30.09.2020

uzun lafın kısası

robert musil:
hiç kimse mesleğinde daha yüce bir bütünlük duygusunu içinde taşımadan herhangi bir şey başaramaz.

tom robbins: filistin'in yahut israil'in en büyük problemlerinden biri, ister arap ister yahudi herkesin, dünyaya bağlı fiziksel birer bedende değil, soyut bir şekilde, siyasi ve dinsel birer ideolojide yaşıyor olmasıdır.

baltasar gracian: bayağı ruhlar karşısında cömert davranmak anlamsız ve boştur.

cenap şahabettin: bayağı düşünceye harcanmış güzel ifadeden daha çok bayağı ifade içinde gördüğüm güzel düşünceye acırım.

cesare pavese: bir kadın, eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. kimi zaman da başarır bu işi. ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. her zaman başarır bu işi.

charles bukowski: eski bir ayyaş her zaman ayağa kalkar, yeter ki zaman tanıyın.

dostoyevski: çıplak gerçekliğin her zaman sarsıcı bir yanı vardır.

elias canetti: hangi sebeple olursa olsun zulme uğrayanlar arasında, zihninin bir köşesinde kendisini isa olarak görmeyen kimse yoktur.

emil cioran: iç alemime dalma ihtiyacıyla tanrı'ya yol verdim, son bir münasebetsizden kurtuldum.

goethe: bilgi arttıkça huzursuzluk da artar.

halil cibran: arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir. o, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır. o sizin sofranız ve ocakbaşınızdır. çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.

irvine welsh: köpek balıklarıyla yüzüyorsanız hayatta kalmanın tek yolu, içlerindeki en büyük köpek balığı olmaktır.

28.09.2020

ceza

kiran desai

insanlığın hak ettiği cezanın ne kadar büyük olması gerektiğini düşünemiyordu bile. insan hayvana eşit değildi, tırnağı bile olamazdı. insan hayatı rezilken, kokuşmuşken, kimseye bir zarar vermeden kibarca yaşayıp giden harikulade zanlılar vardı yeryüzünde. insanın dönüşemeyeceği şey yoktu.

ne yapsanız eliniz boş kalıyordu. eşyanın adaletsizliğini giderecek bir düzen yoktu; adalette denge yoktu; tavuk çalanın yakasına yapışılır; ama büyük ve kaçamaklı suçların peşi bırakılırdı; çünkü bunlar teşhis konulup ağa takılacak olursa uygarlık denen koca yapının tümü çökerdi. milletler arasındaki canavarca anlaşmalarda işlenen suçlar, kuytu yerlerdeki iki kişi arasında tanıksız gerçekleşen suçlar, suçluların asla hesap vermedikleri suçlar. azabı dindirecek hiçbir din, hiçbir devlet yoktu.

27.09.2020

kuran

sevan nişanyan

şeytan öğretisi kuran'ın en karanlık yeri cehennemdir. yani, sonlu (sınırlı) suç için sonsuz ceza öngörmesidir. "kötülüğü genellemek" dediğimiz şey de budur. kuran'ın lanetlediği kişiler, insanlık vasfını kaybeder. sonsuz aşağılanmaya ve sınırsız işkenceye mahkum edilirler. sen sonsuz ateşte yanmaya zaten mahkumsan, arada bir de biz seni öldürmüşüz, yahut aşağılamışız, yahut malını müsadere etmiş karını kızını cariye etmişiz, ne sakıncası var, değil mi? oysa ahlaklı (= vicdan sahibi) bir insan bilir ki, gerçek dünyada hiç kimse mutlak günahkâr değildir. mutlak cezayı hak etmez. kardeşi cehennemde ebedi azaba mahkum olan biri cennette mutlu olabilir mi? mutlu olabiliyorsa o kişiye iyi biri nazarıyla bakabilir miyiz?

kuran'ın ikinci hatası, muhammed'in zulmünü övmesidir. peygamber, ömrünün ikinci yarısını elde kılıç yaşamış. tüm kılıç müptelaları gibi, önce savunma ile başlamış, intikamla devam etmiş, iktidarla taçlandırmış. ganimet üzerine bir devlet kurmuş. bunun övgü konusu edilmesi, az önceki cehennem anlayışının devamıdır. eğer bizden isen, hak senindir: günahın varsa affedilir. vicdan muhasebesinden bile muafsın. eğer bizden değilsen, insanlık vasfın lağvedilmiştir. kessek de fark etmez, soysak da fark etmez. kendi kadrolarını beslemek için düşmanların bir kısmını affetmen ve onlara müslümanlık şansı tanıman, senin adaletini değil, ahlaksızlığını gösterir. bkz. pişmanlık yasası.

kuran'ın üçüncü hatası ritüalizmdir. grup aidiyetini pekiştiren birtakım törelere uyarsan (namaz, oruç, hacc vb.) temize çıktın, yoksa günahkârsın ne demek? ahlaklı (= iyi yürekli, erdemli, vicdanlı) olmak önemsizdir yahut az önemlidir, grup aidiyeti daha önemlidir demek. bu, şeytanın öğretisinin ta kendisidir. vicdanlara uyuşturucu sürmektir. hani soyguna çıkmadan önce ecstasy alırlar ya, öyle bir şey. yap üç beş kolay jimnastik, vicdanının sızısı geçsin!

kuran'da beni esas rahatsız eden şey vahşet değil; ahlaki ve entelektüel ucuzluk. gerçek bir evrenselliğe yükselemeyen, dünyayı biz ve onlar olarak algılayan kısır aşiret zekâsı. çıkar, korku ve ceza üzerine kurulu hidayet öğretisi. kasaba muhafazakârlığı düzeyini aşamayan ahlak anlayışı. peygamberin cinsel ve siyasi oportünizmi. cehaletini lügat kalabalığıyla örtmeye çalışan cami hocası kurnazlığı. tevrat'ın tüyler ürpertici haşmetinden de, incil'in insani derinliğinden de, buddha'nın spekülatif zenginliğinden de yoksun bir kitap.

bir de şunu düşündüm. incil ya da tevrat seni şundan rahatsız etmiyor olabilir. tevrat'ta çok az ayet dışında insanlar konuşuyor. bariz bir sekilde hamasi dozu çok yüksek bir tarih kitabı gibi. ne kadar allah adına hüküm beyan eden cümleler olsa da sen orada bir yığın insanın sesini duyuyorsun. ilgi çekici bir yığın detayla dolu antik bir efsane kitabı gibi. incil'de yoğunlukla isa konuşuyor. "babası" adına ama konuşan bir insan. oysa kuran tanrı'nın özne olduğu bir kitap. yani otoritenin sesi. onun ağzından uyarıyor, tehdit ediyor, affediyor, vs. ne kadar muhammed yazdı diye de düşünsen konuşan dil çok üsttenci. ayni düzeyi paylaşmıyor insanoğluyla. yakıp yok etme, emretme, uyarma, affetme, suçlama, kendi sınırları içinde kalmak kaydı ile yüceltme içeren ama sürekli insana acziyetini ve kul olduğunu hatırlatan bir anlatımı var. tevrat daha çok vahşet içerse de kuran otorite içeriyor. otoriteden nefret eden bir insana nesnel kalarak okumayı imkansızlaştırıyor.

değişim

paul auster

dünya elle tutulabilir bir şeydir. insanlar elle tutulabilen varlıklardır. insanların gövdeleri vardır ve bu bedenler acıyı hissettikleri, hastalandıkları ve öldükleri için, insanın yaşamı insanlığın başlangıcından beri zerre kadar değişmemiştir. gerçi ateşin keşfi insanı ısıtmış ve çiğ et yemekten kurtarmıştır; köprülerin inşası insanın ayaklarını ıslatmadan ırmakları, dereleri geçmesine yaramıştır; uçağın icadı bir yandan insanı kıtaları, okyanusları aşmasını sağlarken, öte yandan da jetlag ve uçuş sırasında film izlemek gibi yeni olgular yaratmıştır; ama insanoğlu çevresindeki dünyayı değiştirmiş olsa bile, kendisi değişmemiştir. yaşamın gerçekleri değişmez. yaşarsın, sonra da ölürsün. bir kadının bedeninden dünyaya gelirsin, doğduktan sonra sağ kalmayı başarırsan yaşamını sürdürebilmen için annenin seni besleyip sana bakması gerekir ve doğduğun andan öldüğün ana kadar başından geçen her şey, içinde kabaran her duygu, her öfke patlaması, her ihtiras dalgası, her gözyaşı, her kahkaha, ömrün boyunca hissedeceğin her şey, ister mağara adamı ol, ister astronot, ister gobi çölü'nde, ister kuzey kutbu'nda yaşa, senden önce yaşamış herkesin hissettiği şeylerdir.

26.09.2020

mesaj

yuval noah harari

20 temmuz 1969'da neil armstrong ve buzz aldrin, ay'ın yüzeyine indiler. apollo 11 astronotları bu seyahatten önceki aylarda abd'nin batısında ay'a benzeyen ıssız bir çölde eğitim gördüler. bu alan pek çok kızılderili topluluğuna ev sahipliği yapıyordu. bir yerliyle astronotlar arasında geçen bir diyaloğa dair şöyle bir hikaye vardır: 

bir gün eğitim esnasında astronotlar yaşlı bir kızılderiliyle karşılaşır. adam orada ne yaptıklarını sorar. astronotlar kısa süre içinde ay'a yapılacak bir araştırma seyahatinin parçası olduklarını söylerler. yaşlı adam bunu duyunca bir an sessiz kalır, sonra astronotlardan kendisine bir iyilik yapmalarını ister. astronotlar "ne istiyorsunuz?" diye sorar.

yaşlı adam, "kabilemdeki insanlar ay'da kutsal ruhların yaşadığına inanır. onlara halkımdan önemli bir mesaj iletmenizi isteyecektim." astronotlar "mesaj nedir?" diye sorar. adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, sonra da astronotlara bunu ezberleyene kadar tekrar etmelerini söyler. astronotlar " bu ne demek?" diye sorar. "bunu size söyleyemem. sadece bizim kabilemizle ay ruhlarının bilebileceği bir sır" der.

üsse geri döndüklerinde astronotlar uzun uğraşlardan sonra yerel dili konuşabilen birini bulurlar ve ondan mesajı tercüme etmesini isterler. ezberledikleri şeyi söyleyince çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. nihayet sakinleşince, astronotların o kadar dikkatle ezberlediği sözlerin, "bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın. topraklarınızı çalmaya geldiler." olduğunu söyler.

25.09.2020

beklemek

ziya osman saba

beklemek; bir sabahı, bir akşamı beklemek
beklemek gelir diye o saat ağır ağır
lâkin kapılar bana daima kapalıdır
kapılar, artlarında sonsuzluk, ışık ve renk

orası benim dünyam, orası içime denk
lâkin bütün kapılar sımsıkı kapalıdır
- sabır, ey kalbim, sabır, bir parça sabır
bir gün gelecek elbet, elbet bir gün gelecek

bir gün gelir de belki açar diye sahibi
kapalı bir kapının eşiğinde durarak
ben daima beklerken mermer aslanlar gibi

karanlık vücudumu alıyor tâ içine
bir derin orman gibi gökler susuyor yine
sükût beni örtüyor, örtüyor yaprak yaprak

deha ve melankoli

andrew crumey

dehayla melankoli birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır.

melankoli deha için gerekli ama yetersiz bir koşuldur. görünüşe göre, tarih boyunca istisnai bir iki sanatçı da olmuştur; bunlar melankolik mizaçlarını öyle büyük bir beceriyle gizlemiştir ki, sıradan ahbapları bu ilhama gelmiş adamların neredeyse mutlu olduğunu düşünmüştür. evet, size bir düzine tarihsel vakadan, hepsi de insan içinde gayet güleç ve neşeli olan bir avuç şair, besteci ve ressamdan bahsedebilirim. ama ruhlarının karanlık mahremiyetine baktığınızda, hiç kimsenin şüphelenmediği bir yerde daima bir yeis damarı bulursunuz ve bu sert, ince damar dehanın özsuyunu taşır.

24.09.2020

aristoteles

diogenes laertios

"umut, uyanıkken görülen düştür."

güzelliğin her türlü tavsiye mektubundan daha etkili olduğunu söylerdi. bazılarına göre bu tanımı diogenes yapmıştır, o ise güzelliğin tanrı armağanı olduğunu söylemiştir. 

sokrates'e göre güzellik, kısa süren bir tiranlıktır; platon'a göre doğanın tanıdığı bir ayrıcalık; theophrastos'a göre sessiz bir aldanma; theokritos'a göre fildişinden bir bela; karneades'e göre de korumasız bir krallıktır.

"eğitimin kökü acı, meyvesi tatlıdır."

eğitimli insanların eğitimsizlerden hangi noktada farklı olduğu sorulduğunda, "diriler ölülerden ne kadar farklıysa" dedi. eğitimin iyi günde bir süs, kötü günde bir sığınak olduğunu söylerdi. ona göre, çocuklarına eğitim veren ana babalar, onları dünyaya getirmekle yetinen ana babalardan daha saygıdeğerdir; çünkü biri yaşam bağışlamıştır, öbürü ise iyi bir yaşam.

"dostluk, iki bedende yaşayan tek ruhtur."

büyük bir kentin yurttaşı olmakla övünen birine, "önemli olan bu değil" dedi, "önemli olan, büyük bir ülkeye kimin layık olduğudur."

"çok dostu olanın hiç dostu yoktur."

felsefenin ne yararını gördüğü sorulduğunda, "kimilerinin yasa korkusuyla yaptığı şeyleri bana buyrulmadan, kendiliğimden yapmayı öğrendim." diye karşılık verdi.

"dostlarımıza nasıl davranmalıyız?" diye sorulduğunda, "onların bize nasıl davranmalarını istiyorsak öyle." diye karşılık verdi.

"ışığı gözümüz bizi çevreleyen havadan alır, ruhumuz da bilgiden."

ona göre adalet, herkese hak ettiğini veren bir ruh erdemidir. eğitimin yaşlılığa en güzel yolluk olduğunu söylüyordu.

bir yığın çene çaldıktan sonra, "başını şişirmedim ya?" diye soran gevezeye, "yok canım, zeus hakkı için" dedi, "zaten seni dinlemiyordum ki."

23.09.2020

ebedi kadın

giovanni papini

neyin eksik olduğunu bir bilseydiniz, sevgili bayan! eksiğim sadece şuydu: ideal bir kadın, gerçekten ruha işleyen, onu değiştiren ve yücelten bir kadın. yani bir ruhun ruhani hikâyesinde, bir zihnin zihinsel romanında yer bulabilecek bir kadın. "ebedi kadın bizi yükseklere taşır." olabilir. bugün goethe'yle tartışacak halde değilim. fakat kendi adıma itiraf etmeliyim ki, ebedi kadın beni ne yükseğe, ne alçağa, ne yukarıya ne aşağıya taşıdı, hiçbir zaman.

kadın bana hiçbir zaman seni göksel harikalara götürmek için elinden tutan, maddesel düşlerden uyandıran beatrice gibi ya da erdem ve bilgeliğin peşinden gitmek için dünyaya gelmiş erkekleri, gölgeleri ve meşe palamuduyla zengin bereketli bahçelerde homurdanarak dolaşan domuzlara çeviren kirke gibi görünmedi.

kadınlar beni yolumdan çıkarmadı ama yüceltmedi de. bir kenarda duran, dinlenme anlarında hoş gelen ya da rahatsızlık veren misafirler, sıkıntılı dönemlerdeki avuntu arayışları, istenmiş neşe ve ıstırap araçları, zavallı varlığımın sevgili ve sadık yoldaşları, mutsuz işçilere özgü zor hayatımdaki şehvet ve tutku molaları, eserlerimin abartılı ve adaletsiz hayranları oldular ama kalleşçe doğruyu söylemem gerekirse, rehber, bağışçı ya da ilham kaynağı olmadılar.

benden aldılar, benden istediler -ben de onlara hayatımdan, gençliğimden, zamanımdan, yanılsamalarımdan, düşüncelerimden bir parça verdim; ama onlardan hiçbir şey almadım. ruhumun içsel öyküsü onların varlığıyla ne zenginleşti ne de değişti.

şikâyetçi değilim, tam tersi. verebileceğim için verdim ve çok şey -en çoğu- bana kaldı. ve ruhum adına onlardan hiçbir şey talep etmedim. bana hiçbir şey veremezlerdi. kadının yaradılış ve ihtiyaçlar bakımından bir parazit, bir sömürücü, bir hırsız olduğunu fazlasıyla iyi biliyorum. bunu olduğu gibi kabul ve buyur ettim, dolayısıyla benden çalınmasına izin verdim ve borçlarımı zamanında ödedim.

22.09.2020

kral ve filozof

kral antigonos filozof zenon'u selamlar,

talih ve ün bakımından senin yaşamının önünde olduğumu düşünüyorum; ama akıl ve eğitim bakımından, sanırım, senin kazandığın eksiksiz mutluluğun gerisindeyim. bu yüzden, isteğimi geri çevirmeyeceğine inanarak, seni yanıma çağırmaya karar verdim. sen de, ne olursa olsun, bir tek benim değil, toplu olarak bütün makedonyalıların eğiticisi olacağını göz önünde tutarak, elinden geleni yap. çünkü makedonya'nın yöneticisini eğitip erdeme yönelten kişinin uyruklara adam olmayı öğreteceği ortadadır. nitekim, yönetici nasılsa, uyruklar da çoğunlukla öyle olurlar.

zenon kral antigonos'u esenler,

töreleri bozacak türden avam bir eğitimle değil de, gerçek ve yararlı eğitimle ilgili olduğun sürece, sendeki bu öğrenme aşkını beğeniyorum. felsefeye karşı büyük heves duyan ve birtakım gençlerin ruhunu gevşeten o herkesin övdüğü zevkten uzak duran kişi, belli ki, yalnız yaratılışça değil, kendi seçimiyle de soyluluğa eğilimli bir insandır. soylu bir yaratılışın, ılımlı bir çalışmanın yanında seve seve öğreten bir hoca ile erdeme tam anlamıyla ulaşması kolay olur.

bana gelince, yaşlılık yüzünden bedence zayıf düştüm. nitekim seksen yaşındayım; bu yüzden senin yanına gelemem. ama sana kendi çalışma arkadaşlarımdan bazılarını gönderiyorum. bunlar benden ruhça aşağı değiller; ama bedence üstünler. onlarla birlikte olursan, eksiksiz mutluluğu yakalayanların üstünde yükseleceksin.

via diogenes laertios

21.09.2020

iki öykü

~boardwalk empire

bir zamanlar bir adam vardı. adını anımsayamıyorum, sık sık şehirdeki bilardo salonuna giderdi. özellikle bilardo topu gibi belli maddeleri yutabileceğine dair iddiaya girerek epey para kaldırmıştı. topu alır, gırtlağına kadar sokar, sonra geri çıkarırdı. bir gün, onunla benim seçeceğim bir bilardo topuyla aynı şeyi yapması için 10.000 dolarına bahse girmeye karar verdim. onu defalarca, o hareketi yaparken gördüğümü biliyordu; o yüzden tahminimce benim tam bir aptal olduğumu düşündü. paraları ortaya koyduk ve ona beyaz topu uzattım. topu yuttu. top gırtlağına oturdu. ve adam oracıkta boğularak öldü. benim bilip onun farkında olmadığı şeyse beyaz topun diğerlerine göre 1/16 oranında daha büyük olmasıydı. yutmak için fazla geldi.

bir zamanlar adamın biri cennet ve cehenneme davet edilmiş. ilk önce cehenneme gitmiş; işkencedeki ruhlar yiyecek dolu masalarda oturuyorlarmış ama açlıktan kıvranarak uluyorlarmış. her ruhun elinde bir kaşık varmış ama kaşıklar çok uzunmuş; bu yüzden ağızlarına götüremiyorlarmış. bu düş kırıklığı onların işkencesiymiş. peki ya cennette? cennette ise şaşkınlık içinde aynı yiyecek dolu masalarda karınları doymuş ve mutlu halde oturan kutsanmış ruhları görmüş. her birinde uzunlukları yine cehennemdekilerle aynı olan kaşıklar varmış. ama istediklerini yiyebiliyorlarmış; çünkü onlar birbirlerini besliyorlarmış.

umut

giacomo leopardi

bilim adamlarının, konu çoğu kez son derece sıkıcı olsa da, okumaya doymadıklarını ve günün büyük bir bölümünde sürdürdükleri çalışmalarından hep zevk aldıklarını görürüz; çünkü hem birinde hem de ötekinde, her ne olursa olsun, gözlerinin önünde gelecekteki sabit bir amaç, bir ilerleme ve iyiye gitme umudu vardır; neredeyse oyalanma ya da eğlenme amaçlı okumalarda bile, o anki zevkin ötesinde, az ya da çok belirli bir başka amacı hiç gözden yitirmezler. oysa ötekiler, okumalarında deyim yerindeyse o okumanın sınırları içine hapsolunmuş herhangi bir amaç gütmedikleri için, en zevkli ve en hoş kitapların daha ilk sayfalarında, boş bir zevkin ardından, kendilerini doymuş hissederler; öyle ki genellikle büyük bir sıkıntıyla bir kitaptan ötekine dolaşırlar; sonunda birçoğu, başkalarının nasıl olup da uzun bir okumadan uzun bir zevk alabildiğine şaşar.

20.09.2020

nietzsche'yi okumak

carl gustav jung

"kendi ruhuna bir teleskopla baktı. düzensiz gibi görülenleri gördü ve güzel yıldız kümeleri gibi gösterdi ve bilincine dünyaların içinde gizli dünyalar kattı." (coleridge)

başlangıçta beni nietzsche'yi okumaktan alıkoyan, onun gibi olmaktan gizli gizli korkmamdı. onun da çevreden kopmasına neden olan bir "giz"i vardı. kim bilir, belki de içsel deneyimlerden geçmiş, bir şeyleri sezmiş ve bunları açıklamak gafletinde bulunmuş ve kimsenin kendisini anlamadığını keşfetmişti. değişik kişiliği olan egzantrik biri olduğu ya da insanlarca öyle görüldüğü su götürmez bir gerçekti.

özellikle, fantezilerim üzerinde çalışırken, "bu dünyadan" desteğe gereksinimim vardı ve bu desteği, ailemde ve profesyonel mesleğimde buldum diyebilirim. gerçek dünyada, garip iç dünyama karşı durabilecek normal bir yaşantımın olması çok önemliydi. ailem ve mesleğim, gerçekten var olan sıradan bir insan olduğuma inanabilmem için her zaman geri dönebileceğim bir üs oldular. bilinçdışının içeriği aklımı kaçırmama neden olabilirdi ama ailem zürich üniversitesi'nden bir diplomam olduğunu, hastalarıma yardım etmem gerektiğini, bir karım ve beş çocuğum olduğunu ve küsnacht, 228 see sokağı'nda oturduğumu bilmemin bana çok yardımı oldu.

görevlerim vardı. bunlar mutluluk getiren bir gerçek olarak kaldılar ve normal bir yaşantım olduğunun kanıtı oldular. gerçekten var olduğumu ve nietzsche gibi ruhun rüzgarlarında savrulan boş bir kağıt parçası olmadığımı bana sık sık anımsatan bu gerçeklerdi. nietzsche'nin ayaklarının yere basmamasının nedeni, düşüncelerinin içsel dünyasından öte bir şeye sahip olmamasıdır. bu düşünceler ona, onun onlara olduğundan daha çok sahiptiler. kökünden koparılıp ayakları yerden kesildiği için abartıya ve gerçek olmayana boyun eğmek zorunda kaldı.

benim açımdansa, gerçekten uzaklaşma dehşetin ta kendisiydi; çünkü bu dünyaya ve bu yaşama dönüktüm. ne denli kendini kaptırsam da ya da ne denli kendimi kaybetsem bile, her zaman geçirdiğim deneyimlerin tümüyle gerçek yaşamın yönünde olduğunun bilincindeydim. görevlerimi yerine getirmek ve yaşamıma anlam katmak istiyordum. düsturum şuydu: hic rhodus, hic salta!*

*  halep oradaysa arşın burada.

19.09.2020

kahkaha benden yana

kierkegaard

başıma harika bir şey geldi. göğün yedi kat yukarılarına çekildim. tanrılar orada saf saf dizilmiş oturuyorlardı. bana özel bir lütufla bir dilekte bulunma ayrıcalığı bahşedildi. "ne dilersin?" dedi merkür, "gençlik mi, güzellik mi; güç mü, uzun bir ömür mü; en güzel bakireyi mi, yoksa sandığımızda bulunan öteki nimetlerden birini mi? sadece bir tanesini seçeceksin ama." bir an şaşırdım kaldım. sonra tanrılara şu şekilde hitap ettim: "çok saygıdeğer çağdaşlar, dileğim tek şudur ki, kahkaha hep benden yana olsun." tanrılardan hiçbiri tek kelime etmedi, hepsi gülmeye başladı. bundan dileğimin kabul edildiği sonucuna vardım ve anladım ki tanrılar kendilerini zarafetle nasıl ifade edeceklerini biliyorlardı; zira ciddi bir tavırla "dileğin kabul oldu." demek onlara pek yakışmazdı.

18.09.2020

mihail bulgakov

sergey yermolinski

"geniş bir okuyucu kitlesi eserlerini okuyordu ama eleştirmenler ona karşı küstahça bir suskunluğu yeğliyorlardı. ona zamanla herkesin benimsediği, türlü nitelikler yakıştırılıyordu. onun hakkında, ruhlarla ilişki kuruyor, gelecek çağları görüyor ya da sadece delinin biri, diyenler vardı. ama kafası akıl almaz bir duruluktaydı, pratikti. gelecekte eleştirmenlerin kendisi için söyleyeceklerini önceden kestirebiliyordu. ilk bakışta yöntemi zıtlıklarla dolu gibi görünürdü; görüntüleri, akıl almaz bir gülünçlük ve gerçekçi genelleme arasında gidip gelir, şeytan'ı berlin sokaklarında dolaştırırdı."

bulgakov'un, metni pek az değiştirerek okuduğu bu yazı, p. mirimski'nin kendisiyle hiç ilgisi olmayan, "hoffmann'ın toplumsal hayalciliği" başlıklı makalesiydi.

bulgakov, mirimski'nin bu gözlemlerinde kendine değen şeyler hissetmiş, böylece bana, pek de gülünç bulmadığım bu şakayı yapmıştı.

"zanaatkâr gibi davranmak güç şey." derdi. "insanın basit ve içten duygularını; hatta bazen bütün duygularını susturması gerekiyor."

kulağıma eğilip şöyle demişti: "sergey, düzyazıyı ortadan kaldırmak gerek." "ne?" "bir kır görüntüsünü tarif eden bir şey okudum. çayırların bal kokusu, volga kıyısındaki uçsuz bucaksız topraklar, ağaçlarda patlayan o alışılmış tomurcuklar, bozkırlar. hepsinden gına geldi. bütün bunlar, uzun süredir edebiyat olmaktan çıktı, yapmacıklaştı."

düzyazısının anlaşılır, canlı, gerçekçi bir yanı vardı. gerçekten çağdaş bir yazardı bulgakov.

17.09.2020

kadın

valerie solanas

kadın olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir. kadınlık bir noksanlık hastalığı, kadınlar da duygusal sakatlardır.

kendi içine kıstırılmış olan kadın tamamen benmerkezcidir ve başkalarıyla empati kurmaktan ya da özdeşleşmekten, aşktan, dostluktan, şefkat ve muhabbetten tamamen acizdir. herhangi bir konuda zihniyle değil midesiyle cevap verir. aklı, ihtiyaç ve güdülerinin hizmetinde bir aletten başka bir şey değildir. zihinsel tutkudan, karşılıklı zihinsel etkileşimden acizdir. kendi fiziksel duyuları dışında herhangi bir şeyle ilişkilenemez. haz ya da mutluluk alıp vermekten aciz, yarı ölü, sorumsuz bir topaktan ibarettir. netice itibarıyle, en iyi halinde bile, can sıkıntısı ve zararsız bir lekeden ibarettir.

yalnızca başkalarını özümseyebilme kabiliyeti olanlar tatlı olabilir. kadın, insanlar ve maymunlar arasında bir alaca karanlık kuşağında kıstırılmıştır ve maymunlardan çok daha kötüdür; çünkü geniş bir olumsuz duygular dizisine sahiptir -nefret, kıskançlık, hor görme, tiksinme, suç, utanç, şüphe- ve üstüne üstlük ne olup ne olmadığının da farkındadır.

tamamen benmerkezci, ilişkilenmekten, empati kurmaktan ya da özdeşleşmekten aciz olup engin, istilacı ve yaygın bir cinsellikle dolmuş olan kadın, fiziksel olarak edilgendir. kendi edilgenliğinden nefret eder; o yüzden de bunu erkeklere yansıtır. ve erkeği etkin olarak tarif eder, sonra bir erkek olduğunu ispatlamaya koyulur.

her kadın derinden derine bir boka yaramadığını bilir. hayvansı duygularla dolup taşmıştır ve bunun utancı içinde; kendini ifade etmeyi değil, tam aksine, bütün fizikselliğini, bütün benmerkezciliğini, başka kadınlara karşı duyduğu nefret ve hor görmeyi başkalarından saklamak ister.

başka kadınların kendisine karşı hissettiğinden şüphelendiği nefret ve hor görmeden korunmak için, bir yandan da, en ufak bir heyecan ya da duygunun ortaya çıkması karşısında hemen rahatsız olan çok kaba bir sinirsel sisteme sahiptir.

kendi yetersiz benliğinden tiksinen, kendi boş beniyle baş başa kaldığında yoğun bir endişeye, derin ve engin bir yalnızlığa gömülen, tamamlanmak konusunda sönük ümitlerle, herhangi bir dişiye kendini bağlamak için çırpınan, altına dokununca altın olacağı yolundaki mistik inanca bağlı olan kadın, erkeklerin sürekli refakatine muhtaçtır.

boş zaman kadını ürkütür; çünkü böylece kendi grotesk benliğiyle yüz yüze gelmek zorunda kalacaktır. böylece günlerinin birçok saatini başka biri için sıkıcı, aptallaştırıcı, yaratıcı olmayan bir işle geçirip, hayvanlardan daha düşük, makineler gibi işlev görürler ve en iyi halde -eğer "iyi" bir iş bulabilirlerse- bok yığınının yönetimine katkıda bulunurlar.

insanı özümseyen, duygusal olarak tatmin eden, anlamlı faaliyetleri çok seven dişiler, bunu gerçekleştirecek fırsat ve kabiliyete sahip olmadıklarından zamanlarını keyfe keder biçimlerde harcar: uyumak, alışveriş yapmak, bowling, iskambil ya da başka oyunlar oynamak, yavrulamak, okumak, dolaşmak, hayal kurmak, yemek yemek, kendileriyle oynamak, haplanmak, sinemaya gitmek, psikiyatriste gitmek, seyahat etmek, kedi köpek yetiştirmek, plajda sere serpe yatmak, yüzmek, tv seyretmek, müzik dinlemek, evlerini süslemek, bahçevanlık, dikiş dikmek, geceleri çıkmak, dans etmek, misafirliğe gitmek, "becerilerini geliştirmek" (kurslara gitmek) ve "kültür" (konferanslar, oyunlar, konserler, "sanat" filmleri) izlemek.

erkeklerle kişisel ilişkilerinde hakimiyet sağlayamayan kadın, genel hükümranlığını her şeyin ve herkesin manipülasyonuyla elde eder.

anın tadını çıkarmaktan aciz olan kadının, önüne koyacak bir şeye ihtiyacı vardır ve para ona ölümsüz, bitimsiz bir hedef sağlar.

baba, çocuklarının iyiliğini ister; anne ise yalnızca annenin iyiliğini, yani sessiz ve huzur içinde, kendisinin vakar diye uydurduğu şeyin pezevenkliğini yapmak (saygı), kendisiyle ilgili iyi düşünceler (statü), denetleme ve manipüle etme ya da eğer "aydınlanmış" bir anneyse "rehberlik etme" imkanı.

baba, çocuklarını sever, bazen kızsa bile öfkesi çabuk geçer ve öfkeli olduğu sırada bile sevgiyi ve temelde onları kabul etmeyi dışlamaz. duygusal olarak hasta olan anne çocuklarını sevmez, onları tasvip eder. yani iyi olduklarında, tatlı, saygılı, itaatkâr, onun iradesinin kölesi, sessiz olduklarında ve annenin havadan nem kapan dişil sinir sistemini en fazla üzen beklenmedik huysuzluk gösterilerine kapılmadıkça -yani bir başka ifadeyle edilgen sebzeler olduklarında.

eğer modern, "medenileşmiş" bir anneyse "iyi" olmadıklarında kızmaz ama daha ziyade tasvip etmediğini ifade eder. bu, öfkenin aksine uzun sürelidir ve temeldeki kabulü dışlar ve çocuğu bir değersizlik hissiyle ve ömür boyu sürecek bir onaylanma takıntısıyla baş başa bırakır. sonuç bağımsız düşünce karşısında duyulan korkudur; çünkü bu âdet olmayan, onay görmeyen kanaatlere ve hayat tarzlarına yol açar.

çocuğun annenin onayını istemesi için ona saygı duyması gerekir ama anne çöp olduğundan, ancak uzak ve mesafeli durduğunda, "samimiyet saygısızlık doğurur." sözüne uygun davrandığında saygı gördüğünden emin olur.

babalığın dişiler üzerindeki etkisi onları eril yapmasıdır -bağımlı, edilgen, evcimen, animalistik, düzgün, güvensiz, onay ve emniyet peşinde, korkak, aciz, otoriteler ve erkekler karşısında "saygılı", kapalı, tam olarak harekete geçmeye hazır olmayan, yarı ölü, saçma, donuk, basmakalıp, düzlenmiş ve tamamen rezil.

kadın, şartlanmış refleksler yumağından ibarettir, zihnen özgür karşılıklar vermekten aciz olduğundan, davranışları tamamen geçmiş tecrübeleriyle belirlenir. en eski tecrübeleri babasıyladır ve bütün hayatı boyunca ona bağlı kalır. kadın, babasının bir parçası olmadığı, onun o, ötekinin de öteki olduğunu bir türlü anlayamaz.

kadının en büyük ihtiyacı baba tarafından yönlendirilmek, barındırılmak, korunmak ve hayran olunmaktır.

kadınlar, karşısında kendilerinin dehşet içinde büzüldükleri şeye, yani kadınlara, erkeklerin hayran olmasını bekler. ve tamamen fiziksel olduğundan, edilgenliğine karşı cansiperane mücadele ederek, "dış dünyada" geçirmediği zamanını, yemek, uyumak, sıçmak, gevşemek ve baba tarafından teselli edilmek gibi temel hayvani faaliyetler içinde çimerek geçirir.

her zaman onaylanmanın, başının okşanmasının ve yoldan geçen herhangi bir çöpün kendisine "saygı" duymasının peşinde olan edilgen, mankafa babasının kızı, kolaylıkla anneye, yani fiziksel ihtiyaçların kafasız başyaverine, orangutansı alnı teskin edene, çelimsiz egonun destekçisine, aşağılık olanın yardakçısına, yani memeleri olan bir sıcak su torbasına indirgenir.

kadın, türün, herhangi başka bir kadınla yeri doldurulabilen tek mensubudur. derininde, herhangi bir bireyselliği mevcut değildir.

tamamen kendi benliklerine gömülü olan ve yalnızca kendi bedenleri ve fiziksel duyumsamalarıyla bağlantı kurabilen kadınlar birbirlerinden çok az fark gösterir.

kadın, erkeğin bireyselliğinin pekala farkındadır ama bunu algılayamaz ve bununla kendisini ilintilendirmekten ve duygusal olarak bunu kavramaktan acizdir. bu onu korkutur, sıkar ve kıskançlıkla doldurur. o yüzden bunu reddeder, herkesi işlevi ve kullanımıyla tanımlamaya devam eder.

gerçeklikte, erkeğin işlevi keşfetmek, bulmak, sorunları çözmek, espri patlatmak, müzik üretmek ve bunların hepsini de aşkla yapmaktır. diğer bir deyişle erkeğin işlevi bir sihir dünyası yaratmaktır.

kadın, boş olduğu ve ayrı, bütünlüklü bir varlığı ve seveceği herhangi bir benliğe sahip olmadığı için ve sürekli olarak erkeklerle birlikte olma ihtiyacı duyduğundan, tamamen yabancısı bile olsa bir erkeğin düşüncelerine herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde fütursuzca girmekte bir sakınca görmez.

o yüzden aileye dayanan bir toplum yaratmıştır: çiftin ve çocuklarının -ailenin varlığını affettirecek bir bahane- birbirlerinin üzerinde yaşayıp kadının hakların, mahremiyetini ve akıl sağlığını bilinçsizce ihlal ettikleri birim.

acınacak kadar güvensiz olan kadın, erkeğinin başka erkeklere ya da biraz olsun hayatı temsil eden herhangi bir şeye maruz kalırsa kendisini terk edeceğinden korktuğu için onu başka kadınlardan ve elinden geldiğince medeniyetten tecrit etmeye çalışır.

kadının, başarısızlıklarının ve eksikliklerini yansıtabileceği ve erkek olmamaktan kaynaklanan hırsını çıkarabileceği günah keçilerine ihtiyacı vardır.

tamamen fiziksel olup zihinsel her türlü bağlantıdan aciz olan kadın, bilgi ve fikirleri anlama ve kullanma kabiliyetine sahip olmasına rağmen onlarla bağlantılanmayı, onları duygusal olarak kavramayı beceremez; bilgi ve fikirleri kendi başlarına değerlendirmez (onlar amaca giden yoldaki araçlardır) ve bunun bir sonucu olarak zihinsel arkadaşlara ve başkalarının entelektüel potansiyellerini geliştirmeye ihtiyaç duymaz.

cehalet kadının tekelindedir ve kadın; aydınlanmış, uyanmış bir erkek nüfusun kendisinin sonu anlamına geleceğinin farkındadır.

kadın, teknoloji onu zorladığında, başka seçeneği olmadığında veya toplum, değişmezse öleceği bir noktaya geldiğinde değişir ancak.

edilgen, erkeğe saygılı, ona uyum sağlamaya hazır ve ondan korkan babasının kızı, onun tahammül edilmez sıkıcılıktaki gevezelikleri kendisine dayatmasına izin verir. bu onun için çok zor olmaz; çünkü babanın kafasına soktuğu gerilim ve endişe, sükunet eksikliği, emniyetsizlik, kendine güvensizlik, kendi duygu ve düşüncelerinden emin olmama hali, onun değerlendirmelerini batıl kılar ve onun, erkeğin gevelemelerinin gevelemeden başka bir şey olmadığını görmesini engeller.

kadınlar kendilerini ve yeterince erkek olmadığına inandıkları ve onlara saygı duyan, yaltaklanan bütün erkekleri hor görür.

güvensiz, onay arayan, yaltaklanan bütün kadınlar kendilerini ve kendilerine benzeyen kadınları hor görür. kendine güvenen, hareketli, heyecan arayan kadınlar ise erkekleri ve onlara yaltaklanan kadınları hor görür. kısacası, hor görme günümüzün düzenidir.

kadının hayattaki tek zevki başkalarını ifşa etmektir. bir kere ifşa olduktan sonra, ne olarak teşhir olduklarının fazla bir önemi yoktur; dikkat kadının üzerinden uzaklaşacak olduktan sonra. nefret kadının değersiz varlığının ta dibindedir.

insanın varoluşunu haklı kılan tek şeyden, yani olumlu bir mutluluk halinden aciz olan kadın, en iyi halinde gevşemiş, rahat ve tarafsız bir durumdadır ve bu hal çok kısa bir süre yaşanabilir; çünkü olumsuz bir hal olan sıkıntı hemen ona yerleşiverir. o yüzden kadın çilekeş bir varoluşa mahkumdur adeta, bunu iyileştiren tek şey ancak zaman zaman yaşanabilen sükunet anlarıdır ki bunları da ancak bir erkeğin karşılığında sağlayabilir.

kadın, tabiatı itibarıyla bir kene, bir duygusal parazittir ve o yüzden etik olarak yaşamayı hak etmez; çünkü kimsenin başkalarının karşılığında yaşama hakkı yoktur.

aklı başında bir toplumda kadın itaatkâr bir biçimde erkeği takip eder. kadın uysaldır ve kolay yönlendirilebilir, kendisini egemenliği altına almaya talip olan herhangi bir erkeğin egemenliğine açıktır. aslında kadın çaresizce erkekler tarafından yönlendirilmeyi ister.

ama içinde yaşadığımız toplum aklı başında değil, birçok erkek, kadınlarla ilişkilerinde nerede durduğu konusunda en ufak bir fikre bile sahip değil.

her erkeğin içinde az ya da çok derecede bir sahte damar vardır ama bu, bir ömür boyu kadınlarla yaşamaktan dolayı dallanır. kadınları bertaraf edin, erkekler şekle girecektir.

gerçek

ivan pavlov

en cesurca tahminlerle ve hipotezlerle bile olsa, bir bilgi yetersizliğini hiçbir zaman örtmeye kalkışmayın. bu sabun köpüğü, oyunlarıyla sizin gözünüze istediği kadar hoş görünsün, er geç patlayacak ve size utançtan başka bir şey kalmayacaktır. bir kuşun kanatları istediği kadar kusursuz olsun, havayı kendine dayanak yapmadan kuşu havalandıramaz. gerçekler bir bilim adamı için hava kadar önemlidir. onlarsız asla uçamazsınız. onlar olmadan 'kuramlarınız' hiçbir işe yaramaz. unutmayın ki bilim, bir insanın tüm hayatını alır. iki hayatınız olsaydı bile size yetmezdi. çalışmalarınızda ve araştırmalarınızda tutkulu olun.

16.09.2020

terapi

carl gustav jung

"en derin ve en önemli konuşmalarım hep adı sanı bilinmeyen insanlarla oldu."

psikiyatri vakalarının çoğunda hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak bu öyküyü kimse bilmez. tedaviye ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde edilmiş olur. doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir.

çoğu vakada bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.

psikozun arkasında bir kişilik, bir yaşam öyküsü, umutlar ve istekler yatar. anlamıyorsak suç bizdedir. ilk kez, kişiliğin genel psikolojisinin psikozun içinde saklı olduğunu ve insana özgü çelişkilere burada da rastladığımızı fark ettim. hastalar tepkisiz ya da tümüyle geri zekalı gibi görünseler bile zihinlerinde varsayılandan çok daha fazlası olup bitiyor ve çok daha fazla anlam var. akıl hastalığının derinlerine indiğimizde yeni ve bilinmeyen hiçbir şeyle karşılaşmayız. bulduğumuz, bizim de altyapımızdır.

bir şeyden vazgeçersek ve bir şeyi geride bırakıp onu iyice unutursak, görmezden geldiğimiz şeyin güçlenerek geri dönme tehlikesini oluşturmuş oluruz.

kültürlü ve zeki hastalarla karşılaştığınızda meslek bilgisi yetersiz kalır. tüm kuramsal varsayımları bir kenara atarak hastayı neyin motive ettiğini anlamak zorundasınızdır. bunu yapamazsanız gereksiz bir dirençle karşılaşırsınız. önemli olan bir kuramın yerine oturması değil, hastanın kendini bir birey kabul etmesidir. bu da doktorun bilmesi gereken ortak görüşlere göndermeler yapmak demektir. bunun gerçekleşmesinde tıp eğitimi yetersiz kalır; çünkü bir insanın ruhu bir muayenehanenin kısıtlı sınırlarının dışına taşan çok geniş bir ufka sahiptir.

bir doktor ancak kendi etkilenirse etkileyebilir. yalnızca yaralı bir doktor iyileştirebilir. kişiliğini bir zırhın içine gizlerse etkili olamaz.

her terapistin başka bir bakış açısına açık olabilmesi için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. papanın bile itiraflarını dinleyen biri var. analistlere her zaman, "kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba ya da bir anne bulun." öğüdünü veririm. özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş kaftandır. kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel içgörüleri vardır. erkeklerin içlerini okurlar ve anima'larının karmaşıklığını görürler. bu nedenle hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!

ön yargılar ruhsal yaşamın dolu dolu yaşanmasını engeller ve onu yıpratırlar.

hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. benim için önemli olan, hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir hristiyan'sa hristiyan ve bir yahudi'yse yahudi, yani kaderi neyse o kalır.

yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. bu nedenle kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir.

hasta önerilerimi izlemek istemiyorsa onu hiçbir zaman zorlamam. hastanın basit dirençler nedeniyle tutuklaştığı varsayımını da kabul etmem. hasta direnmede inat ediyorsa bu, dikkat edilmesi gereken bir uyarıdır. iyileştirici yol herkesin yutamayacağı bir zehir olabilir. ölüme bile yol açar.

hastalarla ilişkim bana paranoid düşüncelerin anlamlı bir öz taşıdığını öğretti.

hastalarımın çoğunu inananlar değil, inançlarını yitirmiş olanlar oluşturdu. bana gelen kişiler yitik kişilerdi. çağımızda bile, inancı olan bir birey kiliseye gidip simgesel de olsa en azından yaşamını sürdürebilir. dinin birçok açısını, vaftiz edilmeyi, ayinleri vb. düşünmemiz yeterli. oysa simgelerin deneyiminden geçmek insanın aktif olarak onlara katılması demektir. işte günümüzde bu eksik. hele nevrotik insanda bu hiç yoktur. böyle durumlarda, bilinçdışının kendiliğinden, olmayanın yerini almaları için simgeleri çıkartıp çıkarmadığını gözlemlememiz gerekir ama bu, o kişinin bu simgesel düşleri ve imgeleri anlayıp anlayamayacağı ve sonuçlarına katlanıp katlanmayacağı sorununu ortadan kaldırmaz.

anlamsızlığın, yaşamı dolu dolu yaşamayı engellediği için bir hastalıktan farkı yoktur. birçok şeyi, hatta belki de her şeyi dayanılır bir hale dönüştüren anlamdır.

güzel bir eski öykü vardır. bir gün bir öğrencisi hahama gitmiş ve "eskiden tanrı'nın yüzünü gören insanlar varmış. neden artık görmüyorlar?" diye sormuş. haham da, "çünkü bugün artık kimse o kadar eğilemiyor." diye yanıt vermiş. ırmaktan su çıkarabilmek için biraz eğilmek gerekir.

15.09.2020

intihar mektubu

virginia woolf


canım,
yeniden aklımı kaçıracağıma eminim
bu berbat dönemlerden birine daha
tahammül edemeyeceğimizi hissediyorum
bu kez iyileşmeyeceğim
sesler duymaya başladım
dikkatimi toplayamıyorum
bu yüzden en iyi şey neyse
onu yapacağım. sen bana
dünyadaki en büyük mutluluğu verdin
elinden geleni yaptın
bu korkunç hastalık gelene kadar
iki insanın bizim kadar mutlu olabileceğini
sanmazdım. artık bununla savaşamıyorum
senin hayatını berbat ettiğimin farkındayım
ben olmasam çalışabilirsin. çalışacaksın da
buna eminim. görüyorsun, şunu bile
doğru dürüst yazamıyorum. okuyamıyorum
söylemek istediğim şu:
hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçluyum
bana çok sabır gösterdin
inanılmaz derecede iyi davrandın
bunu söylemek istiyorum
zaten herkes biliyor bunu
kurtulmam mümkün olsaydı
beni kurtaran sen olurdun
her şeyimi yitirdim
yalnızca senin iyi biri olduğuna
inancım kaldı geriye
senin hayatını daha fazla rezil edemem
bizden daha fazla mutlu olabilecek
iki insan yoktur.
v.

gerçek

leyla erbil

sen tutar ömrünü, cem sultan'ı kimin zehirlediğini araştırmaya adarsın, diyelim, cem sultan'ı fransızlar, diyelim ruslar zehirlemiş olsun, bundan sonra neyi değiştirir? ya da beriki, dante'nin divina commedia'sını ebul-ala maarri'nin, risalet-ül gufran adlı kitabından aynen çaldığını ispat etmekle tüketir hayatını; doğrudur da, çalmıştır, biliniyor da pekala, amma, ne fayda, gerçek artık o gerçek değildir, gerçek kaymıştır artık. divina commedia, dante'nindir! maarri'nin adı yoktur ortada. bütün dünya öyle biliyor ve böylece gerçek olmayan gelmiş gerçeği silmiş, yalanı yanlışı kazımıştır beynimize. eğer insanın içinde gerçek tutkusu cayılmaz ve yüce bir duygu olsaydı bu yanlışları benimseyemezdi insanoğlu. dante'yi değil, maarri'nin adını anardık. haklılık, ihanet, insanlık suçu; bunlar gerçek karşısında hayalet gibi kalmış, eskimiş kavramlardır, hiçbir şeyi değiştirmez gerçeği anlatmak!

14.09.2020

aşağı tabaka

victor hugo

toplumun altında büyük bir kötülük mağarası vardır ve ısrarla belirtmemiz gerekir ki, cehaletin ortadan kalkacağı güne kadar da var olacaktır.

burada çıkar gözetmezlik kaybolur. iblis belli belirsiz boy gösterir. herkes kendi çıkarına bakar. gözsüz benlik ulur, araştırır, yoklar ve kemirir. toplumsal ugolin* bu uçurumun dibindedir.

bu çukurda dolaşan hayvana yakın, hayalete benzer vahşi siluetler, evrensel ilerlemeyle hiç ilgilenmezler; bunun ne fikrinden ne de adından haberleri vardır. tek kaygıları bireysel doyumdur. hemen hemen bilinçsizdirler, içleri korkunç bir silintiye uğramıştır. iki tane anaları vardır, iki üvey ana: cehalet ve sefalet. bir tek rehberleri vardır: ihtiyaç ve bütün doyum şekilleri için iştah. hayvanca oburdurlar, yani yırtıcıdırlar; bir zorba gibi değil, bir kaplan gibi. bu gulyabaniler ıstıraptan suça geçerler: kaçınılmaz gelişme, baş döndürücü sonuç, karanlığın mantığı. toplumun sahne altı üçüncü bodrumunda sürünen şey, artık boğulan mutlak özleyişi değil, maddenin protestosudur. insanoğlu orada ejderha kesilir. hareket noktası açlık, susuzluktur. yarış noktası iblisleşmektir. bu mahzenden lacenaire çıkar.

bu mahzen bütün öbür mahzenlerin altındadır ve hepsine düşmandır. istisna tanımayan kindir o. bu mahzen filozof nedir bilmez, hançeri hiçbir zaman kalem yontmamıştır. karalığının, yazı takımının yüce karalığıyla hiçbir ilgisi yoktur. gecenin bu boğucu tavan altında kasılan parmakları hiçbir zaman bir kitabın yapraklarını çevirmemiş, bir gazetenin sayfalarını açmamıştır.

toplum için tek tehlike karanlıktır. insanlık özdeşliktir. bütün insanlar aynı balçıktan yoğrulmuşlardır. hiç olmazsa bu dünyada, kaderde hiçbir ayrılık yoktur. önce aynı karanlık, geçiş sırasında aynı et kemik, sonra aynı toz toprak. fakat insanın hamuruna karışan cehalet onu karartıyor. bu devasız karanlık insanın içine yayılıyor ve orada kötülük haline geliyor.

cartouche'a göre babeuf büyük bir istismarcı; schinderhannes'a göre marat bir aristokrattır. bu mahzenin tek amacı her şeyin yıkılmasıdır. her şeyin. nefret ettiği üst lağımlar da dahil olmak üzere, iğrenç kaynaşması içinde o yalnızca mevcut sosyal düzenin altını lağımlamakla kalmaz; aynı zamanda felsefenin, bilimin, hukukun, insan düşüncesinin, uygarlığın, devrimin, ilerlemenin de altını lağımlar. onun adı düpedüz hırsızlıktır, fuhuştur, cinayet ve katildir. o zulmettir ve kaos ister. kubbesi cehaletten örülmüştür. bütün öbür lağımlar, üsttekiler, tek bir amaca yöneliktirler: en alttaki lağımın yok edilmesi. felsefe ve ilerleme, bütün organlarıyla birden, gerçeğin düzeltilmesiyle olduğu gibi mutlağın düşünülmesiyle de bu amaca varmaya çalışırlar. cehalet dehlizini yok edin, suç köstebeğini de yok etmiş olursunuz.

* 13. yüzyılda yaşamış olan, pisa'nın zalim tiranı. sonunda düşmanları tarafından iki oğlu ve iki torunu ile birlikle bir kaleye hapsedilerek açlıktan ölmeye terk edilmiş, rivayete göre orada çocuklarını ve torunlarını yedikten sonra ölmüştür.

13.09.2020

tek yönlü bilet

abe kobo

şarkı söylemek isteyen keyfince söylesin. aslında, eline tek gidişlik bilet tutuşturulmuş bir insan, pek öyle kolay kolay gönlünce şarkı söyleyemez. elinde tek gidiş biletinden başka bir şey olmayan insan türü, ayakkabısının topuğu çakıllara bastığında çıkan sesten bile ürkecek kadar diken üstündedir. artık daha fazla yürümeye niyeti yoktur. canı gidiş-dönüş bileti için ağıt yakmak ister aslında. tek yön bileti, dün ve bugün, bugün ve yarın arasındaki bağın koptuğu, paramparça olmuş bir yaşamdır. öylesine yırtık pırtık olmuş bir tek yön bileti için ağıt yakabilenler, bir zamanlar gidiş-dönüş biletini sımsıkı yakalamış olan insanlarla sınırlıdır. işte o yüzden biletin dönüş için olan yarısını kaybetmemek, çaldırmamak için neredeyse histeri telaşıyla hisse senetleri alır, hayat sigortası yaptırır, sendikayla amirleri arasında ikiyüzlüce oynarlar. banyo oluklarından, tuvaletin deliğinden yükselen tek yön biletlilerin yardım isteyen çığlıklarından bıkar, kulak tıkamak için televizyonun sesini iyice açarak izler, tek gidiş bileti için gönül rahatlığıyla ağıt yakabilirler. kapatılan insanın şarkısı, çift yönlü bilet için ağıt bile olsa, hiç kuşkuya kapılmazlar.

12.09.2020

blade runner

douglas kellner / michael ryan

blade runner, "üreticileri" tyrell corporation'a başkaldıran 4 androidle ilgilidir. deckard adlı bir polis onları "emekliye ayırmakla" görevlendirilir. deckard, tyrell şirketinin en gelişmiş modellerinden biri olan rachel'a aşık olur. rachel'ın yardımıyla asilerin üçünü öldürüp dördüncüsü olan roy'la teke tek bir kavgaya tutuşur. ölmek üzereyken deckard'ı öldürme fırsatını ele geçiren roy, bu fırsatı kullanmaz ve yaşamasına izin verir. filmin sonunda bir başka polis deckard ve rachel'ın kentten doğaya kaçmalarına göz yumar. film, teknoloji ve insani değerler arasında bir uzlaşma zemini sunar. deckard'ın sözleriyle, androidler de diğer tüm makinelerden farksızdır; faydalı olabilecekleri gibi tehlikeli de olabilirler. film, insanla makine arasındaki mutlu evlilikle sonlanır.

blade runner'ın bir özelliği de, kapitalizmin baskıcı özüne dikkat çekmesi ve sömürüye başkaldırıyı desteklemesidir. tyrell corporation daha kolay söz geçirebileceği bir emekçi ordusu yaratmak için androidler geliştirir; film, lang'in metropolis'ini andıran bir motifle kapitalizmin insanları makineleştirmesini betimler. dev elektrikli tabelalardan yansıyan parlak pembe ve kırmızı ışıkların sokakların karanlık yeraltı dünyasıyla oluşturduğu keskin karşıtlık, varlıklı sınıfın tüketim dünyası ile kapitalizme özgü kentsel yoksulluk ve emekçiliğin karanlık dünyası arasındaki uçuruma dikkat çeker. ayrıca, şirket binalarının maya uygarlığının modernize edilmiş bir uyarlamasını andıran mimari üslupları insanlığın kapitalist tanrı için kurban edilişini akla getirir; nitekim tyrell da bir çeşit tanrısal babaerkil lider olarak temsil edilmiştir.

pazar

raoul vaneigem

pazarın her şey olduğu yerde insan hiçtir.

din, maneviyat adına reddetse de, maddi çıkarları yönetmekten hiç geri kalmaz. yoksulluk ve merhamet, ölüm ve öte dünya, günah ve günahın satın alınması pazarlarından az kâr sağlamadı.

din, sömürü sözleşmesini semavi bir vekaletin sürekliliği üzerinde kuran ve köleliğin silahlarıyla mücadele ettiği totalitarizmi sürekli yenileyen bir ekonomi anlayışıdır.

dinsel pazarın çöküşü, yerini pazar dinine bırakır. ekonomistler, kredili ve alacaklı bir tanrı'nın sonuncu tuzu kuru papazlarıdır.

tersine bir dünyada yaşadığımız, günün birinde uyanacağımız bir kabusa gömülmüş olduğumuz fikrini desteklememiş olan bilinçli bir filozof yoktur.

din bütün darbelerde başarı kazanır: hem sakatlar hem de koltuk değneği satar. bastırılmış yaşama iradesi ölüm refleksine döndüğünden ve içi boşaldığından beri, tarihin akışı marazi dünyaların en iyisi yönündedir.

din, insanı çürüten ve aynı çürümeyle de kendini yok eden bir sistemin aşkın saflığı iddiasındadır. insanın ekonomik varlık olarak ilerlediği ve arzu varlığı olarak gerilediği, tersine giden dünyanın aklanmasıdır.

11.09.2020

hicviye

georg büchner

insanlık ebedi açlık içinde daha ne kadar kendi uzuvlarını yiyecek? ya da biz kazazedeler bir gemi enkazı üzerinde giderilmez bir susuzlukla daha ne kadar birbirimizin damarlarındaki kanı emeceğiz? ya da biz ten cebircileri sürekli reddedilen x bilinmeyeni ararken denklemlerimizi daha ne kadar parçalanmış organlarla yazacağız?

yaşam süresinin birazcık kısaltılması iyidir. ceket fazla boldu, bedenimiz onu dolduramıyordu. yaşam bir hicviye olacak, bundan böyle kimin elli ya da altmış şarkılık bir destana soluğu ve zihni yeter? birazcık usareyi kazandan değil de likör bardaklarından içmenin zamanı geldi. böylece ağzımız dolacak, yoksa işkembeye birkaç damlayı akıtmak zor olacaktı. sonunda haykırmam gerekiyor, bu gayret fazla geliyor bana. yaşam, onu sürdürmek için gösterilen çabaya değmez.

10.09.2020

yüzleşme

sylvia plath

yıkıcı sonuçlar yaratmaksızın görenekleri yıkamayacak denli vicdan şırınga edilmiş içime; yalnızca imrenerek sınıra dayanabilirim, suçluluk duygusuna kapılmaksızın cinsel açlıklarını özgürce giderebildikleri, bütünlüklerini koruyabildikleri için oğlanlardan nefret, nefret, nefret ediyorum; oysa ben buluşmadan buluşmaya sürükleniyorum; hiçbir zaman doyurulmayan, sırılsıklam bir arzuyla. tiksindiriyor bu beni.

sevmiyorum, kendimden başka hiç kimseyi sevmiyorum. bunu kabul etmek sarsıcı bir şey. annemin benliği silen sevgisinden eser yok bende. sabırlı, pratik sevgi yok. ben, dobra dobra, kısaca söylemek gerekirse kendime aşığım; küçük, yetersiz göğüsleri, kıt, cılız yetenekleriyle çelimsiz varlığıma. kendi dünyamı yansıtanlara sevgi duyma yeteneğim var. başka insanlara gösterdiğim özenin ne kadarı gerçek ve dürüst, ne kadarı toplumun sürdüğü yapay bir cila, bilmiyorum. kendimle yüzleşmekten korkuyorum. bu gece bunu yapmaya çalışıyorum. mutlak bir bilgi olmasını, beni değerlendirebileceğine, bana gerçeği söyleyebileceğine güvenebileceğim birinin olmasını yürekten istiyorum.

yaşam yalnızlıktan başka nedir ki? tüm uyuşturuculara, hiçbir amacı olmayan partilerin yaygaracı neşesine karşın. sonunda, içinizi açabileceğinizi duyumsadığınız birini bulunca da, ağzınızdan çıkan sözleri işitince donakalacaksınız. içinizdeki küçük, kasılmış karanlıkta öylesine uzun zaman kapalı kalmaktan öylesine paslı, öylesine çirkin, öylesine anlamsız, güçsüz ki.. evet, sevinç var, gerçekleştirmeler var, arkadaşlık var; ama ruhun, kendi kendinin yıldırıcı bilincindeki ruhun yalnızlığı korkunç, egemen.

arka avlumda, sıcak, amorfik aylaklık, esin beni devindirdikçe tembelce yazarak ya da yazmayarak oturmak olmamalıydı yaşam. tersine, dopdolu bir programa göre, işi başından aşkın kişilerin sincap kafesinde çılgınca koşmaktı yaşamak; çalışmak, dans etmek, düş kurmak, konuşmak, öpüşmek, şarkı söylemek, gülmek, öğrenmek..

toplama kampı

slavoj zizek

"dünyada birçok korkunç şey var; ama hiçbiri insan kadar korkunç değil."

toplama kampı yüzyıl başlarında ingilizler tarafından boerler'e karşı savaşırken icat edilmiş ve sadece başlıca iki totaliter güç -nazi almanyası ve stalinist sscb- tarafından değil, abd gibi bir "demokrasi kalesi" tarafından da -ikinci dünya savaşı sırasında japonları tecrit etmek amacıyla- kullanılmıştır. bu yüzden toplama kampını "göreli" bir şey gibi sunmaya, onu biçimlerinden birine indirgemeye, onu özgül bir toplumsal koşullar kümesinin sonucu olarak kavramaya -"toplama kampı" yerine "gulag" ya da "holocaust" terimini tercih etmeye- yönelik her girişim, çoktan gerçeğin dayanılmaz ağırlığından kaçıklığına işaret eder.

9.09.2020

şiddet

pascal bruckner

insan en çok, değer verdiği varlıkları yaralar, yabancıları hırpalamak insana zevk vermez. uygarlık diye adlandırdığımız her şey zalimliğin derinleştirilmesi üzerine temelleniyor. fiziksel şiddet gözden düştüğü için gelişmiş acımasızlık bugün sözcüklerde gelişip büyüyor, canlanıyor. vahşiliğe son verişiyle gurur duyan bizim kuşağımız onu maskelenmiş bir halde geri gelmeye zorladı. insanlar gücünün dozunu yumruklarıyla ya da kaslarıyla ayarlamıyor artık; onu zekaları ya da dilleriyle pekiştiriyorlar. toplumumuz bu konuda incelik kazandı ama acı alay ve karalama suretiyle yaratılan büyük yıkımların telafisi için birtakım cezalar getirilmedi henüz. şunu da unutmayın ki, başkasını yıldırmak için, bir yüzyıldan beri topraklarımızda yeşermiş çeşitli kurtuluş ideolojileri de içinde olmak üzere, her yol mübahtır. hatta bireylere kendi özgürlükleri adına hakaret edebilmek çağımızın özel cazibelerinden biridir.