dino buzzati
güneş henüz ortaya çıkmamıştı. sis ve nemden oluşan bir perdenin ardında hâlâ bekliyordu. sonsuz kırlar da hâlâ gecenin serinliğini taşıyorlardı. kilometre kadranının küçük, beyaz göstergesi sinirli zıplamalarla hız artırdıkça, soğuk hava buz gibi elini ensesinde dolaştırıyordu. sonra tuhaf bir duyguya kapıldı. yol boyunca iki yana sıralanmış kavaklar ona bir şey söylemek istiyorlardı sanki. nasılsa, konuşmaya hazırlanan insanların havasına bürünmüşlerdi.
kendisi aşka doğru uçuyordu. ama ağaçlar da öyle değil mi? kök saldıkları tarlaların bitiminden kopmuş, kendisiyle birlikte nereye koşturuyorlardı acaba? onları da sürükleyen kendilerinden daha güçlü bir şey değil miydi? her birinin kendine özgü tipi, biçimi ve değişik yapısı vardı. hem de öyle çoktular ki!.. yüzlerce, binlerce, göze sığmayacak kadar. ama onları da bu kasırganın içine sürükleyen yine aynı güçtü. işte, sonsuz kırların tüm kavakları da onunla birlikte kanatlanmış uçuyorlardı. bu bir sürükleniş mi ya da kaderden kaçış mıydı?
günün bu soyutlanmış saatlerinde önünde bomboş uzanan ıssız yolda hızla hedefine yaklaşıyordu. ortalıkta kimsecikler yoktu. sanki ondan başka herkes dünyanın bu köşesini unutmuştu. ama orada, yolun sonunda o vardı. ağaçlardan oluşan son perde kalktığında onu görecekti. hâlâ uyuyor olmalıydı. herhalde birbirine kavuşturduğu ellerini bacakları arasına sokmuş ve başını da yastığa gömmüştü. panjurun aralıklarından gün ışığı odaya süzülerek hareketsiz yatan kızın simsiyah saç demetini aydınlatıyordu. yatakta yalnız mıydı acaba? sonra hem ondan kaçarcasına ufuklara doğru koşturup uzaklaşan hem de onu karşılamak istercesine üstüne üstüne geliyor görünen ve ardından sisler arasında gözden silinen kavakların kendisine ne söyleyeceklerini anladı.
şimdi bu gizemi çözmüştü. çok basit bir gizem: aşk. bu ölümlü dünyada var olan her şeyi saran o esrarlı duygu. ormanları, yaylaları, dağları, ırmakları, denizleri, vadileri, bozkırları, hatta hatta kentleri, sarayları, taşları, daha öteye gökyüzünü, gün batışlarını, fırtınaları, artı karları, geceyi, yıldızları, rüzgârı bile etkileyen büyüleyici güç. kendi başlarına boş ve duygusuz görünen bunların tümü, bizler için birtakım anlamlarla doluydular. yüreklerinde bizler bilmeksizin aşkın meşalesini taşıyorlardı.
nasıl olmuştu da şimdiye kadar bunu anlayamamıştı! anıları akla getirmeyen bir orman, dağ başı ya da bir yıkıntının ilgi çekici ne yanı olabilirdi? ve bu anı da bizi mutlu etme gücüne sahip bir kadından başka ne olabilirdi? bir gün batımı yürüyüşü sırasında düşlerimiz o kadını bize geri getirmedikten sonra romantik bir vadinin, tüm yıkıntıların ve birbirinden güzel görünümlerin ne anlamı olabilirdi? doğanın önümüze serdiği birbirinden büyüleyici güzellikler karşısında ruh dünyamızın kendimizden başka birinin varlığını alacak genişlikte olmaması ne acınacak bir durumdu!
güçlük ve tehlike gibi şeylerin tümü o zaman anlamlarını yitirmiş olacaklardı. bu sorunu bir çözüme ulaşamadan uzun süre kafasında evirip çevirmişti. şimdi biliyordu. dağlara duyduğu sevginin içinde ruhunun bir başka dürtüsü gizliydi. eğer bunun böyle olduğunu başka biri önceden kendisine söylemiş olsaydı, kesinlikle kabul etmez ve gülüp geçirdi. belki bilinçsiz bir utanç duygusundan, belki de bilincine vardığı halde, bunu daha önce kendisinin düşünememiş olmasından. ama bu gizemi bilenlere bile denizdeki bir fırtınanın ya da meyhane kapısında asılı bir fenerin kendilerini niye bu kadar etkilediği sorulsa, herhalde yanıtını veremezlerdi. çünkü bu çokbilmişlerin önce aşkı bilmeleri, çağrısına uymaları, acı ve tatlı yanlarını tatmış olmaları gerekirdi. gerisi felsefe kitaplarındaki satırlar gibi boş sözlerdi.
turizm mevsiminde amerika'dan kalkıp gelen kart tavuk sürüleri takıldı birden kafasına. bunların müze ve katedrallerin kapıları önünde gıdaklayarak otobüslerinden inmelerinin bir nedeni var mıydı? bunlar bile bir ülkeden bir ülkeye bir aşk kırıntısı bulma umuduyla mı dolaşıyorlardı acaba? eğer gerçekten böyleyse, yazık oluyordu bu kadınlara.
demek onların duymayan kulaklarına bile aşk hâlâ fısıldıyor, mesajını iletmeye çalışıyordu. altmış, yetmiş, seksen yaşlarında, aklı başında, saygın kadınlardı bunlar. kendilerini dünyanın dört bucağına sürükleyen şeyin ne olduğunu bir bilseler, utançtan tımarhanelik olurlardı. ama yolculukları, bilinçli ya da bilinçsiz, bu amaca yönelik olmasa, evlerinden dışarı adımlarını atmazlardı. o zaman sınırdan sınıra, otelden otele boşuna dolaşmak bir işkence olurdu. ya şiirin evrensel konusuna ne demeli? şiirlerde sevgiyle anılacak bu kadar kır, orman, bahçe, kumsal, ırmak, ağaç, güneş batımı nasıl var oldu? çünkü şairler doğadaki kaçınılmaz çağrıyı başkalarına oranla daha bir kolay algıladılar.
eski kuleler, bulutlar, çağlayanlar, esrarlı türbeler, kayalara çarpıp hıçkıran dalgalar, fırtınanın önünde eğilen dallar, öğle güneşinde yalnızlığa itilmiş park bankları ve daha neler neler.. bunların hepsi sevdiğimiz kadının anısını açık seçik belgeleyen anıtlardır. o kadın ki, bizi yakıp küle dönüştürebilir. dünyada var olan her şey bizi sevdiğimize kavuşturmak için birbiriyle inanılmaz bir biçimde iş birliği yapar.
işte dans ediyor. elbisesi leylak rengi. sık dokunmuş bir kumaş. memelerini karşıdan karşıya sıkıca kavramış. iyice sıkılmış geniş bir kemer belinin inceliğini vurguluyor. dizleri hizasındaki mini eteği kız döndükçe şemsiye gibi açılıyor. ama çaçaça bu ince, güzelim bacaklardan çıkmıyor. arkalarda bir yerden, belkemiğinden. bir afrika masal gecesinin sihirli melteminde nazlı nazlı salınan bataklık sazları gibi kıvrılıp sallanıyor kız. bugünün en yeni müziği denen çaçaça ile. ne yenisi? sırtında yüzyılların ağırlığı var, kulağa ne kadar hafif gelse de. coşkulu olduğu kadar da üzücü. çünkü her gerçek müzik gibi melodisinde geçmişin pişmanlığını ve geleceğin umudunu taşıyor. işte, gerçek şiir de bu değil mi zaten. tek şiir müzik, başka şiir yok!