31.03.2020
uzun lafın kısası
29.03.2020
insan
elio vittorini
her insan hayatının bir döneminde, bir kere olsun hastalanır ve içindeki hastalık denen bu yabancıyı tanır, onun karşısındaki çaresizliğini bilir. onun için her insan benzerini anlayabilir. ama belki de her insan insan değildir, bütün insanlık insan olmaktan uzaktır.
yağmurlu bir günde, insanın ayakkabıları delik deşikse ve su alıyorsa; gönlünü belli bir insana kaptırmamışsa, yaşayacağı bir hayatı yoksa; ne başardığı ne de başaracağı bir şey varsa; ne korkacağı ne yitireceği bir şey kalmışsa ve çevresinde dünyadaki kırımı görüyorsa, insanın içine işte böyle bir kuşku düşebilir. bir insan güler, bir başkası ağlar; ikisi de insandır, gülen insan da hasta olmuştur, hastadır ama güler; çünkü öteki insan ağlamaktadır. bu başkalarının canına kıyan, onları yok eden biri olabilir. çaresizlik içinde olup da ötekinin gazetesini ve haber başlıklarını okuyarak güldüğünü gören bir insan ise gülenin değil, ağlayanın dostluğunu arayacaktır. demek ki her insan insan değildir. biri cana kıyıyor, öbürünün canına kıyılıyor. bütün insanlık değil, ancak canlarına kıyılanlar insandır. bir insanı öldürdün mü, o insan bir insandan fazla bir şey olur. hasta olan, aç olan insan da daha insandır; açların meydana getirdiği insanlık da daha insandır.
elbette bazı insanlar insan değildir, bütün insanlık da insancıl değildir. ama bir adam alçak gönüllü olduğu için insan olmaz. gururlu olduğu için bile insan olmaz. bir insanın yoksulluğu içinde bir çocuk gibi bağırır da, gene de daha insan olabilir. yoksulluğunu yadsıyıp gururlanır da, gene de daha insan olabilir.
28.03.2020
kardak krizi
izleyici sayısını arttırmak uğruna girişilen sınırsız rekabetin yol açtığı tehlikelerin en mükemmel örneğini, hiç şüphesiz, yunanistan ile türkiye arasında yakınlarda patlak veren bir olay oluşturmaktadır: küçücük ıssız bir adacık olan kardak kayalıkları dolayısıyla bir özel televizyon kanalının yükselttiği savaş çığlıkları ve seferberlik çağrıları üzerine, yunanistan'ın özel radyo ve televizyonları, günlük gazetelerin eşliğinde, milliyetçi bir çılgınlık mezatına giriştiler. aynı izlenme oranı rekabetinin mantığıyla sürüklenen türk televizyon ve gazeteleri de kavgaya katıldılar. yunan askerleri adacığa çıkarma yaptı, donanmalar harekete geçti ve savaş kıl payıyla önlendi. türkiye ve yunanistan'da; ama aynı zamanda eski yugoslavya, fransa ya da başka yerlerde gözlenen yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik patlamalarındaki yeniliğin özü, belki de modern iletişim araçlarının, bugün, bu ilkel tutkuları sonuna kadar sömürme imkanlarını sağlamalarında yatmaktadır.
27.03.2020
kahraman
giovanni papini
sadece şeyler hakkında değil, insanlar hakkında da cahilim ben.
hayatımdaki büyük tasarı neydi? kendi cinsim üzerinde tesir yaratmak, onu derinlemesine değiştirmek, hayvanı insana, insanı tanrı'ya dönüştürmek, dünya tarihinde yeni bir çığır açmak, insanlığın mistik hicretini belirlemek.
fakat insanları yönetmek için onları tanımak gerekir. ruhlarını değiştirmek için içlerine girmeyi bilmek, sevgi ve aşkla içlerine işlemiş olmak gerekir. şehir ve köy insanlarıyla, okul çocuklarıyla ve fabrika işçileriyle, umut eden ya da çile çeken kadınlarla, yeryüzündeki büyük insanlar ve pabuçsuz dilencilerle, herkesle günbegün dolaysız bir iletişim içinde olmadan onları şu andaki yaşamdan kopartıp daha iyi bir yaşama doğru şiddetle itebilecek herhangi bir gücü üretmek mümkün değildir.
yüreklerine giden yolu bulmak ve davranışlarının itici gücünü keşfetmek isteyen kimse, onların en özel düşüncelerini, en ciddi gereksinimlerini, en gizli seçimlerini bilmelidir. psikolojinin, bir kitabın üç yüz sayfası ya da bir açıklamanın otuz kelimesiyle gözümüzün önüne serebileceği, felsefecilerin insan'ı vardır.
başkaları için, kendini göstermek ve arkadaşlarının gözünde değer kazanmak için kendini güzelleştiren, kısa sürede tanınabilen ve birkaç satırla tarif edilebilen, tamamen yüzeysel, dışsal insan vardır. oysa hakiki insan, gerçek ve somut insan, felsefecilerin simetrik oyuncak bebeği ya da tanıdıklarımızın dışsal kamuflesi değildir. havari, peygamber, mesih kişi kelimelerin ve makyajların altında yatan insanı tanımalıdır; insanı değil insanları, o ya da bu insanı, binlerce insanı, en gizli duygusal ve zihinsel fizyonomileriyle birlikte teker teker tanımalıdır.
ben onları tanımıyordum ve başarısızlığım kaçınılmazdı. dinlemek istemediğiniz kişilere kendinizi dinletemezsiniz. ben onların yabancısıydım ve onlar yabancıların dilinden anlamıyordu. onların aşkıyla yanıp tutuşmamış birisine aşk besleyemezler. insanlık, sadece ona tapan ya da onu korkutan kişiden etkilenen bir kadındır.
bu yüzden ben de insanları tanımayı denedim; onların arasına karışmak, kollarına girmek, onların sohbetlerini dinlemek, istenmemiş sırlarını dinlemek için çaba gösterdim.
her şeyi denemek istedim. suçlamalarını dinlemek için yoksulların evlerine gittim; işinin özünü hissetmek, mutluluk anlayışını çözmek için toprağı kazan, tahtayı rendeleyen ya da demir döven adamın yanında durdum; hayatlarını gözetlemek için kalabalık sokaklar boyu tanımadığım insanları takip ettim; şık ve saygın insanlarla yakınlaşmak istedim ve ısıtılmış salonlarında soğuktan ve öfkeden titredim; durup uşakla ve hamalla konuştum; çocukları ve annelerini konuşturdum; kiliselere gittim ve çocukça dileklerini meryem ana'ya mırıldanarak ileten siyah giyimli dindar kadınların yanına oturdum; keşişhanelerdeki keşişlerle, manastırlardaki rahiplerle kaldım; büyük öğrencilerin okullarına ve tanınmamış ressamların atölyelerine takıldım; iş adamlarının ustalığını öğrenecek kadar kendimi alçalttım ve memurlarla yakınlık kurdum; fahişelerin hayatlarını dinledim; kurtarmak istediğim kişilerin çehrelerini incelemek ve muhabbetlerini dinlemek için ucuz lokantaların ve ikinci sınıf kafelerin ağır ve kokuşmuş havasını soludum.
kendi kendimi onların hayatına hapsettim; yazmanlarla birlikte daktilo yazdım; öğrencilerle birlikte not tuttum; doktorlarla birlikte kadavra parçalarının derilerini yüzdüm; çiftçilerle birlikte buğday biçtim; yük arabacılarıyla birlikte eşekleri yularlarından çektim; düklerle ve markizlerle çene çalarak öğlen yemeği yedim; duvarcılarla çekül, amelelerle kazma kullandım.
lakin hepsi boşunaydı. insanlar, sizinle yakınlaştım ama yine de sizi sevmiyorum. sizi sevemem. beni sinirlendiriyorsunuz, sizi itici buluyorum. ayrıca sizi sevmedim ve sizi tanımadım, sizi tanımamış olduğum için sizi kurtaramadım. sizlerin arasında yalnız ve tamamen kendimdim ve siz beni yalnız bıraktınız. kelimelerim dillerinizi bağlıyor ve vaatlerim sizi harekete geçirmiyor. iyi yaptınız.
içimde, sizin kaderinizi değiştirmeyi deneyen herkesin yaşadığı korkunç bir çatışma var. ben sizi tanımak için yanınıza yaklaşıyorum ve sizi tanımaya başlar başlamaz sizden iğreniyorum. bu iğrentiden kurtulmak için sizi değiştirmem lazım ama değiştiremem; çünkü yaradılışınızı tanımıyorum. bu eziyetli kısır döngünün içinde boğulan ve lime lime olan birçok kişi vardır. her insan evinin yalnızlığına gömülmüşken insanlığı büyük bir aşkla sever. dışarı çıkar çıkmaz, konuşan ve yürüyen insanlarla, petrus ve yehuda'yla temas kurar kurmaz aşk, yerini küçümsemeye veya nefrete bırakır. böylece yeniden uzaklaşılır ve petrus ve yahuda da dahil tüm insanlara duyulan aşk yalnızlık çölünde yeniden tomurcuklanır.
işte benim durumum budur. insanlar, ben sizi çok az kişinin sevdiği gibi seviyorum. tüm içsel yaşamım bu derin aşkla doludur. sizi daha büyük, daha mutlu, daha arı, daha soylu, daha kudretli görmek istiyorum. ve en büyük hayalim sizin hakiki ve en büyük kurtarıcınız olmaktı.
ancak bu kıskanç, gizli ve tuhaf bir aşk. bu aşkı dile getirmeye çalıştığım an kelimeler dudaklarımda donup kalıyor; sizi kucaklamaya çalıştığım an iğrentiye dönüşüyor; sizinle birlikte soluk aldığımda zehirleniyor ve gizleniyor. bu tamamen özel, tamamen bana ait bir aşk; yalnız, bencil, kudretsiz bir aşk. âşık olunanı gördüğünde alevlenmektense sönüp yok oluyor; sevgi dolu davranışlarla, güzel sözlerle kendini göstermektense suçlayıcı azarlamalara ve kamçılara dönüşüyor. benim aşkım yüze tükürmelerden ve tokatlardan meydana geliyor. siz bunu ne anlayabilir ne de kabullenebilirsiniz.
bu acımasızca içtenlik anlarında sizi azarlayamam. suç bende: sizlerle, seven bir insanın sevdiğiyle bütünleştiği gibi, gerçekten bütünleşebilmek için fazlasıyla soğuğum ben. gülümseyişimdeki alaycılığı okuyorsunuz; tokalaşmamda titreyen bir yumruk var. insanlık da zorbalara ait ve ben sizi ne sevmeyi ne de ezmeyi becerebildim.
salt amaçlar ve düşlerle dolu içim ama kudretten yoksunlar ve sizlerden avutucu bir sözcük duymak istemeye hakkım olmadan kendime eziyet etmeye ve kendimi yıpratmaya mecburum. çalıntı ateşle sadece kendi kendini yakmayı becerebildiği için pişmanlığın yırtıcı kuşunu yüreğinde taşıyan küçük bir kahramanım ben.
26.03.2020
orman
j. m. coetzee
o zamana kadar başıma gelenler yetmezmiş gibi, limandan ayrıldıktan on gün sonra mürettebat ayaklandı. kaptan köşküne saldırarak, hayatını bağışlamaları için yalvardığı halde kaptanı öldürdüler. kendileri ile birlikte hareket etmeyen arkadaşlarını zincire vurdular. beni kaptanın cesedi ile birlikte bir sandala bindirerek denize salıverdiler. beni neden gemiden attıklarını bilmiyorum. ama namusuna saldırarak aşağıladığımız kişilerden bir süre sonra nefret etmeye başladığımızı ve onlarla göz göze gelmekten kaçındığımızı, onların varlığını unutmaya çalıştığımızı biliyorum. insan yüreği karanlık bir ormana benzermiş. brezilya'da böyle diyorlardı.
25.03.2020
hoşça kal berlin
christopher isherwood
ben kayıt yapan, düşünmeyen, epey pasif, objektifi açık bir fotoğraf makinesiyim.
bugünlerde bazı acayip görünümlere tanık oluyor insan.
zenginlerin çoğu size bir kez güvenmeye karar verdiler mi, onlara hemen her şeyi kabul ettirebilirsiniz. özel öğretmen için yegâne sorun ön kapıdan içeri ayağını atmaktır.
şunu anladım ki, çalışmak, yaşamda önemli olan tek şey.
roman yazarı olmak harika bir şey olmalı. son derece hayalperest, beceriksiz ve işten anlamayan biri gibi görünüyorsun. insanlar seni istedikleri gibi kazıklayabilecekler ini sanıyorlar. derken günün birinde sen oturuyor ve onlar hakkında, hepsinin ne domuz olduklarını anlatan bir roman attırıyorsun. roman muazzam bir sükse yapıyor, sen de para babası olup çıkıyorsun, vay be!
tüm kadınlar erkeklerin güçlü, kararlı ve mesleklerinde ilerlemeye azimli olmasından hoşlanırlar. bir kadın, bir erkeğe anaç davranmayı, onu zaaflarından korumayı ister ama erkeğin saygı duyabileceği, güçlü bir tarafının da olmasını arzu eder.
bir gün bir kadını sevecek olursan, hayatta bir amacın olmadığını ona göstermemeni salık veririm. aksi halde seni hakir görmeye başlayacaktır.
bugünlerde bir kız, bir erkeği bekletme lüksüne sahip değil. erkek bir kez talip olur da kız onu reddederse gidip başka bir kızı deneyebilir. bu kadın bolluğu varken ortalıkta..
kurum yemeklerinin tarif edilemez bir tadı vardır, belki de bütünüyle hayalî bir tat. kendi okul yaşamımın en canlı ve tiksinti verici anılarından biri, alelade beyaz ekmeğin kokusudur.
komünizm diye bir şey yok. bu bir halüsinasyondan ibaret. bir akıl hastalığı. insanlar komünist olduklarını sadece hayal ediyorlar. aslında değiller. klinikteki çalışmalarım sayesinde komünizmin sadece bir halüsinasyon olduğu kanısına vardım. insanların disipline ve kendi kendini denetlemeye gereksinimi var.
bir dâhinin kural dışı bir insan olduğunu ve kural dışı şeyler yapmakta özgür olduğunu kabul edelim mi; yoksa şöyle mi diyelim: hayır, güzel bir şiir ya da güzel bir resim yapabilirsiniz ama günlük yaşamınızda sıradan bir insan gibi davranmak zorundasınız ve sıradan insanlar için yaptığımız yasalara uymak zorundasınız. olağan dışı olmanıza izin vermeyiz.
insan, kimi zaman kendine belli itiraflarda bulunmak istemez; çünkü bu itiraflar insanın öz saygısını zedeler.
kadınlar işe yaramaz, onlar her şeyi bozarlar. onlarda serüven ruhu yoktur. erkekler, yalnız oldukları zaman birbirleriyle çok daha iyi anlaşırlar. peter amca (bizim oymakbaşımız) kadınların evde oturup çorap yamamaları gerektiğini söyler. onlar sadece o işe yararlar.
24.03.2020
şiir ve sihir
şiir ve sihir. her düzeyde. medeniyet, bir gün gösterişli bir tuzaktan, varoluşun bok yuvasında bir kutu oda parfümü olmaktan öteye giderse eğer, devlet adamları sihirle ve şiirle ilgilenmek zorunda kalacaklar. time dergisi sihir ve şiir hakkında yazmak zorunda kalacak. fabrika işçileri ve ev kadınları yaşamlarına sihir ve şiir katmak zorunda kalacaklar.
bu dünya, zenginliğinden ve çeşitliliğinden vazgeçtiği ölçüde şiirselliğinden de vazgeçer. şaşırtma kapasitesini terk ettiği kadar sihrini de terk eder. tuhaf, hatta tehlikeli istisnaları hoş görme yeteneğini yitirdiği ölçüde cömertliğini de yitirir. ne kadar absürt ve alışılmadık olursa olsun seçenekleri tükendikçe gelecek fırsatları da tükenir.
23.03.2020
cüce ile bebek
heinrich böll
izleyeceğimiz yollar tastamam belirlenmiştir önceden.
kantinde, çevremiz sessiz bir neşeyle sarılı, bol vitaminli yemekler yediğimiz öğle paydosları hayli ilgi çekiciydi. çok içen kişiler hayatlarını anlatmaktan nasıl zevk duyarsa, wunsiedel'in fabrikası da yaşam serüvenlerini anlatmaya can atan kimselerle dolup taşıyordu. yaşam öyküleri, yaşadıkları hayattan daha değerliydi bu kimseler için. belli bir düğmeye basıverin, hemen yaşam öykülerini kıvançla kusuyorlardı önünüze.
en iyisi evlenmemektir. evlenirsiniz, gelip kutlar, çiçek yollarlar, aptalca telgraflar gönderirler eve. sonra bir de bakarsınız insanı yalnız bırakmışlar. sorar soruşturur, her şeyin akıl edilip edilmediğini anlamak isterler: tuzluktan ocağa kadar bütün mutfak malzemesi tamam mıdır? ve sonra da emin olmak isterler: çorbaya dökülecek baharat şişesi acaba dolabın içinde duruyor mu? aldığınız parayı hesap eder, bir aileyi geçindirmeye yetip yetmediğini anlamak isterler; ama bir aile olmak ne demektir? bunu hiçbiri söylemez size. çiçek yollarlar, yirmi buket çiçek ve tıpkı bir cenaze törenindeki gibi kokar durur çiçekler; sonra da kapının önünde tabak çanak kırar ve sizi tek başınıza bırakıp giderler.
kara koyunsuz aile, özelliksiz bir aile demektir.
hayat, uzlaşmalardan ve kimi zaman karşı tarafa ödünler vermekten başka nedir zaten?
gerçek yeteneklerimizi paraya çeviremememiz ya da şimdilerde söylendiği gibi meslek açısından bunlardan yararlanamamamızdır elimizi kolumuzu bağlayan.
22.03.2020
ruhani deneyimler
ruhani deneyimler söz konusu olduğunda, gündelik dilde kullandığımız anlamlarıyla duyuların ve aklın yerini, etkili ve dolambaçlı konuşmalarla vızıldamalar alır; çünkü ruhani vaazlarda sözcüklerin dil bilgisi kurallarına göre yerli yerinde kullanılması hiçbir şey ifade etmez. önemli olan hecelerin seçimi ve kadansıdır.
dikkatli bir besteci bile şarkı bestelerken sözcükleri ve sözcüklerin yerlerini öyle çok değiştirmek zorunda kalır ki elindeki malzemeden müzik elde edebilmek için müzikten önce ipe sapa gelmez, saçma sapan sözler üretir. işte bu nedenle bazıları, etkili ve dolambaçlı konuşma sanatının en mükemmel biçimde cehalet eşliğinde uygulanabileceği iddiasındadır.
sir edwin kutsal kitap'taki şu cümleye çok yerinde olarak dikkat çekmiştir: "senin sözün, benim adımlarımı yönlendiren fener, yolumu aydınlatan ışıktır."
erkek olsun, kadın olsun bütün insanlar arasında aşka en fazla eğilimli olanlar, yapıları gereği, kendilerini dine adamış, ruhani deneyimler yaşama yetisine sahip olan kişilermiş gibi görünüyor; zaten cinsel arzu da diğer ateşlerle aynı kıvılcımdan çıkar; bu ateşli kardeş sevgisi ruhu da yüksek mertebelere çıkarır.
duyular ortadan kaldırıldığında ya da birbirlerine düşürülerek bir iç savaşla meşgul olmaya zorlandıklarında ruh devreye girer ve kendisine biçilen rolü oynar.
adaptasyon
saat dilimlerinin işe yaraması, doğal olarak gün ışığına ve toplumsal olarak da iş günü fikrine alışmış olmamızdan kaynaklanıyor. vücut ritmimiz, gün ışığı ve karanlıkla uyumlu olarak işliyor. uyuyup rahatladığımızda günün yorgunluğunu da atmış oluyoruz. ancak küresel ekonominin insan fizyolojisine hiç saygısı yok. küresel piyasalar 7/24 çalışan bir makine. uyumuyor ya da dinlenmiyor. insanların gün ışığına, karanlığına, gecesine ya da gündüzüne saygısı yok. zamana dair geleneksel alışkanlıklar, ticaretin ve çağın totemi olan rekabetçilik önündeki katı engeller olarak algılanıyor ve esneklik prensibine de aykırı görülüyor. eğer bir ülke, firma ya da kişi 7/24 zaman kültürüne adapte olmazsa bunun bir maliyeti olacaktır. artık "erken kalkan yol alır." sözü çok da geçerli değil; zira uyumayanların başarılı olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
21.03.2020
yalan-roman
romain gary
rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz.
suçsuz olduğunu ileri sürme hakkını elde edebilmek için suçun kökenini bulmak gerekir.
sürüngenler daima en çok nefret edilenler olmuşlar ve hedef gösterilmişlerdir.
unutulmuş, kimsenin ilgisini çekmeyen, kimsenin duymadığı yaşayan diller, en anlamlı haykırışlardır.
psikiyatrlar için konunun iyisi kötüsü yoktur.
çalışmak "mış gibi" yapmanın en iyi yoludur, algılanmanızı çok güçleştirir. doyum da sağlarsınız.
deli damgası yediğiniz andan itibaren herkes size iyi niyetle yaklaşır; çünkü delilik politik değildir.
frengi heine, nietzsche, baudelaire ve buna benzer örneklerde olduğu gibi deha açısından iyi sonuçlar vermişse de, belsoğukluğunun kimseye bir yararı dokunmamıştır ve sanat için sanattır.
nefret ettiğim bir şey varsa o da yalandır. aşırı derecede dürüst olur yalanlar.
benimki gibi bir sevgi her zaman hınca dönüşür. asla affetmeyeceğim.
ara sıra café de la gare'da arkadaşlarla toplanırdık. biri muslukçu, biri muhasebeci, biri de memurdu. aslında ne muslukçu, ne muhasebeci ne de memurdular elbette. büsbütün farklıydılar. ama kimse farkında değil; rol yaparlar, günde sekiz saat 'mış gibi' oyunu oynarlar, böylece kimse dokunmaz onlara. içlerine kapanıp orada gizli bir hayat sürer, ancak geceleri, rüyalarında ve kabuslarında ortaya çıkarlar.
bizim tohumumuzdan gerçeklik çıkmaz.
genler yalan söylemez. biraz kendini dağıtmış olabilirsin, bu senin insanca yanındır. zaten insan istese de istemese de en içten, en gerçek yanı çatlak yanıdır.
anlamak kadar korkunç bir şey yoktur.
halkların ve insanların birbirlerini anlamadıkları için dalaştıklarını ileri sürmek hatadır. halklar ve insanlar birbirlerini anladıkları için dalaşırlar.
insan her şeyi anladığında mutlaka ağır bir sinir krizi geçirir. bilinçlilik bunu gerektirir.
yahudiler yüzyıllar boyunca insan olmadıklarını kanıtlayan belgeleri yahudi düşmanlarından koparmaya çalıştılar ama beceremediler. çıka çıka israil çıktı ortaya. bundan daha insanca, daha gerçekliği kanıtlanmış bir şey de olamaz. israil, yani adına yaraşır bir ulus, insan kişiliğinin en ezici kanıtı ulustur. sevgili pitonum, soysuzum, canım bilyeli yatağım, küllüğüm, tüyüm, kuşkonmazım, kendinizi yenilemek için gösterdiğiniz bütün çabalar boşuna.
bir şeyleri bulanlar genellikle kaçıklardır.
gerçek sorumlunun ortada olmaması göze çarpar. o zaman daha ulaşılır olan birini ararlar.
sevgiyi göstermek herhangi bir duyguyu göstermek değildir.
psikiyatrik klinikler birer tapınak gibidir ve bulundukları ülkenin yasaları dışında tutulma ayrıcalığını taşırlar.
gündelik, bildik anlam yokluğu söz konusu olduğu sürece bir umut ışığı var demektir.
hayatla ölüm arasındaki kavga edebi süreçler kavgasıdır.
bütün kedi yavruları büyüdükleri için ölürler.
baba ve tanrı çağrılarınızla kafa ütülemeyin artık, pavlowitch. bu konuyu yeterince kullandınız. beş bin yıldır kafa ütülüyorlar; ama daha kimse bundan adına yaraşır bir uygarlık çıkarmayı başaramadı.
mavi renk, pek de hakkı olmadan göklere çıkarılmıştır.
bütün gönüllü göçmenler gizlice bir gün dönecekleri umudunu beslerler ve ne yazık ki en kararlı şizofrenlerin bile çoğunlukla geri dönmeyi kabul ettikleri bilinen bir gerçektir.
radek, "iyi bir ev kadını her şeyi kullanmayı bilmelidir, çöpleri bile." derdi stalin'e.
aykırılıktan sakınmak gerekir; çünkü yaşamaya yardımcı olur.
amiyane tabiriyle birbirimizi sevebiliriz, kimse de bu aşırı yavanlığa şaşırmaz. karikatürlerde aşka hâlâ katlanılır; çünkü abartmaya izin verilir karikatürde. hatta mutlu bile olabiliriz; çünkü karikatürler gerçekçi değildir. sanatsal yeteneksizlikle suçlanmadan yayın organımızdan da söz edebiliriz, nasılsa karikatürlerde her şey bağışlanır.
iyileşmiş olmak yetmez, bütün insanlığı da iyileştirmek gerek.
güneş en sonunda özgünlük kaygısı gütmeden parlayabilecek.
20.03.2020
sevilen
âşık, sevdiği kadının yalnızca kusurlarına, kapris ya da zaaflarına bağlı değildir. yüzdeki kırışıklar, lekeler, giyiminin paspallığı, yürüyüşünün aksaklığı onu herhangi bir güzellikten daha kalıcı, daha amansız bir şekilde sevgiliye bağlar. bu, öteden beri biliniyor. peki ama neden? eğer duygularımızın kafada olmadığı doğruysa, eğer bir pencere, bir bulut, bir ağaç hakkındaki duyusal yaşantımızı beyinlerimizde değil de, orada, gördüğümüz yerde yaşıyorsak, sevilene bakarken de kendi dışımızdayız demektir. ama gerilim ve tutkudan bir işkence içerisinde. gözleri kamaşmış duygu, kadının parıltısında bir kuş sürüsü gibi uçuşur durur. ve nasıl kuşlar ağacın yapraklarla örtülü kuytuluklarına sığınırlarsa, duygularımız da güven içerisinde dinlenebilmek için kırışıkların gölgesine, sarsak hareketlere, sevdiğimiz gövdenin göze batmaz kusurlarına saklanırlar. oradan geçen hiç kimse, âşığın birden uyanıveren sevgisinin tam da orada, kusurlu ve eleştirilebilir olanda kendisine yuva kurduğunu fark edemez.
özgünlük
özgünlük (orijinalite) kelimesi köken itibariyle yunanca bir kelime olan "poesis"e dek uzanır; bu kelimeyi de platon ve diğerleri, "daha önce hiçbir şeyin olmadığı yerdeki bir şey" anlamında kullandılar. özgünlük zamanın bir göstergesidir; daha önce hiçbir şey yokken bir şeyin aniden ortaya çıkışına işaret eder ve böyle bir şey aniden var olduğundan, bu şey bizde hayret ve korku duyguları yaratır. rönesans döneminde, bir şeyin aniden görünmesi, bireysel sanatla -dilerseniz dehayla- bağlantılıydı.
bir şeyi iyi yapma arzusu kişisel bir turnusol testidir; yetersiz bireysel performans, doğuştan gelen toplumsal konumlardan kaynaklanan eşitsizliklerden ya da zenginliğin yüzeyselliklerinden daha fazla inciticidir; işte bu, tamamen sizinle ilgilidir. faillik tümüyle yararlıdır; ancak etkin bir şekilde iyi bir iş arayışında olunca ve bunu yapamadığını keşfedince, bu durumda kişinin bir duygusu çürümüş olur.
19.03.2020
jack london
şemsa yeğin
dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan serüvenleri anlatan pek çok heyecanlı öykünün yazan olan jack london'ın kendi yaşamı da heyecan ve serüven doludur. 14 ocak 1876'da san francisco'da doğan yazarın gençliği çoğunlukla kentin sokaklarında başıboş dolaşmakla geçmiştir.
aslında san francisco kenti, o dönemlerde heyecan dolu serüvenlerin yaşanmasına çok uygun bir yerdi. 1776 yılında kurulan kent, 1848 yılında "altına hücum"un kente uzak ve değişik yerlerden pek çok serüvenci getirmesiyle şaşılacak ölçüde büyüyüverdi. her ulustan insan akın etti buraya ve kentte kısa zamanda italyan ve ispanyol mahalleleriyle büyük bir çin kasabası oluştu. san franciscolu oğlanlar, kısa sürede başlarının çaresine bakmayı ve yumruklarını kullanmayı öğrenmek zorunda kaldılar -zaten okula giden herkesin kendi yaşıtıyla dövüşmesi kentin eski bir yerel geleneğiydi.
jack london o yaşlarda avcılığa ve denizciliğe merak salmış, vaktinin çoğunu yat kulübünün iskelelerinde ufak tefek işler aramakla geçirir olmuştu. tekne sahipleri, london'ın güverte kazımak gibi güç işlere ya da en kötü havalarda bile siren direğine tırmanmak gibi tehlikelere bana mısın demediğini ve çocukta anadan doğma bir denizcilik yeteneği bulunduğunu görünce onu hemen teknelerine alıyor, getir götür ve temizlik işleri karşılığında birkaç kuruş veriyor, san francisco körfezi'nde kısa gezilere götürüyor, küçük teknelerin kullanılması konusunda ne biliyorlarsa öğretiyorlardı.
gazete satmak gibi işlerden kazandığı paranın çoğunu annesine vermesine karşın, elden düşme bir teknecik almaya yetecek parayı biriktirmeyi başardı jack london; onu boyamaya, bir yelken ve bir çift kürek almaya yetecek parayı da topladıktan sonra seferler yapmaya, okyanusun iri dalgalarıyla birlikte denizlerde uçmaya, kayabalığı avlamaya başladı. görmüş geçirmiş denizcilerin bile denize açılmayı göze alamadığı havalarda serüvene atılmaktan çekinmemesi, istiridye korsanlarıyla dostluk kurmasına yol açtı.
san francisco körfezi'nde -çoğu özel kişiler tarafından işletilen- birçok zengin istiridye yatağı vardı ve korsanlar, korsan adını bu yataklardan istiridye kazıyıp sahilde karaborsa satmakla almışlardı. bu korsanların başarıları jack london'da onların arasına katılma isteği uyandırmış, birinin teknesini satmak istediğini öğrenince de ona yakınlık gösteren ve kendi çocuğu gözüyle bakan zenci "jenny sütanne"den yüz dolar borç almayı başarmıştı. böylece london, daha neredeyse çocukken razzle dazzle adlı teknenin sahibi oluyordu.
bir korsanlar filosuna katılarak istiridye yataklarına baskın yapan london, saygıdeğer dünyanın üç ay boyunca alın teriyle çalışma karşılığı kendisine vereceği paradan fazlasını bir gecede kazanıyordu. daha çocuk olmasına karşın, kısa sürede körfezdeki en yaman istiridye korsanlarından biri olarak ün yaptı. kendisinden çok daha deneyimli ve yaşlı adamları bile yelkende geçen, dövüşte yenen, hepsinden daha çok içki içebilen hızlı bir korsandı o artık. eşsiz denizciliğinin yanı sıra o görülmemiş gözüpekliği sayesinde ganimetini herkesten önce limana getirip en yüksek fiyata satmayı başarıyordu.
polis, teknesine baskın yaptığında onları hoşnut etmesini bilir, en etli istiridyeleri önlerine sürerdi, şişelerle bira sunardı. ne var ki, korsan uğraşdaşlarıyla geçinmeyi başaramadı; bu yasa tanımaz adamlar, onun başarısını kıskanıyor, jack'i yumruk dövüşlerine, kanlı kavgalara katılmak zorunda bırakıyorlardı. ama jack london işini biliyordu: kendisinden büyük bir korsan -ona razzle dazzle'ı satan- teknesini yakıp yıkmaya geldiğinde, saldırganı dolu bir tüfekle körfezde susta durdururken ayağıyla da dümeni kullanmış böylece tekneyi kurtarmıştı. ancak daha sonraları, istiridye korsanlarının çoğunun katıldığı bir sarhoş kavgasında razzle dazzle'ın önce ana yelkenini yakmışlar, sonra da borda edip ateşe vermiş ve batırmışlardı. jack london üzüntüye kapılmamış, başka bir korsanın gemisine -bu kitapta adı geçen ren geyiğine- katılarak istiridye baskınlarını sürdürmüştü.
jack london, istiridye korsanlarının yakın dostuydu ama okumaya karşı olan tutkusuyla onlardan ayrılıyordu. çılgın bir deniz seferinin ardından kamarasına kapanır. kipling, emile zola ya da bernard shaw gibi yazarların zevkini çıkarırdı. en sevdiği kitaplardan biri paul du chaillu'nun vikingler çağı adlı yapıtıydı. bunları okudukça da kendisine; britanya'nın büyük bir bölümüyle normandiya'yı fetheden, avrupa'yı aşıp istanbul'a varan, "adadan adaya atlayarak" atlantik'i geçip kuzey amerika'yı, grönland'ı ve kuzey kutbu'nu keşfeden kahraman denizcilerin torunu gözüyle bakardı. okumaya karşı duyduğu büyük sevgi okulda başarılı olmasını sağlamadı. ama okula gitmesinin bir yararı oldu: yazmayı öğrendi.
kilise korosuna katılmasını isteyen öğretmenine karşı gelen london, ona, "kendi sesini bozmak istemediği ve öğretmenin akordu bozduğunu" söyleyerek direnmişti. buna sinirlenen öğretmen onu müdüre şikâyet etti. ne var ki müdür, london'ın, düşüncesine katılmış olsa gerekti - kısa bir kompozisyon yazması koşuluyla koroya katılmayabileceğini söyledi. işte bu olay, geleceğin yazarının her sabah bin sözcük yazmaya alışmasına neden olmuştur.
jack london çok okuyan bir kişi olarak istiridye avcılığının onu cezaevi ya da mezardan başka bir yere götürmeyeceğini anlamıştı. bir polis dostunun önerisiyle sahil polisleri örgütüne katıldı ve bir zamanlar kendisinin de yaptığı istiridye baskınlarını önleme görevini yüklenmiş oldu. korsanlığın girdisini çıktısını bildiği için bu işte çok başarılı oldu; yeni uğraşı sayesinde birçok serüven yaşadı, bu olaylar ileride yazacağı sahil polisinin başından geçenler adlı kitabının malzemesi olacaktı.
jack london daha sonra uzak doğu'daki ton balığı avcılığı ve klondike'ta altın arama serüvenlerini de yaşadı ve sonunda ekmeğini kalemiyle kazanmayı kafasına koydu. o zamanlar, denizin çağrısı'nda joe'nun ablası olarak tanıdığımız bessie olduğu sanılan sevimli bir kıza tutkundu, yazarlıkta başarıya ulaşarak onunla evlenebileceğini umuyordu. yazarlığı bu evliliğe yetişemedi ama dünyaya bir yığın heyecanlı öyküler ve romanlar kazandırdı.
18.03.2020
senfoni
orkestranın her bir üyesi, kendi küçük enstrümanını çalar. peki ya sence o üye, karmakarışık armonilerin, bambaşka bir ezgiyle yayılışının ne kadarını duyuyordur? o sadece kendi ufak payıyla ilgilenir. ama senfoninin güzel olduğunu bilir, hiç kimse duymasa dahi güzeldir ve o kendi bölümünü çalmaktan mutluluk duyar.
bu, yol ve yolcuyla ilgili. tüm varlıkların üzerinde yürüdüğü sonsuz bir tariktir; ama hiçbir varlık tarafından yaratılmamıştır; çünkü kendisi başlı başına bir varlıktır. hem her şeydir hem de hiçbir şey. her şey oradan yükselir, ona uyum sağlar ve sonunda her şey ona döner. açısız bir kare, kulağın duyamayacağı bir ses, şekli olmayan bir imgedir. engin bir ağ gibidir, deniz kadar geniş örgülerinden hiçbir şeyin geçmesine izin vermez. her şeyin sığındığı bir korunaktır. hiçbir yerdedir, ama pencereden dışarı bakmadan da görülebilir. "istememeyi iste" der öğretisi ve "her şeyi oluruna bırak." mütevazı olan bütünlüğünü korur. eğri doğruya döner. başarısızlık, başarının temelidir ve başarı, başarısızlığın pusuda beklediği yerdir, ama dönüm noktasının nerede olduğunu kim bilebilir ki? şefkatin peşinden koşan, küçük bir çocuğa bile dönüşebilir. nezaket, saldırana zaferi getirir, savunana ise emniyet sağlar. güçlü olan, kendisini yenendir.
işaret
insanın körlüğünü ve biçareliğini görünce, sessizliği içindeki evrenin tümünü ve evrenin bir köşesinde adeta kaybolmuş gibi tek başına karanlıkta bırakılmış insanı, yani kimin kendisini oraya koyduğundan ve ne yapmaya geldiğinden, ölünce ne olacağından habersiz, hiçbir şey bilmeyen insanı düşününce, uykusunda ıssız ve korkutucu bir adaya getirilmiş ve ne olduğundan bihaber uyanıp kaçış yolu bulamayan bir insan gibi dehşete kapılıyorum. ve sonra, bu zavallı halimize bakıp umutsuzluğa kapılmamamıza hayret ediyorum. etrafımda bana benzer kişiler görüyorum. benden daha bilgili olup olmadıklarını soruyorum. bana öyle olmadıklarını söylüyorlar. sonra bu zavallı kayıp ruhlar çevrelerine bakıyor ve kendilerini kaptırıp bağlanacakları hoş bir şeyler buluyorlar. bana gelince, ben bu tür şeylere bağlanmayı beceremedim ve gördüklerimin ötesinde nice şeyler olduğunu düşünerek tanrı'nın bir yerlerde, kendisine dair bir işaret bırakıp bırakmadığını araştırdım.
birbiriyle çelişen pek çok din olduğunu görüyorum ve biri hariç hepsi batıl. her bir din kendi otoritesine dayanarak kendine inanılmasını istiyor ve inanmayanları korkutuyor. onlara bu sebepten inanmıyorum. çünkü bunu herkes söyleyebilir. herkes kendine peygamber diyebilir; ancak kehanetleri gördüğüm yerde hristiyanlığı görüyorum ve bu herkesin yapabileceği bir iş değil.
17.03.2020
güzel yaz
cesare pavese
hiçbir kız, bir tepe kadar güzel olamaz.
gerçek samimiyet bir başkasının arzularını öğrenebilmektir ve arzular aynı olursa, o kişi artık pek heyecan uyandırmaz olur.
koyun olanı, kurtlar yer.
hiç dikkat ettin mi, birini beklerken insanın önünden ne çok domuz suratlı ya da tavuk bacaklı insan geçiyor? çok eğlenceli bir şey bu.
yataklar kadınlar içindir.
uzun bir sessizlikten sonra guido, ginetta, senden hoşlanıyorum. biliyor musun senden hoşlanıyorum; çünkü sigara içmiyorsun. sigara içen kızların hepsi bin bir türlü sorun yaratırlar.
bir erkek, ancak onu anlayan arkadaşları olursa çalışır.
nasıl şarap kokuyorsun; bu yatakta duyulabilecek en güzel kokudur.
ne sanıyorsun? dünya benim gibi insanlarla dolu. aramızdaki tek fark, onların bunu bilmemesi.
insan aptal olduğunu hissedince eve döner.
16.03.2020
kelebek etkisi
amos oz'un 28 ağustos 2005'te goethe ödülü'nü kabulünde acı bir şekilde yorumladığı gibi, sosyal bilimcilere göre, bütün insan saikleri ve eylemleri çoğunlukla kişisel kontrolün ötesinde olan koşullardan kaynaklanır. toplumsal özgeçmişimiz tarafından kontrol ediliriz.
yaklaşık yüz yıldır, bize sadece ekonomik kişisel çıkar tarafından güdülendiğimiz, etnik kültürümüzün ürününden ibaret olduğumuz, kendi bilinçaltımızın kuklasından başka bir şey olmadığımız söyleniyor.
oz, buna katılmadığını belirtiyordu: "şahsen ben, kadın olsun erkek olsun, her insanın, kendi yüreğiyle, iyiyi kötüden ayırabileceğine inanıyorum. bazen iyiyi tanımlamak güç olabilir, ancak kötünün açık işareti vardır: her çocuk acının ne olduğunu bilir. bu yüzden bilerek can acıttığımız her defasında, bir başkasına ne yaptığımızı biliriz. kötülük yapıyoruzdur."
meteorolog edward lorenz büyük bir şaşkınlık içinde, bir bahar günü pekin'de kanat çırpan bir kelebeğin meksika körfezi'nde güz fırtınalarının yörüngelerini pekala değiştirebildiğini bulmuştur. ne çıkar ki bundan? yoksa, insan yaşamına rastlantılar mı yön verir? defetmek, geriye almak, geçersiz kılmak şöyle dursun, öngörülemeyen rastlantılar mı yön verir? neyi seçtiğimizin bir önemi var mıdır? kısacası, yaşamımızı şekillendirme konusunda bizler ıstaka mı, ıstakayı tutanlar mı yoksa bilardo topu muyuz? oyuncu muyuz yoksa oynanan mı?
garabet
im, simgede duyusal algılanabilir olandır.
bir tümce bir başkasından sonuç olarak çıkıyorsa, beriki ötekinden daha çok, öteki de berikinden daha az şey söyler.
nedensel bağlantıya inanç, batıl inançtır.
ruh veya özne, bugünün yüzeysel psikolojisinde yorumlanışıyla, bir garabettir.
dil düşünceyi örter.
dünyanın anlamı, dışındadır. dünyanın içinde her şey nasılsa öyledir, her şey nasıl olup bitiyorsa öyle olup biter, içinde hiçbir değer yoktur; olsaydı bile, hiçbir değer taşımazdı.
dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.
dünyanın nasıl olduğu, yüksek olan için hiç fark etmez. tanrı kendisini dünyanın içinde açığa vurmaz.
gizem yoktur. bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.
benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki; beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür.
üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.
15.03.2020
mülakat
yücel mecmuasında halide edip'le bir mülakat yapmışlar. orda "bugünkü gençler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye bir sual var. halide edip burda diyor ki: "içlerinde 'taranta-babu' ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa 'benerci kendini niçin öldürdü?' derecesindeki eserleriyle gençler arasında hatta bu devirde dahi sıfatını alabilecekler vardır."
beni gençler arasında sayması tuhafıma gitti. hem içerledim hem sevindim. sonra ve belki hepsinden önce "ideoloji" meselesine güldüm. hey sersem bayan, dedim, ben bir dahi değilim; fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. eğer sizin sanatkârlarınız yoksa ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.
14.03.2020
rüştü onur
rüştü benim için şiirlerini her zaman zevkle okuduğum bir şairden ziyade, hiç çekinmeden bana derdini döken ve benim de hiç çekinmeden kendisine içimi açabileceğim, yeryüzündeki yegane insandı.
rüştü'nün şiirlerinde, insanları yorulmadan sokakları yoruluveren ve günleri birbirine benzeyen bir küçük şehrin yeknesak hayatından kurtulmak için çırpınan ve haddizatında güzel olan yaşamaktan nasibini almak arzusuyla, mütemadiyen mesut insanlarla dolu mesut memleketlere firar etmeyi düşünen insanların haleti ruhiyesi vardır. rüştü ölmek değil yaşamak istiyordu:
"benden zarar gelmez
kovanındaki arıya
yuvasındaki kuşa
ben kendi halimde yaşarım
şapkamın altında"
rüştü ölmüş. onunla aynı hastalıktan yan yana yattığımız günleri hatırlıyorum. bize o zaman ıstırabın ta kendisiymiş gibi gelen o günlerde, şimdi saadeti görür gibi oluyorum. rahmetlinin ağzından hiç düşmeyen bir söz vardı: "saadet, kaybedilenler arasındadır." fakat o saadeti, yenide ve yeniye giden yol demek olan macerada aradı. bu macera düşkünlüğü değil midir ki onu havası ve suyu kadar insanları da yabancı bir şehirde beklenmedik bir zamanda yalnız, yapayalnız ölümün kucağına terk etti.
rüştü ölmüş. demek ben artık, rüştü gelirse şöyle yaparız, böyle yaparız diye hülyalara dalamayacağım. demek artık, bir zamanlar baş başa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. demek artık, bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hatıra oldu.
rüştü ölmüş. ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım.
tımarhane
yiyecek ve barınak yokluğu, insanların aklını kaybetmesinin en büyük sebeplerinden biridir.
seyyar satıcılar, işportacılar, kapıdan satış yapanlar, yani diğerlerinden daha kıt kanaat geçinen bir işçi sınıfı, tımarhanede yatanların en büyük yüzdesini oluşturur.
bahtsızlık ve sefalet insanları altüst etmeye, bazı kişileri tımarhaneye, bazılarını da morga ya da darağacına yollamaya muktedirdir. başa kötü bir şey gelip de eş ve baba, karısına, çocuklarına duyduğu bütün sevgiye ve çalışma arzusuna rağmen iş bulamaz olunca, akıl sağlığının sarsılması ve zihnindeki ışığın sönmesi çok kolaydır. yetersiz beslenme ve hastalıklar bedenini tahrip ederken, ıstırap çeken karısını ve küçük çocuklarını gördükçe ruhu ezilirken, bu bilhassa kolaydır.
hayat bu kadar tekinsiz, mutlu olma imkânı bu kadar uzak olunca, hayatın ucuzlaması ve intiharların yaygınlaşması kaçınılmaz olur. bu olgu o kadar yaygındır ki, intihar haberi yer almayan günlük gazete bulamazsınız. mahkemelerdeki intihar girişimi davaları ise, ancak sıradan bir sarhoş kadar ilgi uyandırır ve aynı hızla, aynı ilgisizlikle görülüp geçilir.
yasa bir yalandır ve insanlar yasa aracılığıyla en utanmazca yalanları söylemektedir.
13.03.2020
melodi
hayatın neresinden dönülse kârdır!
herkesin melodisi kendinedir ve bunun böyle olduğunu yalnızca gramofon çiçekleri bilir.
tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.
"yalnız iki tür insan iyidir, gömülmüşlerle doğmamışlar." (çin atasözü)
şiir dairesel bir labirentte yeşil merkezden dağılan ana yolları kesen kısa keçi yolları açmaktır; üzerinden kurtlar da aşırır, tilkiler de.. sıçrama, uzun yolları kesmek amacı, çembere ulaşma duygusu ve "hasta olmayan hayvana" duyulan özlemle gerçekleştirilir.
yaşama güdüsü ne kadar güçlüyse yaratma isteği de o kadar yoğun oluyor.
kendilerini ölmeden ceset olarak algılayanlar intiharlarını başkalarının bir vasiyeti gerçekleştireceği gibi gerçekleştirir.
bu ülkede gerçek deli bile yoktur, hepsi sahtekârdır.
12.03.2020
din ve bilim
dinler her zaman sahte bilimi yuvalandırıp onun yayılmasını sağlayan, devlet korumasındaki barınaklar olmuştur.
gerçek şu ki tanrı, isa ve muhammed adına yobazlarca işlenen suçun ve çocuk tacizinin oranı, şeytan adına işlenen suçları defalarca kez aşıyor. bu ifade çoğu kişinin hoşuna gitmese de hiç kimse aksini öne süremez.
samuel butler: saf bir akıl garip şeylere inanmaktan büyük haz alır. bulduğu ne denli garipse onun için o kadar iyidir. sade ve anlaşılır şeylere ise yüz vermez; çünkü onlara zaten herkes inanır.
t. h. huxley'in bu konudaki çözümlemesi ise şöyle: ahlakın temeli, hakkında kanıt olmayan şeylere inanır görünmekten ve bilgi sınırlarının ötesindeki sorgulanamaz önermeleri yinelemekten vazgeçmeye dayanır.
thomas hobbes: görünmeyen şeyden duyulan korku, herkesin kendi içinde din diye bellediğinin doğal tohumudur.
öğretisel dinler konusunda, filozof david hume şöyle diyor: "insanların öyle konularda besledikleri kuşkuları kendilerine bile itiraf etmeye cesaretleri yoktur. ölçüleri sorgusuz inançtır ve asıl inançsızlığı, verdikleri güçlü hükümler ve yobazlıkla göstermiş olurlar."
albert einstein: gerçeklikle karşılaştırıldığında, bilimde vardığımız düzey ilkeldir, çocuk oyuncağıdır; ama sahip olduğumuz en değerli şey de odur.
vücut için önce yaşamayı sürdürmek, sonra gelişmek geliyor. beslenmenin dayattığı bu önem sıralaması uyarınca vücut öğrenmeyi son sıraya koymak zorunda kalıyor. sonuç olarak organizma için zeki ve ölü olmaktansa aptal ama canlı olmak önemlidir.
hippokrates hastalık tanısında bilimsel yöntemin ögelerini devreye soktu. dikkatli ve titiz gözlemi salık verdi: "hiçbir şeyi şansa bırakmayın. hiçbir şeye göz yummayın. farklı sonuçlar veren gözlemleri bir arada kullanın. kendinize yeterli zaman tanıyın."
franz kafka
çeşitli ailevi ve toplumsal sebepler yüzünden çevresine yabancılaşarak büyüdü. ailesinin prag'daki alman toplumuyla kaynaşma çabaları sonucunca alman okullarında okudu. çek kökenli bir aileden geldiği halde almancayı ana dili olarak kullandığı için tam bir çek sayılmayan franz'ı almanlar da tam anlamıyla kendilerinden görmediler.
babasının zoruyla 1906'da tamamlayacağı hukuk eğitimine başladı. eğitimini tamamladıktan sonra bir sigorta şirketine girdi. max brod ile tanışıp prag edebiyat çevresine katıldı.
sigorta şirketinde çalışmasıyla yabancılaşma duygusu iyice gelişen kafka 1912'de felice bauer ile tanıştı. 1914 ve 1917'de iki kez felice ile nişanlanmasına rağmen yazmaktan alıkoyacağı düşüncesiyle bir türlü evlenemedi. bu ilişkiden geriye beş yüzü aşkın mektup kalmıştır.
birinci dünya savaşı sırasında fiziksel yetersizlik nedeniyle askere alınmadı.
1917 yılında vereme yakalandığı anlaşıldı.
1920'de yapıtlarını çekçeye çevirmek isteyen milena jesenska ile tanıştı. kendisinden on iki yaş küçük ve evli olan milena'yla -birleşmelerinin umutsuz olduğunu bildiği halde- yıllarca mektuplaştı.
sağlık sorunlarının artması üzerine emekliliğini istedi. son yıllarda yirmi yaşındaki dora diamant ile mutluluğa yelken açtı.
1924'de viyana yakınlarında kierling sanatoryumu'na kaldırıldı ve oradan çıkamadı. prag'a gömüldü.
nazilerin çekoslavakya'yı işgali sırasında üç kız kardeşi da toplama kamplarında öldürüldü. kafka ile ilgili birçok belge yok edildi.
yirmi yıl süren dostluklarının sonunda kafka bütün yazdıklarını ölümünden sonra yakması için max brod'a vermişti. ama brod, dostuna ihanet ederek bu yapıtları bastırdı. 1935'de başlanan ilk toplu basım önce engellendi, sonra da yasaklandı ama zaman içinde üne ve sıkı bir satış garantisine kavuştu.
11.03.2020
dünya düzelticisi
insan
insanların olasılık kurallarını anlayışları, bir önceki olayın yineleneceğini sanmaktan ibarettir.
duygulu kişiler her durumda nesnel olmaktansa, "acaba kusur bende mi?" diye kuşkuya düşmekte birebirdirler.
neşenin zorunlu olduğu sıralarda neşeden yoksun kalmak kadar, neşenin var olduğu zamanlarda bundan sonuna kadar yararlanamamak da insanın ruhunu çökertir ve söndürür.
insan gövdesinin savunmasını ve kurtarılmasını sağlayan ekmeğin taştan çıkartılması, dört yüzyıl önce olduğu gibi, bugün de bir bilim, bir din, bir tutkudur.
eşyaya renk veren ışınlar, eşyanın emdikleri değil de almayıp yansıttıkları ışınlardır. bunun gibi insanlar da olumsuzlukları ve düşmanlıklarıyla seçilirler, iyi niyetlerinin üzerindeyse pek durulmaz.
insanın canı belirli zamanlarda küfür savurmak ister, yoksa kendini şaşırır. insan dediğin küfürsüz yaşayamaz.
insanoğlu, kendi kendisiyle baş başayken bile, üzerine iki kez yazı yazılmış bir sayfaya benzer: bir gözle okunan yazısı vardır, bir de bunun altında gizli kalanı.
ne zaman yeni bir atılım yapmaya kalkışsak bir uyuşukluğu yenmek zorunda kalırız. bu uyuşukluk yalnızca bizim içimizde değil, bizi kuşatan ve iyilik yönünde yeni bir adım atmamızı önlemek üzere el birliği yapmışa benzeyen durumlarda da var gibidir.
araçlar insan çabasının yerini tutamaz; yalnızca çabayı bir yerden alıp başka bir yere aktarır.
sessizce sitem etmek gücüne sahip olanlar bunun sözlerden daha etkili bir yol olduğunu bilirler. gözlerin sesinde öyle tonlar vardır ki, dilde bulunmaz; rengi uçmuş dudaklar, kulakların duyamayacağı birçok şey söyler. derin duyguların hem görkemi hem de ıstırabı, ses yoluna sapmayışlarındadır.
10.03.2020
burukluk
ender görülen, yapay ve geç olgunlaşan bir olay olan aşk, ancak nadiren bir araya toplanan, her noktada modern çağın özelliği olan ahlaki serbestliğe ters düşen özel koşullarda gelişebilir.
masumiyet olarak, hayal kurma yeteneği olarak, karşı cinsin tümünü sevilen tek bir varlıkta özetlemeye yatkınlık olarak aşk, bir yıllık cinsel serseriliğe nadiren direnebilir, iki yıla ise asla.
gerçekte, ilk gençlik yıllarında art arda edinilen cinsel deneyimler duygusal ve romantik düzeyde her türlü izdüşüm olanağını hızla aşındırıp tahrip eder. insanda aşk yeteneği gitgide, aslında oldukça da çabuk tarafından, eski bir paçavranınkinden farksız hale gelir. ve ardından, sahiden de bir paçavra hayatı yaşanır; yaşlanırken, insanın çekiciliği azalır. bu yüzden gençler kıskanılır; bu yüzden onlardan nefret edilir. itiraf edilmemiş olarak kalmaya mahkum olan bu nefret alevlenir ve gitgide daha kavurucu bir hale gelir. sonra her şey gibi bu da yatışıp söner. geriye sadece burukluk, bıkkınlık, hastalık ve ölüm korkusu kalır.
somut olarak insanlar yaşamayı nasıl başarıyorlar, anlamıyorum. bana bütün insanların mutsuz olması gerekirmiş gibi geliyor. anlıyor musunuz, son derece basit bir dünyada yaşıyoruz. egemen olma, para ve korkuya dayalı bir sistem var -daha çok eril bir sistem, ona mars diyelim; baştan çıkarma ve cinselliğe dayalı dişil bir sistem var, ona da venüs diyelim. ve hepsi bu kadar. yaşamak ve başka bir şey olmadığına inanmak gerçekten mümkün mü?
xıx. yüzyıl sonu gerçekçileriyle birlikte maupassant da başka bir şey olmadığına inanmıştı ve bu onu deliliğe kadar götürdü.
"ne kadar çelişkili görünürse görünsün, aşılacak bir yol vardır ve bunu aşmak gerekir; ama yolcu yoktur. işler görülmüştür; ama işi gören yoktur." (sattipathana-sutta)
bizler hepimiz yaşlılığa ve ölüme boyun eğmişiz. bu yaşlanma ve ölüm kavramı insan-bireye katlanılmaz geliyor. bu hükümran ve koşulsuz kavram, bizim uygarlıklarımızda serpiliyor, adım adım bilinç alanını dolduruyor, başka hiçbir şeyin var olmasına izin vermiyor. böylece yavaş yavaş dünyanın sınırlı olduğuna dair kesin bir kanı oluşuyor. arzu bile yok oluyor; geriye yalnızca burukluk, kıskançlık ve korku kalıyor. en çok da burukluk kalıyor; uçsuz bucaksız, akıl almaz bir burukluk.
hiçbir uygarlık, hiçbir devir insanlarında bunca burukluk yaratmayı başaramamıştır. bu bakımdan bizler hiç görülmemiş anlar yaşamaktayız. çağdaş zihniyeti tek bir sözcükle özetlememiz gerekseydi, ben hiç kuşkusuz şunu seçerdim: burukluk.
ölüm
şu düştüğümüz değersiz insan hayatı içinde ömür devresini tamamıyla geçiren kaç mahluka tesadüf ediyoruz? hayat, sayısız can düşmanına aralıksız karşı koyarak devam edilen pek nazik bir geçittir. etten kemikten yaratılmış şu aciz vücutlarımızın ne kadar zararlı, öldürücü mikroplara yemek olmaya yatkın bulunduğunu, vücut makinesi dediğimiz ve bir saat gibi tıkır tıkır işleyen iç organlarımızın ne kadar ufak arızalarla çalışmayı durdurmak tehlikesinde olduğunu bilsek belki bir an ferah ferah nefes almaya bile korkardık.
bugüne kadar yaptığımız işlerde rehberimiz olan ikiyüzlülüğü, beyhude tesellileri bırakarak geleceği vakti saniyesiyle bize haber veren ölüme yiğitçe kollarımızı açalım. ne evlat anasına babasına, ne velileri evladına, ne hiçbir âşık sevgilisine ağlamaya vakit bulabilecek, hep bir anda "kün fe-yekûn" olacağız. bu kadar yiğitlikler, kahramanlıklar ve hayret edilecek deha eserleri gösteren çok gayretli kimseler de, korkaklar, katiller, zalimler, tahripkârlarla beraber mahvolacaklar.
yeryüzü üzerinde çeşitli iklimleri, bereketli toprağı, suyunun ve havasının hoşluğuyla, eşsiz güzellikleriyle benzersiz olan dünyamız kucak kucak servet, saadet bağışlamak için bize her an kucak açarken biz onun bu sürüp giden büyük şefkatine layık evladı olmak hasletini gösteremedik. daima cehaletle, bağnazlıkla, en çirkin hislerle, düşmanlıklarla birbirimizi yedik.
dünyamız bizi insan mutluluğunun başarı ve zafer doruğuna yükseltmek için bütün tabii kaynakları ve teşvik vasıtalarını daima gözlerimizin önünde bulundurduğu halde biz onun bu vadettiği nimetlere haksızlık ederek adeta nankörlükle karşılık verdik. aynı meşru refahın, aynı insani amaçların, istisnasız kardeşliğin asırlardan beri bencilliğin insanlar arasına koyduğu cahilce, haince farkları söküp atacak hakça eşitliğin hep birlikte hizmetkârı olma faziletini gösteremedik. anlayamadık. insanlık, kardeşlik sevgisinin samimi lezzetini tadamadık. bugüne kadar düşmanca ve dirliksiz yaşadıysak şimdi gerçek kardeşliğin lezzeti damağımızda kalmış olarak ölelim.
bu milyarlarca dünya sakinlerinin, paha biçilmez güzelliklerin, bunca fen ve sanat hazinelerinin matemini tutmak için geride tek canlı kalmayacak. çekim kanunlarını, fizik, kimya esaslarını ortaya koyan ve bunca nazariyeler keşfeden fen adamlarının hep bu ilerleme arzusuna yaraşır çalışmaları bu feci sona varmak için miydi?
bugün dünyamız şifa bulmaz bir derde tutulmuş bir hasta gibi ölüme mahkum. en âlim, en fenne hakim olan, en soylu evladı başı ucunda ümitsizce gözyaşı döküyor. felaketin ağırlığı, büyüklüğü karşısında insan gücü o kadar küçük, o kadar aciz kalıyor ki.. bunu tarif için bir oran, bir ölçü aramak bile çocukluk olur.
hep sıradan ölümle bitip yeri hendek olacak yaradılışta, hepsi bu arzuda bir alay ahmaktan başka bir şey değiliz.
her hazanda birbiri üzerine dökülen ağaç yaprakları gibi insanlar da birbiri ardına toprağa yatarak yok oluyor. bu değişmez, umumi bir kanun. niçin endişe etmeli? şu dünyada erilen başka ne var? hayat yalan, ölüm hakikat.
ölüm ne kadar muhakkak olsa da insan yine bir kurtuluş çaresi aramaktan kendini alamıyor.
ey bu dünyanın seçkin evladı olan âlimler, yazarlar, şairler! aklınıza gelen bunca derin fikrin küllerini kıyamet rüzgârı nereye savuracak? şefkatli anneniz için yazacağınız ağıdı hangi kederli ele terk edeceksiniz? bu kadar medeniyet eserinin mezarı olan bu yanmış dünyaya, göklerdeki meleklerden, birer fatiha hediye etmesini rica için kim bir mezar taşı kitabesi yazacak?
ömrün bu zulüm, saldırı ve sefaletlerini görmedense gençliğin aldatıcı, ilk neşe ve lezzetleri içinde şu dünyadan çekilip gitmek daha bahtiyarlık değil midir?