31.07.2020
uzun lafın kısası
vatan
emile souvestre
belki de kendi ülkenizin ne olduğunu hiç düşünmediniz. çevrenizi saran her şeydir. sizleri yetiştirmiş, beslemiş olan, sevmiş olduğunuz her şey -gördüğünüz şu tarlalar, şu evler, şu ağaçlar, gülerek yanınızdan geçip giden şu kızlar, ülkeniz bunlar işte. sizi koruyan yasalar, emeğiniz karşılığında kazandığınız ekmek, söylediğiniz sözler, halkımızdan ve arasında yaşadığınız şeylerden size gelen sevinç ve acı, ülkeniz bu işte! bir vakitler annenizi gördüğünüz küçücük oda, onun size bıraktığı anılar, artık altında dinlendiği toprak, ülkeniz bu işte. onu her yerde görüyor, havasını soluyorsunuz. haklarınızın ve görevlerinizin, sevgilerinizin ve gereksinimlerinizin, anılarınızın ve şükranlarınızın bir hesabını yapın, hepsini aynı ad altında toplayın, o ad vatanınızın adıdır.
tembellik
esrar
gerard de nerval
esrar, insanı tanrıya eşit kılıyor. su içenler, var olan şeylerin sadece kaba ve maddi görüşünü bilebilirler. bedenimizdeki gözleri bulandıran sarhoşluk, ruhun gözlerini aydınlatır. sefil zindancısından sıyrılan zihin, anahtarları hücrenin kapısında unutarak uyuyakalmış gardiyanın hapishanesinden kaçan mahpus gibi sıvışır; sonsuz alanlarda ve aydınlıklar içinde kıvançla dolaşıp durur, rastladığı tanıdık cinlerle konuşur ve onların ansızın yaptığı büyüleyici açıklamalarla gözü kamaşır. hafif bir kanat çırpmayla, dile getirilmez mutlulukların göklerinde uçar ve bu duyumlar öylesine hızla art arda gelir ki, her şey, ebediyet gibi görünen bir an içinde gerçekleşir.
koşma
karacaoğlan
nedendir de kömür gözlüm nedendir
şu benim geceki uyumadığım
yaman derler ayrılığın derdini
ayrılık derdine doyamadığım
yârin bahçesine yâd iller dolmuş
gülünü koklarken fidanın kırmış
şunda bir kötünün koynuna girmiş
şu benim sevmeye kıyamadığım
kömür gözlüm seni sevdim sakındım
has bahçene indim güller sokundum
bilmiyorum gönlüne mi dokundum
bir belli haberin alamadığım
karac'oğlan der ki yandım ben öldüm
her bir kötülüğü kendimde buldum
dolanıp da kavil yerine geldim
kavil yerlerinde bulamadığım
pasta
joe hill
uzun saçlı vaizler her gece dışarı çıkıyor
size neyin yanlış neyin doğru olduğunu söylüyor
fakat onlardan yiyecek bir şey istediğinizde
sizi çok tatlı bir sesle yanıtlıyorlar:
"yiyeceksin, güle güle
gökyüzünün üzerindeki o muhteşem yerde
çalış ve dua et, samanlıkta yaşa
öldüğün zaman, seni bekliyor gökyüzünde bir pasta
yaşamak
guy de maupassant
hiçbir engel olmaksızın, kaygısız, işsiz ve hatta yarını bile düşünmeye gerek görmeden özgürce yaşamak. keyfinizden başka bir kılavuza, gözlerinizden başka bir öğüt verene gereksinim duymadan, hoşlandığınız yolu tutup gidersiniz. durursunuz; çünkü bir dere sizi çekmiştir. çünkü, bir hanın kapısının önünde kızarmış patateslerin kokusu burnunuza gelmiştir. bazen, bir çiçeğin kokusu ya da bir handa çalışan bir kızın anlamlı ve ürkek bakışı size bu kararı verdirir. bu köy güzellerine karşı kesinlikle ilgisiz kalamazsınız ve onları hor göremezsiniz. o kızların bir ruhları ve hisleri olduğu gibi, gergin yanakları ve taze dudakları da vardır. onların sert ve kaba öpücükleri, ham bir meyve gibi kütür kütür ve lezzetlidir. nereden gelirse gelsin, aşk onlar için her zaman değerlidir. ortaya çıktığınız zaman çarpan bir kalp, ayrılıp gideceğiniz zaman da ağlayan gözler bulursunuz. bütün bunlar, o kadar nadir, o kadar tatlı, o kadar değerlidir ki, bunları kesinlikle basit ve önemsiz görmemek gerekir.
ben, bahar çiçekleriyle dolu çukurlarda, ineklerin uyumakta olduğu ahırların arkasında ve günün sıcaklığı dolayısıyla ılıklığını hâlâ koruyan samanlıkların otları üzerinde verilmiş nice randevular bilirim. o kabalıkları içinde, güzel ve olgun kadınların verdiği ince zevklerden daha nazik olan o çekingen ve içten okşayışların anısını hâlâ içimde taşırım. ama bütün bu macera yarışlarında özellikle sevilen şey; kır hayatı, ormanlar, güneşin doğuşu, alaca karanlıklar ve mehtaplardır. bütün bunlar, ressamlar için, yeryüzüyle birlikte yapılan balayı yolculuklarıdır. o uzun buluşma zamanlarında, insan doğayla baş başa yalnız kalmaktadır. papatyalar ve gelincikler içinde, bir çayırda yatılır ve güneş ışığı altında gözler açıldığı zaman, uzakta, öğle vaktini haber veren sivri çan kulesi ile küçücük köye doğru bakılır. saç gibi kıvrılmış narin, uzun ve hayat fışkıran otlar arasında, bir meşe ağacının dibindeki bir kaynak kenarında oturulur. diz çökülür, kaynağın üzerine doğru eğilip, insanın bıyığını ve burnunu ıslatan o soğuk ve berrak sudan içilir. o su, sanki, dudak dudağa öpüşülüyormuş gibi, iç açıcı bir zevkle içilir. bazen, bu güzel su yolları boyunca kuytu bir yere rastlandı mı, burada çırılçıplak sulara dalınır ve insan, haz verici bir okşama gibi, tepeden tırnağa kadar, bütün bedeninde hafif ve zevkli bir ürperme hisseder. tepenin üzerinde neşe, küçük göl kenarında ise hüzün hissedilir ve güneşin, kanlı bulutların oluşturduğu bir okyanus içinde boğulduğu, derelerde kızıl yansımalar meydana getirdiği anlarda coşulur. hele akşam olup da ay gökyüzünde belirdi mi, gündüzün yakıcı aydınlığında akla gelmeyen her türlü garip şeyler düşünülür.
yazmak
charles bukowski
insanı yazmaktan alıkoyabilecek tek şey kendisidir. yazma isteğini gerçekten duyan kişi mutlaka yazar. reddedilme ve aşağılanma onu güçlendirir sadece. ve engellenişi ne kadar uzun sürerse o kadar güçlenir, barajda yükselen su gibi.
yazmakla kaybedilecek hiçbir şey yoktur; uyurken parmaklarınızı güldürür; insanı kaplan gibi yürütür, gözlerini ateşleyip ölümle yüz yüze getirir. bir savaşçı gibi ölür, cehenneme şeref konuğu olursunuz. sözün kuman. oyna, çevir çarkı. karanlıktaki palyaço ol. gülünçtür. gülünçtür. yeni bir dize daha.
bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir, norman. ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse. yazarlar sadece kendi boklarını koklamaktan hoşlanırlar.
ölümü düşünmeyi başka yazarları düşünmeye yeğlerim. çok daha memnuniyet vericidir.
daktilo çamurda yürümektir. bilgisayar buz pateni. göz kamaştırıcı bir patlamadır. içinizde bir şey yoksa bunların önemi yoktur elbette. sonra o düzeltme olanakları, temizlik. lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. ilkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için. böylesi, zafere ve kurtuluşa tek koşu.
yazmanın yapması gereken ilk şey kıçını kurtarmak olmalı. bunu yapıyorsa kendiliğinden lezzetli ve eğlendirici olur zaten.
sabahın altısında ayakta yazan birinin mizah duygusu olamaz. bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışıyordur.
aşk
dino buzzati
güneş henüz ortaya çıkmamıştı. sis ve nemden oluşan bir perdenin ardında hâlâ bekliyordu. sonsuz kırlar da hâlâ gecenin serinliğini taşıyorlardı. kilometre kadranının küçük, beyaz göstergesi sinirli zıplamalarla hız artırdıkça, soğuk hava buz gibi elini ensesinde dolaştırıyordu. sonra tuhaf bir duyguya kapıldı. yol boyunca iki yana sıralanmış kavaklar ona bir şey söylemek istiyorlardı sanki. nasılsa, konuşmaya hazırlanan insanların havasına bürünmüşlerdi.
kendisi aşka doğru uçuyordu. ama ağaçlar da öyle değil mi? kök saldıkları tarlaların bitiminden kopmuş, kendisiyle birlikte nereye koşturuyorlardı acaba? onları da sürükleyen kendilerinden daha güçlü bir şey değil miydi? her birinin kendine özgü tipi, biçimi ve değişik yapısı vardı. hem de öyle çoktular ki!.. yüzlerce, binlerce, göze sığmayacak kadar. ama onları da bu kasırganın içine sürükleyen yine aynı güçtü. işte, sonsuz kırların tüm kavakları da onunla birlikte kanatlanmış uçuyorlardı. bu bir sürükleniş mi ya da kaderden kaçış mıydı?
günün bu soyutlanmış saatlerinde önünde bomboş uzanan ıssız yolda hızla hedefine yaklaşıyordu. ortalıkta kimsecikler yoktu. sanki ondan başka herkes dünyanın bu köşesini unutmuştu. ama orada, yolun sonunda o vardı. ağaçlardan oluşan son perde kalktığında onu görecekti. hâlâ uyuyor olmalıydı. herhalde birbirine kavuşturduğu ellerini bacakları arasına sokmuş ve başını da yastığa gömmüştü. panjurun aralıklarından gün ışığı odaya süzülerek hareketsiz yatan kızın simsiyah saç demetini aydınlatıyordu. yatakta yalnız mıydı acaba? sonra hem ondan kaçarcasına ufuklara doğru koşturup uzaklaşan hem de onu karşılamak istercesine üstüne üstüne geliyor görünen ve ardından sisler arasında gözden silinen kavakların kendisine ne söyleyeceklerini anladı.
şimdi bu gizemi çözmüştü. çok basit bir gizem: aşk. bu ölümlü dünyada var olan her şeyi saran o esrarlı duygu. ormanları, yaylaları, dağları, ırmakları, denizleri, vadileri, bozkırları, hatta hatta kentleri, sarayları, taşları, daha öteye gökyüzünü, gün batışlarını, fırtınaları, artı karları, geceyi, yıldızları, rüzgârı bile etkileyen büyüleyici güç. kendi başlarına boş ve duygusuz görünen bunların tümü, bizler için birtakım anlamlarla doluydular. yüreklerinde bizler bilmeksizin aşkın meşalesini taşıyorlardı.
nasıl olmuştu da şimdiye kadar bunu anlayamamıştı! anıları akla getirmeyen bir orman, dağ başı ya da bir yıkıntının ilgi çekici ne yanı olabilirdi? ve bu anı da bizi mutlu etme gücüne sahip bir kadından başka ne olabilirdi? bir gün batımı yürüyüşü sırasında düşlerimiz o kadını bize geri getirmedikten sonra romantik bir vadinin, tüm yıkıntıların ve birbirinden güzel görünümlerin ne anlamı olabilirdi? doğanın önümüze serdiği birbirinden büyüleyici güzellikler karşısında ruh dünyamızın kendimizden başka birinin varlığını alacak genişlikte olmaması ne acınacak bir durumdu!
güçlük ve tehlike gibi şeylerin tümü o zaman anlamlarını yitirmiş olacaklardı. bu sorunu bir çözüme ulaşamadan uzun süre kafasında evirip çevirmişti. şimdi biliyordu. dağlara duyduğu sevginin içinde ruhunun bir başka dürtüsü gizliydi. eğer bunun böyle olduğunu başka biri önceden kendisine söylemiş olsaydı, kesinlikle kabul etmez ve gülüp geçirdi. belki bilinçsiz bir utanç duygusundan, belki de bilincine vardığı halde, bunu daha önce kendisinin düşünememiş olmasından. ama bu gizemi bilenlere bile denizdeki bir fırtınanın ya da meyhane kapısında asılı bir fenerin kendilerini niye bu kadar etkilediği sorulsa, herhalde yanıtını veremezlerdi. çünkü bu çokbilmişlerin önce aşkı bilmeleri, çağrısına uymaları, acı ve tatlı yanlarını tatmış olmaları gerekirdi. gerisi felsefe kitaplarındaki satırlar gibi boş sözlerdi.
turizm mevsiminde amerika'dan kalkıp gelen kart tavuk sürüleri takıldı birden kafasına. bunların müze ve katedrallerin kapıları önünde gıdaklayarak otobüslerinden inmelerinin bir nedeni var mıydı? bunlar bile bir ülkeden bir ülkeye bir aşk kırıntısı bulma umuduyla mı dolaşıyorlardı acaba? eğer gerçekten böyleyse, yazık oluyordu bu kadınlara.
demek onların duymayan kulaklarına bile aşk hâlâ fısıldıyor, mesajını iletmeye çalışıyordu. altmış, yetmiş, seksen yaşlarında, aklı başında, saygın kadınlardı bunlar. kendilerini dünyanın dört bucağına sürükleyen şeyin ne olduğunu bir bilseler, utançtan tımarhanelik olurlardı. ama yolculukları, bilinçli ya da bilinçsiz, bu amaca yönelik olmasa, evlerinden dışarı adımlarını atmazlardı. o zaman sınırdan sınıra, otelden otele boşuna dolaşmak bir işkence olurdu. ya şiirin evrensel konusuna ne demeli? şiirlerde sevgiyle anılacak bu kadar kır, orman, bahçe, kumsal, ırmak, ağaç, güneş batımı nasıl var oldu? çünkü şairler doğadaki kaçınılmaz çağrıyı başkalarına oranla daha bir kolay algıladılar.
eski kuleler, bulutlar, çağlayanlar, esrarlı türbeler, kayalara çarpıp hıçkıran dalgalar, fırtınanın önünde eğilen dallar, öğle güneşinde yalnızlığa itilmiş park bankları ve daha neler neler.. bunların hepsi sevdiğimiz kadının anısını açık seçik belgeleyen anıtlardır. o kadın ki, bizi yakıp küle dönüştürebilir. dünyada var olan her şey bizi sevdiğimize kavuşturmak için birbiriyle inanılmaz bir biçimde iş birliği yapar.
işte dans ediyor. elbisesi leylak rengi. sık dokunmuş bir kumaş. memelerini karşıdan karşıya sıkıca kavramış. iyice sıkılmış geniş bir kemer belinin inceliğini vurguluyor. dizleri hizasındaki mini eteği kız döndükçe şemsiye gibi açılıyor. ama çaçaça bu ince, güzelim bacaklardan çıkmıyor. arkalarda bir yerden, belkemiğinden. bir afrika masal gecesinin sihirli melteminde nazlı nazlı salınan bataklık sazları gibi kıvrılıp sallanıyor kız. bugünün en yeni müziği denen çaçaça ile. ne yenisi? sırtında yüzyılların ağırlığı var, kulağa ne kadar hafif gelse de. coşkulu olduğu kadar da üzücü. çünkü her gerçek müzik gibi melodisinde geçmişin pişmanlığını ve geleceğin umudunu taşıyor. işte, gerçek şiir de bu değil mi zaten. tek şiir müzik, başka şiir yok!
30.07.2020
müslüman kadınlar
dünyanın en seksi kadınları onlar olmalı: müslüman kadınlar. baksana, o kadar seksi olmalılar ki, her yerlerini kapatıyorlar. yani bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi, diyorlar bize. üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz, demek istiyorlar biz erkeklere. insan, dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? tecavüze uğramaktan korkuyor olmalılar. şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü? yok! belki de müslüman kadınlar, bir çeşit silah gibidir. ölümcül bir silah gibi. o kadar ölümcüller ki, kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. nükleer bombalar gibi. asla ateşlenmiyorlar ama oradalar. yani ortaya bir çıksalar dünyanın sonu olacak. herkes onların kölesi olacak. belki de tutsak alınmış amazonlardır.
görü
özdemir asaf
29.07.2020
kürt isyanları
sevan nişanyan
kürtler neden isyan eder? 170 yıldan beri türkiye'nin gündeminden düşmeyen bir soru.
ilk önce 1840'larda botan beyi bedirhan bey ile hakkâri emiri nurullah bey ayaklanıp istiklal ilan etmişler. 1879'da şemdinli hakimi seyyid ubeydullah isyan etmiş; iran'ı fethetmesine ramak kalmış. 1909'da milli aşireti, 1913'te hizan, 1920'de koçgiri devlet'e meydan okuyup cezalarını bulmuşlar. 1925'te başlayan şeyh said isyanı, güneydoğunun önemli bir bölümünü etkisi altına alıp bingöl'ün genç kazasında geçici bir hükümet bile kurduktan sonra kontrol altına alınabilmiş. hemen ardından bu kez şemdinli, raman, mutki, sason ve midyat'ta isyanlar çıkmış. 1928'de ağrı dağında binbaşı ihsan nuri bey öncülüğünde kurulan isyancı kürt yönetimi 1930'da bir askeri operasyonla imha edilmiş. 1938'de dersim'de 40.000 sivilin canına mal olan bir harekat sonucunda devlet otoritesi tesis edilmiş.
neden isyan ettikleri bilinmeyen bir konu değil. ilk önce, bölgede yüzlerce yıldan beri hüküm süren özerk yapının "tanzimat" adı altında yıkılıp yerine asker-memur egemenliğinin kurulmasına itiraz etmişler. daha sonra, kaç bin yıllık vatanlarında "yabancı" sayılmayı içlerine sindirememişler. "ermeniler gitti, sıra bize geldi." kaygısı da, 1920 ve 30'lardaki isyanlarda galiba etkili olmuş. 1925'i izleyen mecburi iskân kanunu döneminde pek çokları sırf korku ve çaresizlikten dağa çıkıp, çatapat tüfeğiyle ordulara meydan okumuş.
son dönemde pek çokları için bardağı taşıran damlanın kürtçe kişi ve köy adları meselesi olduğunu, aklı başında birkaç kişiden işittim. çocuğumun adını zorla değiştirseler ben dağa çıkar mıydım? belki cesaret edemezdim, bilmem ama edenlere de bir selam gönderirdim mutlaka. "devletimiz yol yapsa, fabrika yapsa sorun çözülür." tezi bu yüzden bana inandırıcı gelmiyor. insanlar dünyanın hiçbir yerinde, sırf fakir oldukları için isyan etmemişler. "boş oturacağımıza isyan edelim." diyenlere de çok sık rastlanmıyor. buna karşılık onuru çiğnendiği için, hakarete uğradığı için, haksızlık olarak algıladığı şeylere dayanamadığı için bazen -maliyet ve kâr analizi yapmadan- isyan edenler görülmüş.
devletin bunca senedir hiçbir şekilde unutmadığı topraklardır güneydoğu. gittiler seksen sene boyunca mahvettiler adamları. devletin unuttuğu topraklar diye bir şey yok. devletin bilerek, isteyerek, kasıtlı bir şekilde mahvettiği topraklardır oralar. bombaladılar, çökerttiler, sindirdiler ve yapamadılar. hiçbirini yapamadılar! şu anda her şey tamamen tersine dönmüş durumdadır. oradaki türk azınlıklar bölgeyi bırakıp kaçmak kaygısındalar. bölgede kürt halkı ezici bir üstünlüğü ele geçirmiş durumdadır.
birileri eline sopayı almış yüz senedir memleketi sıra dayağından geçirmiş. habire adamlara kimlik üzerinden hakaret ediyor, bizim atalarımız orta asya'dan geldi size koydu; siz zaten adam sayılmazsınız, diliniz yok, kültürünüz yok, tarihiniz yok, ne mutlu yüce ırkımızdan olana, ya seversin ya terk edersin, sus hizaya gel eşek herif o dili konuşma diye girişiyor. şimdi, asgari onur sahibi olan bir insan böyle şeye tahammül edemez. normal olarak hayatta kimlikle mimlikle işi olmayacak biri de olsa hakaret karşısında o kimliğin onurunu sonuna kadar dik tutmak ister. o lafları da allah'ın izniyle o heriflere yedirir. doğrusu budur. bunu yapıyorsa alkışlanır. yapmıyorsa "demek ki hak etmişin." derler.
derdimiz kürtlere bağımsızlık yahut özerklik yahut demokratik bilmem ne değil, hayır. maksat o hakaretleri sahibine yedirmek. kürtlere -ve ermenilere, japonlara, türklere vs.- hakaret edemeyecekleri bir ambiyansı yaratmak. yani derdimiz türkiye meselesi, kürtiye değil. yoksa bana ne kürdistan'dan? iki yılda bir kere diyarbakır'a gideceksem ha pasaportla gitmişim ha pasaportsuz, ne fark eder?
zorbalığa karşı şiddet kullanmak meşrudur ve haktır. gerekirse adam da öldürülür.
bunu topyekün inkâr ettiğin zaman, bir, güçlüye teslim olmayı savunmuş olursun; iki, güçlüye teslim olmayıp bunca zaman savaşanları aşağılamış, aptal yerine koymuş olursun. barış eğer tek ve mutlak toplumsal değer ise, otuz sene dağda o meşakkati boşuna mı çektiler?
devrim
georg büchner
yalnızca suçlular ve sıradan ruhlar kendi saflarında kendi benzerlerinin düşmesini görmekten korkarlar; çünkü artık onları gizleyecek bir suç ortakları sürüsü olmadığında hakikatin ışığına maruz kalacaklardır. mecliste böylesi ruhlar olsa bile kahramanca olanları da var. alçakların sayısı çok değil. sadece birkaç kelleyi uçurursak anavatan kurtulur.
bu toplantıda "kan" sözcüğünü duymaya tahammül edemeyen birkaç hassas kulak varmış gibi görünüyor. bazı genel düşünceler onları doğadan ve zamandan daha acımasız olmadığımıza ikna edebilir. doğa kendi yasalarını sakin sakin ve karşı konulmaz biçimde sürdürür, onlarla çelişen insan yok edilir. havanın bileşenlerindeki bir değişiklik, yerin çekirdeğindeki ateşte bir alevlenme, bir su kütlesinin dengesindeki bir dalgalanma, bir salgın hastalık, volkanik bir patlama, bir taşkın binlerce insanı gömer. sonuç nedir? fiziksel doğada önemsiz, bütün içinde farkına bile varılmayan bir değişiklik arkasında cesetler bırakmasa neredeyse iz bırakmadan geçip gidecektir.
soruyorum şimdi: devriminizdeki ahlaki doğa fiziksel doğadan daha mı özenli olmalı? bir fikir tıpkı bir fizik yasası gibi kendisine karşı koyanı yok etmemeli mi? ahlaki doğanın tüm şeklini, yani insanlığı değiştiren bir olay kanla gerçekleşmemeli mi? dünya tini tıpkı fiziksel alanda volkanları ya da selleri kullandığı ibi düşünsel alanda da kollarımızı kullanır. bir salgın hastalık ya da bir devrim yüzünden ölmelerinin ne önemi var? insanlığın adımları yavaştır, her biri yüzyıllarla sayılabilir ancak, her birinin arkasında kuşakların mezarları vardır. en basit buluşlara ve ilkelere ulaşmak bu yolda sona eren milyonlarca hayata mal olmuştur. tarihin akışının hızlandığı bir dönemde daha fazla insanın soluğunun kesilmesi çok sıradan değil midir?
hızlı ve basit bir sonuca varalım: herkes eşit koşullarda yaratıldığı için doğanın oluşturduğu farklılıklar dışında herkes eşittir. bu yüzden herkesin önceliği olabilir ve hiç kimsenin ayrıcalığı olamaz, ne bir bireyin ne de küçük ya da büyük bir bireyler topluluğunun. gerçekliğe uygulanmış bu ilkenin her bir unsuru kendi insanlarını öldürmüştür. devrim ırmağının her yatakta, her yeni kıvrımda dışarıya cesetler fırlatmasında şaşılacak ne var?
devrim pelias'ın kızları gibidir, insanlığı gençleştirmek için onu parçalar. insanlık ilk kez yaratılıyormuşçasına tufan dalgalarından yükselen yeryüzü gibi kan göllerinden asıl güçlü organlarıyla yükselecek.
28.07.2020
dost ölüm
öleceğimizi bilmeliydik. bileti üç saat önce aldım. durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım. her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak, sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile, ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek. dost, ölümdedir. bileti birkaç saat önce aldım. ama dünden beri, aldığımı söylüyordum. ölüm gerek bana. varsınlar evlensinler. ölümü ararım ben. ayrılık öncesi aksar her zaman. boş boş bakılır dolu gözlerin içine. sırıtılır, el sıkışılır, sigara içilir. üst üste. aynı şeyi yapar dururuz, aynı hareketi, aynıyı yenilemektir elimizden gelen. iki saat önce yabancılar karıştı aramıza, tren kalkıncaya değin ayrılmadılar. onlar ayrılmadı, onlar kaldı, ben gittim. yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık. sırıtıldı, el sıkışıldı, sigara içildi. tiksindim. ayrılmadık, ayırdılar. hepsi sevinç içindeydi. kimse kimseyi kıskanmıyordu. ben kıskandım. bahar havasında vagonların penceresi açılır. içeriye ölüm esiyor. yenisi, yenilenecek olanı. baharın mavisinde ölmeliyim.
27.07.2020
eski zamanlarda bir adamın idealleri
herkes ne yapacağını şaşırdığında soğukkanlılığını korumak; bizden herkes kuşkuya düştüğünde kendimize olan güvenimizi sarsmamak; ama onların kuşkulanmalarına da karşı çıkmamak; beklemeyi bilmek ve beklemekten yorulmamak; bu konuda söylenen yalanları dinlemek ama yalanlara katılmamak; ya da nefret edilmek ama bu nefreti haklı kılacak biçimde davranmamak ve çok iyi görünüp çok bilgece konuşmamak; düşleyebilmek ama düşlerin tutsağı olmamak; düşünebilmek ama düşünceleri ereğe dönüştürmemek; yenginin ve yenilginin karşısına çıkmak ama bu iki yalancıya da aynı biçimde davranabilmek; söylediğimiz gerçeğin, her söylenene kolayca inananlara tuzak kurulması amacıyla alçakların ağzında değişmesine dayanabilmek; uğruna yaşamımızı adadığımız şeylerin parçalandığını gördükten sonra eğilip parçaları toplayabilmek ve onları kullanılmış aletlerle onarabilmek; tüm kazançları bir yığın yaptıktan sonra, bir çırpıda tehlikeye atabilmek; yitirmek, hep baştan başlayabilmek ve yitirilen üzerine tek sözcük söylememek.
26.07.2020
soneler
25.07.2020
hayal
bizim etten gözlerimiz, başkalarının vicdanının içine girebilecek güçte olsaydı, bir insan hakkında, onun düşündüklerinden çok hayal ettiklerine bakarak çok daha sağlam bir şekilde hüküm verebilirdik. düşüncede irade vardır, hayalde yoktur. tamamen kendiliğinden olan hayal, devasalığı, idealliği içinde bile ruhumuzun çehresini alır ve bunu aynen korur. kaderin ihtişamlı güzelliklerine doğru uzanan enine boyuna düşünülmemiş, ölçüsüz özleyişler kadar ruhumuzun en derin köşesinden doğruca ve samimiyetle çıkan başka bir şey daha yoktur. mantıklı bir şekilde tertiplenmiş, muhakeme edilmiş, düzene sokulmuş fikirlerden çok daha fazla bu özleyişlerde bulabiliriz her insanın hakiki karakterini. ham hayallerimiz bize en çok benzeyen şeylerdir. herkes bilinmeyeni ve imkansızı kendi tabiatına göre hayal eder.