde sallanan denizin üzerinde, üzerlerine rüzgâr üfleye üfleye ya da gününe göre yağmur damlaları düşe düşe sürdürüyorlardı yaşantılarını. gerçek hayatı yaşıyordu onlar.

öte yandan kendisi, onun gibilerin doldurduğu, onun gibi elli zavallının doldurduğu dört duvar içinde kafa patlatıyor, kabuklaşmış bilgi kırıntılarını ufalayıp ortaya dökmek için çabalıyordu. elli kişiyle -ve daha birçok kişiyle- birlikte bunları yaparken, bu mutlu insanlar, gönüllerinin dilediğince yaşıyor, kürek çekiyor, yelken geriyor, kendi yemeklerini pişiriyor, o kalabalık okuldakilerin ancak düşleyebilecekleri serüvenleri yaşıyorlardı.

joe göğüs geçirdi. o, böyle bir yaşam sürmek için yaratılmıştı, kitapları koltuğunda bir okul çocuğu olmak için değil. okulda başarısız olduğu apaçık ortadaydı. sınavlarda başarısızdı. ve şu anda, evet tam şu anda, bessie göğsünü gere gere eve gidiyordu. son sınavları vermişti, üstelik en yüksek notları aldığı da kuşkusuzdu. hayır, buna dayanılmazdı! okulu çekemezdi o. babası, onu okula göndermekle hata etmişti. yetenekli, okumaya hevesli çocuklar içindi okul. oysa kendisinin böyle bir isteği, okuma yeteneği olmadığı apaçık ortadaydı. yalnız okula gidenler, okuyanlar mı adam oluyordu sanki! birçok insan, bir hiç olarak denizlere açılmış, büyük işler başarmış, koca koca filolara sahip olmuş, tarihe adlarını yazdırmıştı. bunlardan biri olamaz mıydı o? joe bronson. büyük denizci.