31.07.2020

uzun lafın kısası

nietzsche:
bazı insanlar kendi zincirlerini çözemezler de dostlarının azatçısıdırlar.

pascal: dindarlık ile iyilik arasında muazzam bir fark olduğunu deneyim bize gösteriyor.

paulo coelho: artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmadığında her şeyi elde ettim. kendim olmaktan çıktığımda kendimi buldum. katıksız aşağılanmayı ve itaati tanıdığımda özgürlüğümü kazandım.

robert musil: büyük kafalar hep yalın ilkelere varırlar.

tom robbins: bir insanın hep arayıp durduğu yapının düzeyi, onun içinde bulunduğu kaosun şiddetiyle doğru orantılıdır.

cenap şahabettin: altta kalanın değil, geride kalanın canı çıkar. yaşamak isteyen, yüzyılıyla birlikte yürümelidir.

cesare pavese: bir insanın hayatın tadını çıkarmasına, kıskançlık duymadan katlanamadığımızı kesinlikle söyleyebiliriz.

charles bukowski: bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar. ben hiç beceremedim. çok sıkıcı bir şey ilişki. bittiğinde gerçekten düzülmüş hissedersin kendini.

dostoyevski: aptalca bir mutluluk içinde yaşamaktansa mutsuz olmak; ama bilmek daha iyidir.

elias canetti: bir despot asla gerçekten affetmez.

emil cioran: daha büyük bir acı ümidi olmasa bu anınkine tahammül edemezdim, ölçüsüz dahi olsa.

goethe: bana her şeyi bağışlayan güzel tanrım, niçin verdiklerinin yarısını geri alıp bana özgüven ve yeterlilik duygusu vermedin ki?

vatan

emile souvestre

belki de kendi ülkenizin ne olduğunu hiç düşünmediniz. çevrenizi saran her şeydir. sizleri yetiştirmiş, beslemiş olan, sevmiş olduğunuz her şey -gördüğünüz şu tarlalar, şu evler, şu ağaçlar, gülerek yanınızdan geçip giden şu kızlar, ülkeniz bunlar işte. sizi koruyan yasalar, emeğiniz karşılığında kazandığınız ekmek, söylediğiniz sözler, halkımızdan ve arasında yaşadığınız şeylerden size gelen sevinç ve acı, ülkeniz bu işte! bir vakitler annenizi gördüğünüz küçücük oda, onun size bıraktığı anılar, artık altında dinlendiği toprak, ülkeniz bu işte. onu her yerde görüyor, havasını soluyorsunuz. haklarınızın ve görevlerinizin, sevgilerinizin ve gereksinimlerinizin, anılarınızın ve şükranlarınızın bir hesabını yapın, hepsini aynı ad altında toplayın, o ad vatanınızın adıdır.

tembellik

nietzsche

pek çok ülkeyi ve ulusu ve birkaç kıtayı görmüş olan bir gezgine, tüm insanlığın ortak özellikleri olarak ne tür nitelikleri keşfettiği sorulduğunda şöyle cevap vermişti: "tembelliğe meyillidirler."

büyük düşünür insanları küçümsediğinde, onun küçümsediği şey onların tembelliğidir; çünkü onların seri halde üretilmiş mallar gibi görünmelerine, kayıtsız, insanca etkileşim ve bilgilendirmeye layık değillermiş gibi görünmelerine yol açan şey tembelliktir.

kitlelerin bir parçası olmak istemeyen insanoğlunun yapması gereken tek şey, içinde bulunduğu rahatlığa son vermektir. ona şöyle seslenen vicdanının sesine kulak versin: "kendin ol! şu anda yaptıklarının, düşündüklerinin, istediklerinin hiçbiri sen değilsin."

esrar

gerard de nerval

esrar, insanı tanrıya eşit kılıyor. su içenler, var olan şeylerin sadece kaba ve maddi görüşünü bilebilirler. bedenimizdeki gözleri bulandıran sarhoşluk, ruhun gözlerini aydınlatır. sefil zindancısından sıyrılan zihin, anahtarları hücrenin kapısında unutarak uyuyakalmış gardiyanın hapishanesinden kaçan mahpus gibi sıvışır; sonsuz alanlarda ve aydınlıklar içinde kıvançla dolaşıp durur, rastladığı tanıdık cinlerle konuşur ve onların ansızın yaptığı büyüleyici açıklamalarla gözü kamaşır. hafif bir kanat çırpmayla, dile getirilmez mutlulukların göklerinde uçar ve bu duyumlar öylesine hızla art arda gelir ki, her şey, ebediyet gibi görünen bir an içinde gerçekleşir.

koşma

karacaoğlan

nedendir de kömür gözlüm nedendir

şu benim geceki uyumadığım

yaman derler ayrılığın derdini

ayrılık derdine doyamadığım


yârin bahçesine yâd iller dolmuş

gülünü koklarken fidanın kırmış

şunda bir kötünün koynuna girmiş

şu benim sevmeye kıyamadığım


kömür gözlüm seni sevdim sakındım

has bahçene indim güller sokundum

bilmiyorum gönlüne mi dokundum

bir belli haberin alamadığım


karac'oğlan der ki yandım ben öldüm

her bir kötülüğü kendimde buldum

dolanıp da kavil yerine geldim

kavil yerlerinde bulamadığım

pasta

joe hill

uzun saçlı vaizler her gece dışarı çıkıyor

size neyin yanlış neyin doğru olduğunu söylüyor

fakat onlardan yiyecek bir şey istediğinizde

sizi çok tatlı bir sesle yanıtlıyorlar:

"yiyeceksin, güle güle

gökyüzünün üzerindeki o muhteşem yerde

çalış ve dua et, samanlıkta yaşa

öldüğün zaman, seni bekliyor gökyüzünde bir pasta

yaşamak

guy de maupassant

hiçbir engel olmaksızın, kaygısız, işsiz ve hatta yarını bile düşünmeye gerek görmeden özgürce yaşamak. keyfinizden başka bir kılavuza, gözlerinizden başka bir öğüt verene gereksinim duymadan, hoşlandığınız yolu tutup gidersiniz. durursunuz; çünkü bir dere sizi çekmiştir. çünkü, bir hanın kapısının önünde kızarmış patateslerin kokusu burnunuza gelmiştir. bazen, bir çiçeğin kokusu ya da bir handa çalışan bir kızın anlamlı ve ürkek bakışı size bu kararı verdirir. bu köy güzellerine karşı kesinlikle ilgisiz kalamazsınız ve onları hor göremezsiniz. o kızların bir ruhları ve hisleri olduğu gibi, gergin yanakları ve taze dudakları da vardır. onların sert ve kaba öpücükleri, ham bir meyve gibi kütür kütür ve lezzetlidir. nereden gelirse gelsin, aşk onlar için her zaman değerlidir. ortaya çıktığınız zaman çarpan bir kalp, ayrılıp gideceğiniz zaman da ağlayan gözler bulursunuz. bütün bunlar, o kadar nadir, o kadar tatlı, o kadar değerlidir ki, bunları kesinlikle basit ve önemsiz görmemek gerekir.

ben, bahar çiçekleriyle dolu çukurlarda, ineklerin uyumakta olduğu ahırların arkasında ve günün sıcaklığı dolayısıyla ılıklığını hâlâ koruyan samanlıkların otları üzerinde verilmiş nice randevular bilirim. o kabalıkları içinde, güzel ve olgun kadınların verdiği ince zevklerden daha nazik olan o çekingen ve içten okşayışların anısını hâlâ içimde taşırım. ama bütün bu macera yarışlarında özellikle sevilen şey; kır hayatı, ormanlar, güneşin doğuşu, alaca karanlıklar ve mehtaplardır. bütün bunlar, ressamlar için, yeryüzüyle birlikte yapılan balayı yolculuklarıdır. o uzun buluşma zamanlarında, insan doğayla baş başa yalnız kalmaktadır. papatyalar ve gelincikler içinde, bir çayırda yatılır ve güneş ışığı altında gözler açıldığı zaman, uzakta, öğle vaktini haber veren sivri çan kulesi ile küçücük köye doğru bakılır. saç gibi kıvrılmış narin, uzun ve hayat fışkıran otlar arasında, bir meşe ağacının dibindeki bir kaynak kenarında oturulur. diz çökülür, kaynağın üzerine doğru eğilip, insanın bıyığını ve burnunu ıslatan o soğuk ve berrak sudan içilir. o su, sanki, dudak dudağa öpüşülüyormuş gibi, iç açıcı bir zevkle içilir. bazen, bu güzel su yolları boyunca kuytu bir yere rastlandı mı, burada çırılçıplak sulara dalınır ve insan, haz verici bir okşama gibi, tepeden tırnağa kadar, bütün bedeninde hafif ve zevkli bir ürperme hisseder. tepenin üzerinde neşe, küçük göl kenarında ise hüzün hissedilir ve güneşin, kanlı bulutların oluşturduğu bir okyanus içinde boğulduğu, derelerde kızıl yansımalar meydana getirdiği anlarda coşulur. hele akşam olup da ay gökyüzünde belirdi mi, gündüzün yakıcı aydınlığında akla gelmeyen her türlü garip şeyler düşünülür.

yazmak

charles bukowski

insanı yazmaktan alıkoyabilecek tek şey kendisidir. yazma isteğini gerçekten duyan kişi mutlaka yazar. reddedilme ve aşağılanma onu güçlendirir sadece. ve engellenişi ne kadar uzun sürerse o kadar güçlenir, barajda yükselen su gibi. 

yazmakla kaybedilecek hiçbir şey yoktur; uyurken parmaklarınızı güldürür; insanı kaplan gibi yürütür, gözlerini ateşleyip ölümle yüz yüze getirir. bir savaşçı gibi ölür, cehenneme şeref konuğu olursunuz. sözün kuman. oyna, çevir çarkı. karanlıktaki palyaço ol. gülünçtür. gülünçtür. yeni bir dize daha.

bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir, norman. ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse. yazarlar sadece kendi boklarını koklamaktan hoşlanırlar.

ölümü düşünmeyi başka yazarları düşünmeye yeğlerim. çok daha memnuniyet vericidir.

daktilo çamurda yürümektir. bilgisayar buz pateni. göz kamaştırıcı bir patlamadır. içinizde bir şey yoksa bunların önemi yoktur elbette. sonra o düzeltme olanakları, temizlik. lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. ilkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için. böylesi, zafere ve kurtuluşa tek koşu.

yazmanın yapması gereken ilk şey kıçını kurtarmak olmalı. bunu yapıyorsa kendiliğinden lezzetli ve eğlendirici olur zaten.

sabahın altısında ayakta yazan birinin mizah duygusu olamaz. bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışıyordur.

aşk

dino buzzati

güneş henüz ortaya çıkmamıştı. sis ve nemden oluşan bir perdenin ardında hâlâ bekliyordu. sonsuz kırlar da hâlâ gecenin serinliğini taşıyorlardı. kilometre kadranının küçük, beyaz göstergesi sinirli zıplamalarla hız artırdıkça, soğuk hava buz gibi elini ensesinde dolaştırıyordu. sonra tuhaf bir duyguya kapıldı. yol boyunca iki yana sıralanmış kavaklar ona bir şey söylemek istiyorlardı sanki. nasılsa, konuşmaya hazırlanan insanların havasına bürünmüşlerdi.

kendisi aşka doğru uçuyordu. ama ağaçlar da öyle değil mi? kök saldıkları tarlaların bitiminden kopmuş, kendisiyle birlikte nereye koşturuyorlardı acaba? onları da sürükleyen kendilerinden daha güçlü bir şey değil miydi? her birinin kendine özgü tipi, biçimi ve değişik yapısı vardı. hem de öyle çoktular ki!.. yüzlerce, binlerce, göze sığmayacak kadar. ama onları da bu kasırganın içine sürükleyen yine aynı güçtü. işte, sonsuz kırların tüm kavakları da onunla birlikte kanatlanmış uçuyorlardı. bu bir sürükleniş mi ya da kaderden kaçış mıydı?

günün bu soyutlanmış saatlerinde önünde bomboş uzanan ıssız yolda hızla hedefine yaklaşıyordu. ortalıkta kimsecikler yoktu. sanki ondan başka herkes dünyanın bu köşesini unutmuştu. ama orada, yolun sonunda o vardı. ağaçlardan oluşan son perde kalktığında onu görecekti. hâlâ uyuyor olmalıydı. herhalde birbirine kavuşturduğu ellerini bacakları arasına sokmuş ve başını da yastığa gömmüştü. panjurun aralıklarından gün ışığı odaya süzülerek hareketsiz yatan kızın simsiyah saç demetini aydınlatıyordu. yatakta yalnız mıydı acaba? sonra hem ondan kaçarcasına ufuklara doğru koşturup uzaklaşan hem de onu karşılamak istercesine üstüne üstüne geliyor görünen ve ardından sisler arasında gözden silinen kavakların kendisine ne söyleyeceklerini anladı.

şimdi bu gizemi çözmüştü. çok basit bir gizem: aşk. bu ölümlü dünyada var olan her şeyi saran o esrarlı duygu. ormanları, yaylaları, dağları, ırmakları, denizleri, vadileri, bozkırları, hatta hatta kentleri, sarayları, taşları, daha öteye gökyüzünü, gün batışlarını, fırtınaları, artı karları, geceyi, yıldızları, rüzgârı bile etkileyen büyüleyici güç. kendi başlarına boş ve duygusuz görünen bunların tümü, bizler için birtakım anlamlarla doluydular. yüreklerinde bizler bilmeksizin aşkın meşalesini taşıyorlardı.

nasıl olmuştu da şimdiye kadar bunu anlayamamıştı! anıları akla getirmeyen bir orman, dağ başı ya da bir yıkıntının ilgi çekici ne yanı olabilirdi? ve bu anı da bizi mutlu etme gücüne sahip bir kadından başka ne olabilirdi? bir gün batımı yürüyüşü sırasında düşlerimiz o kadını bize geri getirmedikten sonra romantik bir vadinin, tüm yıkıntıların ve birbirinden güzel görünümlerin ne anlamı olabilirdi? doğanın önümüze serdiği birbirinden büyüleyici güzellikler karşısında ruh dünyamızın kendimizden başka birinin varlığını alacak genişlikte olmaması ne acınacak bir durumdu!

güçlük ve tehlike gibi şeylerin tümü o zaman anlamlarını yitirmiş olacaklardı. bu sorunu bir çözüme ulaşamadan uzun süre kafasında evirip çevirmişti. şimdi biliyordu. dağlara duyduğu sevginin içinde ruhunun bir başka dürtüsü gizliydi. eğer bunun böyle olduğunu başka biri önceden kendisine söylemiş olsaydı, kesinlikle kabul etmez ve gülüp geçirdi. belki bilinçsiz bir utanç duygusundan, belki de bilincine vardığı halde, bunu daha önce kendisinin düşünememiş olmasından. ama bu gizemi bilenlere bile denizdeki bir fırtınanın ya da meyhane kapısında asılı bir fenerin kendilerini niye bu kadar etkilediği sorulsa, herhalde yanıtını veremezlerdi. çünkü bu çokbilmişlerin önce aşkı bilmeleri, çağrısına uymaları, acı ve tatlı yanlarını tatmış olmaları gerekirdi. gerisi felsefe kitaplarındaki satırlar gibi boş sözlerdi.

turizm mevsiminde amerika'dan kalkıp gelen kart tavuk sürüleri takıldı birden kafasına. bunların müze ve katedrallerin kapıları önünde gıdaklayarak otobüslerinden inmelerinin bir nedeni var mıydı? bunlar bile bir ülkeden bir ülkeye bir aşk kırıntısı bulma umuduyla mı dolaşıyorlardı acaba? eğer gerçekten böyleyse, yazık oluyordu bu kadınlara.

demek onların duymayan kulaklarına bile aşk hâlâ fısıldıyor, mesajını iletmeye çalışıyordu. altmış, yetmiş, seksen yaşlarında, aklı başında, saygın kadınlardı bunlar. kendilerini dünyanın dört bucağına sürükleyen şeyin ne olduğunu bir bilseler, utançtan tımarhanelik olurlardı. ama yolculukları, bilinçli ya da bilinçsiz, bu amaca yönelik olmasa, evlerinden dışarı adımlarını atmazlardı. o zaman sınırdan sınıra, otelden otele boşuna dolaşmak bir işkence olurdu. ya şiirin evrensel konusuna ne demeli? şiirlerde sevgiyle anılacak bu kadar kır, orman, bahçe, kumsal, ırmak, ağaç, güneş batımı nasıl var oldu? çünkü şairler doğadaki kaçınılmaz çağrıyı başkalarına oranla daha bir kolay algıladılar.

eski kuleler, bulutlar, çağlayanlar, esrarlı türbeler, kayalara çarpıp hıçkıran dalgalar, fırtınanın önünde eğilen dallar, öğle güneşinde yalnızlığa itilmiş park bankları ve daha neler neler.. bunların hepsi sevdiğimiz kadının anısını açık seçik belgeleyen anıtlardır. o kadın ki, bizi yakıp küle dönüştürebilir. dünyada var olan her şey bizi sevdiğimize kavuşturmak için birbiriyle inanılmaz bir biçimde iş birliği yapar.

işte dans ediyor. elbisesi leylak rengi. sık dokunmuş bir kumaş. memelerini karşıdan karşıya sıkıca kavramış. iyice sıkılmış geniş bir kemer belinin inceliğini vurguluyor. dizleri hizasındaki mini eteği kız döndükçe şemsiye gibi açılıyor. ama çaçaça bu ince, güzelim bacaklardan çıkmıyor. arkalarda bir yerden, belkemiğinden. bir afrika masal gecesinin sihirli melteminde nazlı nazlı salınan bataklık sazları gibi kıvrılıp sallanıyor kız. bugünün en yeni müziği denen çaçaça ile. ne yenisi? sırtında yüzyılların ağırlığı var, kulağa ne kadar hafif gelse de. coşkulu olduğu kadar da üzücü. çünkü her gerçek müzik gibi melodisinde geçmişin pişmanlığını ve geleceğin umudunu taşıyor. işte, gerçek şiir de bu değil mi zaten. tek şiir müzik, başka şiir yok!

30.07.2020

müslüman kadınlar

hakan günday

dünyanın en seksi kadınları onlar olmalı: müslüman kadınlar. baksana, o kadar seksi olmalılar ki, her yerlerini kapatıyorlar. yani bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi, diyorlar bize. üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz, demek istiyorlar biz erkeklere. insan, dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? tecavüze uğramaktan korkuyor olmalılar. şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü? yok! belki de müslüman kadınlar, bir çeşit silah gibidir. ölümcül bir silah gibi. o kadar ölümcüller ki, kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. nükleer bombalar gibi. asla ateşlenmiyorlar ama oradalar. yani ortaya bir çıksalar dünyanın sonu olacak. herkes onların kölesi olacak. belki de tutsak alınmış amazonlardır.

görü

özdemir asaf


ne iyi olurdu, herkesin
ben yalan söyleyebilirim
ama sana değil
bir, sen'i olsaydı
ne iyi
şimdi herkesin bir sen'i var
yalan söylediği

29.07.2020

kürt isyanları

sevan nişanyan

kürtler neden isyan eder? 170 yıldan beri türkiye'nin gündeminden düşmeyen bir soru.

ilk önce 1840'larda botan beyi bedirhan bey ile hakkâri emiri nurullah bey ayaklanıp istiklal ilan etmişler. 1879'da şemdinli hakimi seyyid ubeydullah isyan etmiş; iran'ı fethetmesine ramak kalmış. 1909'da milli aşireti, 1913'te hizan, 1920'de koçgiri devlet'e meydan okuyup cezalarını bulmuşlar. 1925'te başlayan şeyh said isyanı, güneydoğunun önemli bir bölümünü etkisi altına alıp bingöl'ün genç kazasında geçici bir hükümet bile kurduktan sonra kontrol altına alınabilmiş. hemen ardından bu kez şemdinli, raman, mutki, sason ve midyat'ta isyanlar çıkmış. 1928'de ağrı dağında binbaşı ihsan nuri bey öncülüğünde kurulan isyancı kürt yönetimi 1930'da bir askeri operasyonla imha edilmiş. 1938'de dersim'de 40.000 sivilin canına mal olan bir harekat sonucunda devlet otoritesi tesis edilmiş.

neden isyan ettikleri bilinmeyen bir konu değil. ilk önce, bölgede yüzlerce yıldan beri hüküm süren özerk yapının "tanzimat" adı altında yıkılıp yerine asker-memur egemenliğinin kurulmasına itiraz etmişler. daha sonra, kaç bin yıllık vatanlarında "yabancı" sayılmayı içlerine sindirememişler. "ermeniler gitti, sıra bize geldi." kaygısı da, 1920 ve 30'lardaki isyanlarda galiba etkili olmuş. 1925'i izleyen mecburi iskân kanunu döneminde pek çokları sırf korku ve çaresizlikten dağa çıkıp, çatapat tüfeğiyle ordulara meydan okumuş.

son dönemde pek çokları için bardağı taşıran damlanın kürtçe kişi ve köy adları meselesi olduğunu, aklı başında birkaç kişiden işittim. çocuğumun adını zorla değiştirseler ben dağa çıkar mıydım? belki cesaret edemezdim, bilmem ama edenlere de bir selam gönderirdim mutlaka. "devletimiz yol yapsa, fabrika yapsa sorun çözülür." tezi bu yüzden bana inandırıcı gelmiyor. insanlar dünyanın hiçbir yerinde, sırf fakir oldukları için isyan etmemişler. "boş oturacağımıza isyan edelim." diyenlere de çok sık rastlanmıyor. buna karşılık onuru çiğnendiği için, hakarete uğradığı için, haksızlık olarak algıladığı şeylere dayanamadığı için bazen -maliyet ve kâr analizi yapmadan- isyan edenler görülmüş.

devletin bunca senedir hiçbir şekilde unutmadığı topraklardır güneydoğu. gittiler seksen sene boyunca mahvettiler adamları. devletin unuttuğu topraklar diye bir şey yok. devletin bilerek, isteyerek, kasıtlı bir şekilde mahvettiği topraklardır oralar. bombaladılar, çökerttiler, sindirdiler ve yapamadılar. hiçbirini yapamadılar! şu anda her şey tamamen tersine dönmüş durumdadır. oradaki türk azınlıklar bölgeyi bırakıp kaçmak kaygısındalar. bölgede kürt halkı ezici bir üstünlüğü ele geçirmiş durumdadır.

birileri eline sopayı almış yüz senedir memleketi sıra dayağından geçirmiş. habire adamlara kimlik üzerinden hakaret ediyor, bizim atalarımız orta asya'dan geldi size koydu; siz zaten adam sayılmazsınız, diliniz yok, kültürünüz yok, tarihiniz yok, ne mutlu yüce ırkımızdan olana, ya seversin ya terk edersin, sus hizaya gel eşek herif o dili konuşma diye girişiyor. şimdi, asgari onur sahibi olan bir insan böyle şeye tahammül edemez. normal olarak hayatta kimlikle mimlikle işi olmayacak biri de olsa hakaret karşısında o kimliğin onurunu sonuna kadar dik tutmak ister. o lafları da allah'ın izniyle o heriflere yedirir. doğrusu budur. bunu yapıyorsa alkışlanır. yapmıyorsa "demek ki hak etmişin." derler.

derdimiz kürtlere bağımsızlık yahut özerklik yahut demokratik bilmem ne değil, hayır. maksat o hakaretleri sahibine yedirmek. kürtlere -ve ermenilere, japonlara, türklere vs.- hakaret edemeyecekleri bir ambiyansı yaratmak. yani derdimiz türkiye meselesi, kürtiye değil. yoksa bana ne kürdistan'dan? iki yılda bir kere diyarbakır'a gideceksem ha pasaportla gitmişim ha pasaportsuz, ne fark eder?

zorbalığa karşı şiddet kullanmak meşrudur ve haktır. gerekirse adam da öldürülür.

bunu topyekün inkâr ettiğin zaman, bir, güçlüye teslim olmayı savunmuş olursun; iki, güçlüye teslim olmayıp bunca zaman savaşanları aşağılamış, aptal yerine koymuş olursun. barış eğer tek ve mutlak toplumsal değer ise, otuz sene dağda o meşakkati boşuna mı çektiler?

devrim

georg büchner

yalnızca suçlular ve sıradan ruhlar kendi saflarında kendi benzerlerinin düşmesini görmekten korkarlar; çünkü artık onları gizleyecek bir suç ortakları sürüsü olmadığında hakikatin ışığına maruz kalacaklardır. mecliste böylesi ruhlar olsa bile kahramanca olanları da var. alçakların sayısı çok değil. sadece birkaç kelleyi uçurursak anavatan kurtulur.

bu toplantıda "kan" sözcüğünü duymaya tahammül edemeyen birkaç hassas kulak varmış gibi görünüyor. bazı genel düşünceler onları doğadan ve zamandan daha acımasız olmadığımıza ikna edebilir. doğa kendi yasalarını sakin sakin ve karşı konulmaz biçimde sürdürür, onlarla çelişen insan yok edilir. havanın bileşenlerindeki bir değişiklik, yerin çekirdeğindeki ateşte bir alevlenme, bir su kütlesinin dengesindeki bir dalgalanma, bir salgın hastalık, volkanik bir patlama, bir taşkın binlerce insanı gömer. sonuç nedir? fiziksel doğada önemsiz, bütün içinde farkına bile varılmayan bir değişiklik arkasında cesetler bırakmasa neredeyse iz bırakmadan geçip gidecektir.

soruyorum şimdi: devriminizdeki ahlaki doğa fiziksel doğadan daha mı özenli olmalı? bir fikir tıpkı bir fizik yasası gibi kendisine karşı koyanı yok etmemeli mi? ahlaki doğanın tüm şeklini, yani insanlığı değiştiren bir olay kanla gerçekleşmemeli mi? dünya tini tıpkı fiziksel alanda volkanları ya da selleri kullandığı ibi düşünsel alanda da kollarımızı kullanır. bir salgın hastalık ya da bir devrim yüzünden ölmelerinin ne önemi var? insanlığın adımları yavaştır, her biri yüzyıllarla sayılabilir ancak, her birinin arkasında kuşakların mezarları vardır. en basit buluşlara ve ilkelere ulaşmak bu yolda sona eren milyonlarca hayata mal olmuştur. tarihin akışının hızlandığı bir dönemde daha fazla insanın soluğunun kesilmesi çok sıradan değil midir?

hızlı ve basit bir sonuca varalım: herkes eşit koşullarda yaratıldığı için doğanın oluşturduğu farklılıklar dışında herkes eşittir. bu yüzden herkesin önceliği olabilir ve hiç kimsenin ayrıcalığı olamaz, ne bir bireyin ne de küçük ya da büyük bir bireyler topluluğunun. gerçekliğe uygulanmış bu ilkenin her bir unsuru kendi insanlarını öldürmüştür. devrim ırmağının her yatakta, her yeni kıvrımda dışarıya cesetler fırlatmasında şaşılacak ne var?

devrim pelias'ın kızları gibidir, insanlığı gençleştirmek için onu parçalar. insanlık ilk kez yaratılıyormuşçasına tufan dalgalarından yükselen yeryüzü gibi kan göllerinden asıl güçlü organlarıyla yükselecek.

28.07.2020

dost ölüm

bilge karasu

öleceğimizi bilmeliydik. bileti üç saat önce aldım. durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım. her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak, sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile, ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek. dost, ölümdedir. bileti birkaç saat önce aldım. ama dünden beri, aldığımı söylüyordum. ölüm gerek bana. varsınlar evlensinler. ölümü ararım ben. ayrılık öncesi aksar her zaman. boş boş bakılır dolu gözlerin içine. sırıtılır, el sıkışılır, sigara içilir. üst üste. aynı şeyi yapar dururuz, aynı hareketi, aynıyı yenilemektir elimizden gelen. iki saat önce yabancılar karıştı aramıza, tren kalkıncaya değin ayrılmadılar. onlar ayrılmadı, onlar kaldı, ben gittim. yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık. sırıtıldı, el sıkışıldı, sigara içildi. tiksindim. ayrılmadık, ayırdılar. hepsi sevinç içindeydi. kimse kimseyi kıskanmıyordu. ben kıskandım. bahar havasında vagonların penceresi açılır. içeriye ölüm esiyor. yenisi, yenilenecek olanı. baharın mavisinde ölmeliyim.

27.07.2020

eski zamanlarda bir adamın idealleri

bertolt brecht

herkes ne yapacağını şaşırdığında soğukkanlılığını korumak; bizden herkes kuşkuya düştüğünde kendimize olan güvenimizi sarsmamak; ama onların kuşkulanmalarına da karşı çıkmamak; beklemeyi bilmek ve beklemekten yorulmamak; bu konuda söylenen yalanları dinlemek ama yalanlara katılmamak; ya da nefret edilmek ama bu nefreti haklı kılacak biçimde davranmamak ve çok iyi görünüp çok bilgece konuşmamak; düşleyebilmek ama düşlerin tutsağı olmamak; düşünebilmek ama düşünceleri ereğe dönüştürmemek; yenginin ve yenilginin karşısına çıkmak ama bu iki yalancıya da aynı biçimde davranabilmek; söylediğimiz gerçeğin, her söylenene kolayca inananlara tuzak kurulması amacıyla alçakların ağzında değişmesine dayanabilmek; uğruna yaşamımızı adadığımız şeylerin parçalandığını gördükten sonra eğilip parçaları toplayabilmek ve onları kullanılmış aletlerle onarabilmek; tüm kazançları bir yığın yaptıktan sonra, bir çırpıda tehlikeye atabilmek; yitirmek, hep baştan başlayabilmek ve yitirilen üzerine tek sözcük söylememek.

26.07.2020

soneler

metin altıok


sevgilim bak, geçip gidiyor zaman
aşındırarak bütün güzel duyguları
bir yarım umuttur elimizde kalan
göğüslemek için karanlık yarınları
ağzımda ağzının silinmez ılık tadı
damağımda kösnüyle gezinirken
yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı
dışarda rüzgar acıyla inilderken
unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri
seninle bir döşekte sevişirken bile
düşünüyorum hüzünlü genç anneleri
çarşılarda, pazarda ellerinde file

bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka
bir şey yok paylaşacak acıdan başka

nasıl bir acıdır bu bir düşün
yüreğimin yumruk kadar çaresizliği
sığlığı alışılmış bir günün
gecenin karanlık belirsizliği
yarın, yarın ve yine yarın
hep bugün olan aynı yarınlar
düş kırıklığı gibi kötü gelen zarın
varımı yoğumu elimden alırlar
ve ben dönüp yine sana gelirim
elimde somun, gözlerimde mıh
işte bugün de kaybettim derim
aklımda dimdik duran bir çarmıh

güler yüzle karşılama beni sakın
güzel sonuma bırak ölümüm yakın

bu uydu çağında çaresizliği gördüm
sinekler konarken insan yüzlerine
hastane kapılarında ağıtlar duydum
gözü yaşlı kadınlar vururken dizlerine
soğuk kış günleri karla kaplı yollarda
gördüm bata çıka yürüyenleri
iple dikilmiş yırtık lastik ayaklarında
yaka bağır açık bir ceketti giydikleri
ve akşamla birlikte gelirdi odama alkol
sobada yanarken kuru meşe odunu
iç dostum derdi beni, iç ve yok ol
silerdi içimdeki utanç duygusunu

acının dudakları varsın benimle solsun
kapım açık her ölüme nasıl olursa olsun

bende vardı, ama ben yıllar yılı
bende olanı hep sizde de aradım
biraz ürkek, biraz suçlu, kaygılı
yüreğinizi sezdirmeden yokladım
dem çekse bir güvercin karşı çatıda
sizdekini arardım bırakıp bendekini
böyle böyle gördüm işte sonunda
bir yılanın deri değiştirmesini
insanın talihsiz oyunudur bu
yıkımı yine kendi elinden olur
engelleyemez paylaşmak duygusunu
gün gelir yorulur, kendini de unutur

"ben buraya bebe hakkı için geldimdi"
ben kimdim unuttum, bebeler kimdi

beraberken kıymetini bilemedimdi
elim ayağımdın sanki, zora koştuğum
bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi
kaybetmekten deli gibi korktuğum
bir kum saatiyim sensiz geceden gündüze
altı durmadan üstüne getirilen
bu nasıl zaman ki çakılıp kalmış güze
doğmamış çocukları evlatlık verilen
işte böyledir gülüm bazı şeylerin
hiç hissedilmez varlıkları ama
yoklukları bir uçurum kadar derin
baş döndürür kıyısında nasıl da

ey bir hüznü büyüten solgun anne
sen de düşün benden sana kalan ne

sen ey kendine bölünen, gel beni dinle
kurtulmak için benliğini saran kederden
bir terminal büfesi ol yüreğinle
ve açık tut gece gündüz demeden
hesaplaş yüz yüze karşılıklı ölümle
vakitli vakitsiz seyret gelip gidenleri
gurbetle sılayı birbirine düğümle
bir gözün ağlarken varsın gülsün diğeri
sen ki banarsın altın suyuna
yıllardır bir ziynet gibi kendini
bırak lağım karışsın bundan sonra kuyuna
biraz da pislikle sına erdemini

hasrete, açlığa, yokluğa dokun
bakalım o zaman neye benzeyecek kokun

başımda siyah şapka, elimde çiçek
bekliyordum ikide bir saatime bakarak
yüreğim dalından düştü düşecek
çıplak bir ağaçta sanki tek yaprak
derken sen geldin bir sis içinden
serildi dürülüm, dolaşığım çözüldü
bir mavilik yayıldı etrafa gözlerinden
yalnızlığım çaresiz bir köşeye büzüldü
ne ben bekledim oysa ne de sen geldin
gerçekleşmedi henüz söz ettiğim buluşma
çünkü sen benim hak edilmiş ecelimsin
nasibim olacak ömrümün sonunda

herkes kendince göçer bu yeryüzünden
kimse pay çıkarmasın başkasının ölümünden

neden diyorum kendi kendime hep;
üstelik param da varken ve tokken karnım,
acaba nedir duymama sebep
gülmek eğlenmek isterken canım,
iğneden geçirip ebruli bir ipliği
ucunu düğümler gibi birden,
duyuvermem içimde o kekre garipliği
rengi değişmiş ter ve kirden.
neden, neden diyorum ama;
ekmek almaya gönderen çocuğunu,
dul bir kadın geliyor aklıma
ve ben bilmiyorum o kadının kim olduğunu.
demek ki benim içimde bir ben daha var;
hem ben olan, hem siz, hem onlar.

anılar geliyor bazen ister istemez akla
burnumdadır kokusu cumbalı evimizin
taş sektiriyorduk büyük bir mutlulukla
çalkantısız yüzünde dupduru bir denizin
metal paralar sektiren biri vardı aramızda
bir testere ağzı olurdu onu görünce sular
yaylanıp parayı çalımla savurunca
kanardı denizin sırtına açılan yaralar
tadarak güzelliğini türkçenin kana kana
taşlarımız sözcükler oldu şimdi irili ufaklı
söz sektiriyoruz artık kimimiz imgeden yana
kimimiz kılavuz etmiş kendine aklı

denizde para sektirenler ortalardadır hâlâ
ben diyorum henüz erken, vakit gelmedi daha

öyle bir taş yapı ki yoğrulmuş nakışla
onun yüzü bir selçuklu kapısıdır yumuşacık
hiç girmedim içine yetindim salt bakışla
öpüp geçtim önünden bazen de usulcacık
çünkü benim yüreğim bilirim cehennemdi
onunsa gül bahçesi hoş kokulu, rengarenk
yoktu bu cihanda bence eşi menendi
hem insan yaşar mı sevdiğine zarar vererek
o dedi ki bana boşuna kandırma kendini
umurumda değil aslında gül bahçem benim
koruyorsun sen kendi cehennemini
alevinle gel varsın kül olsun bedenim

düşlerimde şimdi kıpkızıl cehennem gülleri
soğuyup buz kestim bense, gövdem zemheri

ister sevgili, ister dost olsun
ayrılmak saati gelip çattı mı, sakın gizleme
sen omuzdan kesilmiş bir çaresiz kolsun
eskiye de boşver onu da eşeleme
ne iyiydik'ler, yine görüşürüz'ler
dikenli tel gibi takılmasın boğazına
biliyorsun bu sözler inandırıcı değiller
çoğaltmadan katlan acının en azına
bekleme aracın kalkmasını, ayrılıklar götürü
karış telaşlı bir kalabalığın içine
yürü ardına bakmadan, durmadan yürü
yeni aşkların, yeni dostlukların geleceğine

alıştır kendini her şey biter ve gömülür
"ve nice yazlardan sonra kuğu da ölür."

hangi baş güzeldir bir kafatasından
o bembeyaz yontudan eti soyulmuş
bir kuytu loşluk yayılır göz çukurlarından
ki bütün kötülüklerden soyunmuş
ne güzel durur bir konsolun üstünde
sessiz, vakur ve yaşamış ölümünü
konuşmayan yine de hiç hayatı üstüne
ne övünür, ne yerinir, deyip kesmiş sözünü
ben de isterdim kafatasım alsın yerini
bir kitaplıkta şiir kitapları arasında
biri anlasın ürkmeden onun güzelliğini
bir karanfil iliştirsin ara sıra ağzına

desin ki; iyi veya kötü bu baş da yaşadı
sevdi sevildi, ömrünü bir top kemikle noktaladı

birbirine benzer bütün ara istasyonlar
sarıya boyanmış yapılar arasında
yutkunup duran huzursuz ağaçlar
ve paslı bir hüzün bulaşığı her yanda
katardan ayrılmış yük vagonları
yorgun beygirler gibidir raylar üzerinde
uzaklardan sürekli köpek havlamaları
karışır bir trenin isli düdük sesine
bir adam dolaşıp durur kendine konuşarak
bekler belki de bir posta trenini
içinde bir deniz kayalara vurarak
parçalar hışımla kendi kendini

ara sıra giderim o küçük istasyonlara
ağzımdan dilsiz bir çığlık karışır rüzgarlara

aklım yitirdi o parlak yalımını
hoş çok az güvenirdim ben ona zaten
gözlerim görmez oldu uzağı yakını
başladı sulanmaya okur yazarken
kendime yakıştırmalıyım yaşlılığı
iki gözlük kullanıyorum artık
yaşıyorum çift başlı saçmalığı
yorgun bir yürekle ölesiye aşık
yüreğim benim, yüreğim, yüreğim
cesur ol ve yüreklendir beni
ki ona kanatlı sözler söyleyeyim
olgun bir elma gibi sunayım seni

sevda demişler buna zaman dinlemez
erken ya da geç gelir, bazen hiç gelmez

bir ters iki yüz dizlerinin üstünde
şimdi sen çaresiz mutsuzluklar örersin
bir usanç büyütürsün göğsünde
kilitlenmiş talihine elbet küsersin
çünkü mürai bir kandil akşamı gibi
günlerin sonu hep pişmanlık getirir
yosun tutar umudun nazlı dibi
içindeki hevesi başlamadan bitirir
anlayamazsın nerde yanlış yaptığını
elindeki pelteleşmiş anahtar
döndürür durmadan kendi sapını
ömründe kapanmaz derin girdaplar açar

sen gel bu oyunun kuralını değiştir
mutsuzluk ceza değil ehven bir iştir

gözünde kısık bir kar gözlüğüyle
önlemle bakıyor dünyaya herkes
yüreğinin zorunlu kör düğümüyle
sevgisine olabildiğince nekes
oysa şimdi yatağında yalınayak
bir akarsu denize koşmaktadır
umudun işlek kenar süsü olarak
kendini özlemle çoğaltmaktadır
elde değil biliyorum hak vermemek
kıstırılmış bu ezik insanlara
buz üstünde düşe kalka yürümek
izin vermiyor ne yazık coşkulara

ama sen yine de kendini sınırlı tutma
sevgilim, akarsuları sakın unutma

istersen ayıpla beni, istersen bağışla
bilmem ne yapardım sen olmasan
sen ki keyif getiren yalnızlığıma
incecik bir kadınsın çamaşır asan
beni tılsımıyla bozgunlardan koruyan
ömrüme asılı ışıldayan nazarlık
seni kösnüyle düşündüğüm zaman
içimde fışnayıp köpüklenen sıcaklık
yayılırdın atlasında ürpererek tenimin
ürkek ve narin kuş ayaklarıyla
örgüsü gibi kanayan bir kilimin
yüzümü al basan akışkan nakışlarıyla

hangi suç taşır cezasını yanında
o suç ki insanın tenini yadsımasında

kuşkuyla morarırken önlerinde günleri
dünleri yamru yumru kararır arkalarında
şu vurdumduymaz uzun ömür düşkünleri
pıtrak gibidir zamanın saydam kumaşında
uzun ömre böylesine düşkün olanlar
daha fazla kötülükse görmek istedikleri
hele bir dönüp geçmişlerine baksınlar,
kaç bin yıllık çamurdur kişilikleri
korkunç gelmiyor bana hiç ölüm düşüncesi
bir ömrün hak edilmiş hasatıysa eğer
yaşamın o devingen yenilenme hevesi
erken bir ölüme bence her zaman değer

ben bir ejderin parlak pulum sırtında
birim düşer yerine birim çıkar sırasında

engel tanımaz saraylara bile girer acı
solgun bir oteldir yine de meskeni
üreyip zenginleşmektir çünkü onun amacı
çatlak aynalardan alır kendine gerekeni
özümler titizlikle aşkı da sevgiyi de
göz göz odalarıyla acının otel peteği
ürpertiyle geçen o pıhtı gecelerinde
konuk etmiştir kim bilir kaç kırık yüreği
otel ki, ebruli bir gurbet kamaştırır
sürme çeker yalnızlığın şehla gözlerine
insanı seçsin diye ölümlerle tanıştırır
uyuşuk bir zamanın seğiren derisinde

ey otel; ülkemin ta kendisisin sen benim
bazen seni küçültmek için otellere giderim

iki türlü acı var, biri güncelden doğar
acıdır günbegün kararan gazete haberleri
insanı çözümsüzlüğün acziyle boğar
içine kanatır sessizce umurlu yürekleri
bu acı her zaman umut taşır yedeğinde
tutunur var gücüyle zamanın akışına
ikincisi nakıştır duygunun gergefinde
kök salmış özümüzün karmaşık kumaşına
insanın önüne geçilmez o kavrama isteği
acıya dönüşür doğanın dipsiz giziyle
hem odur hem de değil bir kuşun teleği
işleviyle çakışan kusursuz biçimiyle

hiçbir şeyi tam anlayamaz bilinç dediğin
acıyla tümlenir ancak türsel eksikliğin

düşünde görmüş beni doğurmazdan önce
mahallemizdeki çeşmenin yalağında
suyun dibinde yatıyormuşum öylece
hayıra yormuş annem bu düşü uyandığında
"sonra bir gün gerçekten doğurdum seni
yalakta gördüğüm o çocuk gibiydin."
diye anlatırdı titreterek sesini
"tuhaf ama sen bana önceden gösterildin."
işte bu gizemli düş-gerçek yüzünden
evlere taşınan sevecen bir suyun
çalkalanıp göz göz olmuş künhünden
el almış yüreğimle ben her evin oğluyum

akıl seçiklikle gösterse de yokuşu düzü
bazen belirsizliklerdir yönlendiren ömrümüzü

kendine yöneliktir sevda dediğin
sevgili onu var etmeye yarar ancak
açılır üstünde tensel isteğin
kılıfında bunalan bu tinsel sancak
sense ta derinden bütün benliğinle
hazırsındır birine adamaya ömrünü
sevdayla buğulanmış gözlerinle
görmezsin aynaların sana güldüğünü
ama diner zamanla içindeki fırtına
toz duman dağılır durulur ortalık
bakamazsın bile artık suratına
bir hiçtir sevgilim sandığın alık.

gönlümdeki sevda seli taştan taşa atladı
ne kadınlar sevdim de haberleri bile olmadı

birdenbire olur, beklenmedik zamanda
içinde belirsiz bir şey sezersin
yüreğinin yankılanan tınısında
bir şeydir de ne olduğunu bilmezsin
ne hüzündür, ne kederdir, ne acı;
yalnızca kendisidir, kendine benzer
şöyle bir yoklamaktır sanki amacı
karıştırıp aklını geldiği gibi gider
ama ben inatla tetik durup bekledim
biraz daha bildim ki her seferinde
içimde bir taraz gibi sezinlediğim
hiçlikti özümün duygusal çeperinde

işte ben yıllar yılı yarı ölü yarı diri
o hiçliğe yazdım bunca harlı şiiri

durup geçmişe baktım hüzünle bugün
bir otele iner gibi kendime indim
kunt acılarla incinmiş ve ölgün
sağnaklardan geçtim de sonunda dindim
yıllardır unutulmuş suskun varlığı
kanepenin altından bir cam bilye
ve bir ilk öpüşün gizemli sıcaklığı
seslendiler derinden bizi de an diye
nedir ki zaten geçmiş dediğimiz
içinde közler bulunan külden başka
zaman zaman ürperip eşelendiğimiz
gereksinim duydukça sevgiye ve aşka

geçerek dününün puslu kapısından
geçmişle kurtulur insan dağdağasından

bir iblisim, bir meleğim var benim
aşk ve şiirdir gizli değil adları
bazen iblisim melekleşir, iblisleşir meleğim
dilimde dolaşır acı zakkum tatları
titrerim bir hullalı gibi
ateşler içinde seğirir derim
budur bütün şairlerin nasibi
günlerce kan kusar, kan terlerim
bir iblisle bir melek arasında
sarsalarım sanrılı bir yaşamı
hasta bir gerçeğin başında
duyarım boz bir yılan olan acımı

işte budur sonelerin son sözü
sımsıkı tutmak avucunda bir közü

25.07.2020

hayal

victor hugo

bizim etten gözlerimiz, başkalarının vicdanının içine girebilecek güçte olsaydı, bir insan hakkında, onun düşündüklerinden çok hayal ettiklerine bakarak çok daha sağlam bir şekilde hüküm verebilirdik. düşüncede irade vardır, hayalde yoktur. tamamen kendiliğinden olan hayal, devasalığı, idealliği içinde bile ruhumuzun çehresini alır ve bunu aynen korur. kaderin ihtişamlı güzelliklerine doğru uzanan enine boyuna düşünülmemiş, ölçüsüz özleyişler kadar ruhumuzun en derin köşesinden doğruca ve samimiyetle çıkan başka bir şey daha yoktur. mantıklı bir şekilde tertiplenmiş, muhakeme edilmiş, düzene sokulmuş fikirlerden çok daha fazla bu özleyişlerde bulabiliriz her insanın hakiki karakterini. ham hayallerimiz bize en çok benzeyen şeylerdir. herkes bilinmeyeni ve imkansızı kendi tabiatına göre hayal eder.