guy de maupassant
hiçbir engel olmaksızın, kaygısız, işsiz ve hatta yarını bile düşünmeye gerek görmeden özgürce yaşamak. keyfinizden başka bir kılavuza, gözlerinizden başka bir öğüt verene gereksinim duymadan, hoşlandığınız yolu tutup gidersiniz. durursunuz; çünkü bir dere sizi çekmiştir. çünkü, bir hanın kapısının önünde kızarmış patateslerin kokusu burnunuza gelmiştir. bazen, bir çiçeğin kokusu ya da bir handa çalışan bir kızın anlamlı ve ürkek bakışı size bu kararı verdirir. bu köy güzellerine karşı kesinlikle ilgisiz kalamazsınız ve onları hor göremezsiniz. o kızların bir ruhları ve hisleri olduğu gibi, gergin yanakları ve taze dudakları da vardır. onların sert ve kaba öpücükleri, ham bir meyve gibi kütür kütür ve lezzetlidir. nereden gelirse gelsin, aşk onlar için her zaman değerlidir. ortaya çıktığınız zaman çarpan bir kalp, ayrılıp gideceğiniz zaman da ağlayan gözler bulursunuz. bütün bunlar, o kadar nadir, o kadar tatlı, o kadar değerlidir ki, bunları kesinlikle basit ve önemsiz görmemek gerekir.
ben, bahar çiçekleriyle dolu çukurlarda, ineklerin uyumakta olduğu ahırların arkasında ve günün sıcaklığı dolayısıyla ılıklığını hâlâ koruyan samanlıkların otları üzerinde verilmiş nice randevular bilirim. o kabalıkları içinde, güzel ve olgun kadınların verdiği ince zevklerden daha nazik olan o çekingen ve içten okşayışların anısını hâlâ içimde taşırım. ama bütün bu macera yarışlarında özellikle sevilen şey; kır hayatı, ormanlar, güneşin doğuşu, alaca karanlıklar ve mehtaplardır. bütün bunlar, ressamlar için, yeryüzüyle birlikte yapılan balayı yolculuklarıdır. o uzun buluşma zamanlarında, insan doğayla baş başa yalnız kalmaktadır. papatyalar ve gelincikler içinde, bir çayırda yatılır ve güneş ışığı altında gözler açıldığı zaman, uzakta, öğle vaktini haber veren sivri çan kulesi ile küçücük köye doğru bakılır. saç gibi kıvrılmış narin, uzun ve hayat fışkıran otlar arasında, bir meşe ağacının dibindeki bir kaynak kenarında oturulur. diz çökülür, kaynağın üzerine doğru eğilip, insanın bıyığını ve burnunu ıslatan o soğuk ve berrak sudan içilir. o su, sanki, dudak dudağa öpüşülüyormuş gibi, iç açıcı bir zevkle içilir. bazen, bu güzel su yolları boyunca kuytu bir yere rastlandı mı, burada çırılçıplak sulara dalınır ve insan, haz verici bir okşama gibi, tepeden tırnağa kadar, bütün bedeninde hafif ve zevkli bir ürperme hisseder. tepenin üzerinde neşe, küçük göl kenarında ise hüzün hissedilir ve güneşin, kanlı bulutların oluşturduğu bir okyanus içinde boğulduğu, derelerde kızıl yansımalar meydana getirdiği anlarda coşulur. hele akşam olup da ay gökyüzünde belirdi mi, gündüzün yakıcı aydınlığında akla gelmeyen her türlü garip şeyler düşünülür.