30.11.2020
uzun lafın kısası
27.11.2020
yazarın sorumluluğu
görüntünün anlamı yenilgiye uğrattığı şu yaşadığımız günlerde, hayatlarımız içerik ve derinliğini yitirdikçe hikayeler de sığlaştı, sıradanlaştı. sinema da edebiyat da iyi, etkileyici hikayeler bulamıyor artık ya da genelde eğitimsiz, beğeni düzeyi sınırlı çoğunluğa hitap edecek konular yeğleniyor. çünkü bir tür kültürel atalet içinde bulunan çoğunluk, vakit geçirmeye, eğlendirmeye ya da genel umutsuzluğa ilaç olmaya yarayacak ürünlere ilgi duyuyor. piyasa da, büyük okur kitlesi de para kazanma, hayatta başarılı olma ve hızlı değişim formülleri ve mistik arayışlarla dolu kitapları seviyor. edebiyatın terazisi bozuldu, çalışmıyor artık. üstelik yazı dili de eskisi gibi rakipsiz değil. bağımlılık yapan basmakalıp televizyon dizileri, renkli internet eğlenceleri, boş bilgisayar oyunları, bildik serüven ve şiddet filmleriyle, kısacası sınırsız ve ilkesiz sanal gerçeklikle yarışmak zorunda.
yazmak, bugün her zamankinden daha fazla yaşamsal bir tepki, ifşa etme gereksinimi, cehennemin içinden gelen bir çığlık ve kesinlikle ucuzluktan kaçış olmalı. günümüzün yazara yüklediği sorumluluk budur.
25.11.2020
din
önemli olan, insanın dış dünyadan ne miktarda gerçek tatmin ummak durumunda olduğu, kendini dış dünyadan bağımsız kılmaya ne ölçüde niyetli olduğu ve son olarak da, dış dünyayı kendi arzuları doğrultusunda değiştirmek için sahip olduğuna inandığı gücün ne kadar olduğudur.
bu noktada, dış koşulların yanı sıra bireyin ruhsal bünyesi belirleyici olacaktır. esas olarak erotik yapıdaki kişi diğer insanlarla duygusal ilişkileri ön plana alacak, kendi kendine yeterli olmaya yönelen narsistik kişi esas tatmini ruhsal iç süreçlerde arayacak, eylem insanı gücünü sınayabileceği dış dünyadan vazgeçmeyecektir.
her aşırı tercih, bireyi, seçmiş olduğu -diğerlerini dışlayan- yaşam tekniğinin yetersiz kaldığı yerlerde ortaya çıkacak olan tehlikelerle karşı karşıya bırakarak cezalandıracaktır.
tıpkı ihtiyatlı bir tüccarın sermayesini tek bir alana yatırmaktan kaçınması gibi, yaşam bilgeliği de tatminin tümünü tek bir çabadan beklememeyi öğütler. bir tekniğin başarısı hiçbir zaman kesin değildir; çünkü pek çok ögenin bir araya gelmesine, belki en çok da ruhsal bünyenin işlevini çevresine uydurarak haz almak amacıyla bu çevreden yararlanmasına bağlıdır.
din, bu seçim ve uyum sağlama oyununu kısıtlar; çünkü herkese kendi mutluluk edinme ve acıdan korunma yolunu dayatır. tekniği, yaşamın değerini düşürmek ve gerçek dünyanın tasarımını sanrılı bir biçimde çarpıtmaktır; bunun da ön koşulu zekanın sindirilmesidir. bu bedel sayesinde, ruhsal bir çocuksuluğu zorla sabitleştirme ve kitlesel bir sanrıya dahil etme yoluyla, din pek çok insanı bireysel nevrozdan uzak tutmayı başarır. ama bundan daha fazlasını da pek başaramaz.
din bile vaadini yerine getiremez. mümin "takdiri ilahi"den bahsetmek zorunda kaldığında, acı karşısında kendisine son avuntu olanağı ve haz kaynağı olarak yalnızca koşulsuz boyun eğmenin kalmış olduğunu itiraf etmiş olur. eğer bunu kabullenmeye zaten hazırsa, dolambaçlı yollara girmesi hiç gerekmeyebilirdi.
eski, uzak, mutlu
o eski, uzak ve mutlu zamanlarda anlamla hareket birdi. o cennet çağlarda evlerimize doldurduğumuz eşyalarla o eşyalara ilişkin hayallerimiz hep birdi. o mutluluk yıllarında elimize aldığımız aletlerin ve eşyaların, hançerlerin ve kalemlerin yalnızca gövdelerimizin değil, ruhlarımızın da bir uzantısı olduğunu herkes bilirdi. o zamanlar şairler ağaç deyince herkes tastamam bir ağacı hayalinde canlandırabilir, şiirin içindeki kelimenin ve ağacın, hayatın ve bahçenin içindeki şeyi ve ağacı işaret edebilmesi için uzun uzun hüner gösterip yaprakları ve dalları saymaya gerek olmadığını herkes bilirdi. kelimelerle anlattıkları şeylerin birbirine çok yakın olduğunu o zamanlar herkes o kadar bilirdi ki, dağlar arasındaki o hayalet köye sis indiği sabahlarda, kelimelerle anlattıkları şeyler birbirine karışırdı. o sisli sabahlarda uykularından uyananlar rüyalarla gerçekliği, şiirlerle hayatı ve adlarla insanları da birbirlerinden ayıramazlardı. o zamanlar hikayelerle hayatlar o kadar gerçekti ki, kimsenin aklına, hangisi hayatın aslı, hangisi hikayenin aslı diye sormak gelmezdi. rüyalar yaşanır, hayatlar yorumlanırdı. o zamanlar, her şey gibi insanların yüzleri de o kadar anlamlıydı ki, okuma yazma bilmeyenler ve alfayı meyve, a'yı şapka ve elif'i mertek sananlar bile, yüzlerimizin üzerlerindeki apaçık anlamın harflerini kendiliğinden okumaya başlarlardı.
24.11.2020
aşağılık kompleksi
mastürbasyon, erken boşalma, iktidarsızlık ve sapıklık, karşı cinsle ilişki kurmada yetersizlik korkusundan doğup çıkmış kararsız bir yaşam üslubunun belirtileridir. "neden bu yetersizlik korkusu?" diye soracak olursak, korkuya eşlik eden egemenlik amacını karşımızda buluruz. soruya alacağımız yanıt ancak şu olabilir: "insan fazlasıyla büyük bir başarıya kavuşmayı amaç edinmiştir de ondan."
yetersizlik duygusu binlerce değişik kılıkta açığa vurabilir kendini. ilk kez hayvanat bahçesine götürülen üç çocuğa ilişkin bir anekdotu aktararak belki bunu somut şekilde anlatabilirim: bir aslan kafesinin önüne geldiklerinde çocuklardan biri annelerinin arkasına saklanarak şöyle der: "eve gitmek istiyorum." olduğu yerden kıpırdanamayan ikinci çocuk ise benzi sapsarı kesilip titreyerek: "hiç korkmuyorum; ama hiç!" der. aslana dik dik bakan üçüncü çocuk ise annesine dönüp: "yüzüne tüküreyim mi şunun?" diye sorar.
gerçekte üç çocuğun üçü de aslan karşısında bir yetersizlik duygusuna kapılmış; ama her biri içindeki duyguyu başka biçimde, kendi yaşam üslubuna uygun olarak dile getirmiştir.
23.11.2020
son söz
gece boyunca sık sık uyandım. uyku, başlangıçta bir sarhoşluk gibiydi. uyurken dünyanın sağlamlığının yerini uykunun hafifliğine bıraktığını sandım. bu alaycı kayıtsızlık hiçbir şeyi değiştirmeyecekti: her şeyin peşini bırakmışlığın içinde ertelenmiş arzunun ateşliliği, onu sıkıntı içinde tutan frenlerden kurtulmuş olarak yeniden doğuyordu. ama uyumak belki de eksik bir zafer imgesidir ve bizi kendimizden geçirtecek özgürlük uykuda gizlidir. yuvaları çökmüş karınca gibi artık mantıksal bir yolu kalmamış olan ben, hangi koyu dehşetin kurbanı oldum? bu kötü düş dünyasındaki her düşüş, yalnızca bu, ölümün tam bir deneyimidir -ama, uyanışın kesin aydınlığı yoktur-.
bu uyku bataklığının çok tasa vermemesi eğlendirici. bu bataklığı unutuyoruz ve tasasızlığımızın "bilinçli" havalarımıza bir yalan niteliği verdiğini görmüyoruz. şu anda, yakın zamandaki düşlerimin mezbahayı andıran hayvaniliği -çevremdeki her şey yerinden olmuş; ama sakinleşmeye razılar- bende ölüme "tecavüz etme" duygusunu uyandırıyor. benim gözümde artık herhangi bir şeyin pastaki taşkınlıktan başka bir değeri yoktur; güneş altında dünyanın küflenmekten pek kurtulamamasının kesinliğinden başka bir şey de yoktur. yaşamın gerçeği kendi zıttından ayrılamaz ve ölümün kokusundan kaçsak da, "duyuların yolunu şaşırması" bizi ölüme bağlı mutluluğa götürür. bunun nedeni ölüm ile yaşamın sonsuz yenilenmesi arasında fark olmamasıdır. tıpkı bir ağacın köklerin görünmez ağı ile toprağa tutunması gibi biz de ölüme tutunuyoruz. ama biz, köklerini yadsıyan "ahlaklı" bir ağaca benziyoruz. bize anlamsız gizi veren acının kaynağına safça ulaşamasaydık, gülüşün coşkunluğuna sahip olamazdık. hesabın donuk yüzü olurdu yüzümüzde. müstehcenlik yalnızca acının bir biçimidir; ama fışkırmaya o kadar "hafifçe" bağlanmıştır ki, tüm acıların içinde en zengin, en çılgın, arzuya en uygun olanı odur.
bu devinimin yoğunluğu içinde onun anlaşılmaz olması, kimi kez bulutlara eriştirmesi, kimi kez kum üzerinde cansız bırakması önemli değildir. parçalanmış olarak, benim yenilgimden ebedi bir sevinç kaynağının çıktığını düşlemek zayıf bir teselli olacaktır. gerçekten de, kanıtlara boyun eğmek zorundayım: sevincin çatlaması ancak bir koşulla olur: acı akışının hiçbir şekilde daha az korkunç olmamasıyla. büyük mutsuzluklardan doğan kuşku, aksine, yalnızca zevk alanları, tüm mutluluğu, ancak mutsuzluğun karanlık halesi içinde biçim değiştirmiş olarak tanıyabilenleri aydınlatır. öyle ki akıl belirsizliğe çözüm değildir. aşırı mutluluk ancak sürdüğünden kuşku duyduğumda olanaklıdır; aksine, mutluluktan emin olduğum an, ağırlık haline gelir. böylece, aklı başında olarak ancak belirsizlik ortamında yaşayabiliriz. diğer taraftan mutsuzluk ile sevinç arasında asla tam bir fark yoktur: dolanıp duran mutsuzluk bilinci her zaman vardır ve dehşette bile mümkün olan sevincin bilinci tamamen yok olmamıştır: acıyı baş döndürücü biçimde artıran odur; ama buna karşın işkencelere katlanılmasını sağlayan da odur. oyunun bu hafifliği, şeylerin belirsizliği içinde öyle iyi verilmiştir ki, bu oyunları ciddiye aldıklarında tedirgin insanları küçümseriz. kilisenin hatası, ahlaktan ve dogmalardan çok, bir oyun olan trajik ile çalışma belirtisi olan ciddiyeti birbirine karıştırmasındadır.
buna karşın, uyurken düşte acı çekmeme neden olan bu insanlıkdışı boğulmalar, hiçbir ciddi özellikleri olmadığından, verdiğim karar için uygun bahaneydiler. boğulduğum anı anımsadığımda, acı bana bir tür tuzak kurmuş gibi geliyor; bu olmasa, düşünce tuzağı "kurulamazdı." o an bu hayali mutsuzluk üzerinde takılıp kalmak ve bu mutsuzluğu göğün saçma genişliğine bağlarken, düşüncesizlik ve "kaygı yokluğu"nda, bir sıçrayıştan ibaret olan kendime ve dünyaya ilişkin bir kavramın özünü bulmak hoşuma gidiyor. ölen kardeşimle tuhaf bir biçimde oyun oynayan çılgın, vahşi ve ağır bir senfoni içinde, düşümde, sırtımın oyuğuna biraz önce girmiş -öyle korkunç bir şekilde ki, bağırsaydım bile sesim çıkmazdı- bir parmağın düşmanca ve sert ucu bir öfkeydi; asla böyle olmamalıydı ama böyleydi, acımasızdı ve bir sıçrayışın özgürlüğünü "gerektiriyordu." parmağın acımasız vahşetinin artırdığı şiddetli bir öfke içinde her şey buradan çıkıyordu: işkencemde, içinde uyanılan dayanılmaz acıya erişmeyen, ondan koparılmayan hiçbir şey yoktur. ama, bu uykudan uyandığımda, e., karşımda, ayakta bana gülümsüyordu. aynı giysi vardı üzerinde; daha doğrusu odasında uzandığı zamanki aynı giysisizlik. düşümden çok kötü uyandım. bir markizin sepet etekliği içindeki rahatlığıyla, tanımlanamayan bir gülümseyiş, sıcak ses tonu beni hemen yaşamın zevklerine teslim etti: "monsenyör, tenezzül ederler mi?" dedi bana. giysinin tahrik ediciliğine hangi rezilliği eklediğini bilmiyorum. ama sanki bir an bile bir komediyi sürdüremeyecekmiş gibiydi; apış arasındaki kılları gösterdi hemen ve boğuk bir sesle sordu: "sevişmek istiyor musun?"
fırtınalı, masalsı bir ışık demeti odamı dolduruyordu: bir ejderhaya saldıran silahlı, genç ve aydınlık bir aziz georges gibi üstüme atladı; ama bana yapmak istediği kötülük giysilerimi çıkarmaktı ve yalnızca bir sırtlanın gülümseyişiyle donanmıştı.
voltaire
sevan nişanyan
voltaire 18. yüzyıl akılcılığının büyük temsilcisidir. tarihçi, filozof, romancı ve şairdir. başta katolik kilisesi olmak üzere müesses dinlerin amansız düşmanıdır. inandığı şeyler uğruna rahatını ve hayatını defalarca tehlikeye atmıştır. zekâsı nefes kesici keskinliktedir. alaycıdır. antipatiktir. ama kişiliğinin gücünden etkilenmeyecek kimse düşünemiyorum. mahomet ou le fanatisme isimli beş perdelik trajedisi, muhammed'in tarihi kişiliğinden ziyade genel anlamda dinî fanatizmi ve iki yüzlülüğü konu edinir. hikâye muhammed'in evlatlığı zeyd b. harisa ve onun eşi iken ayrılıp kendisiyle evlenen zeyneb olayı üzerine kuruludur. muhammed entrikacı, zalim ve kadın düşkünü biri olarak gösterilmiştir. zeyd'in zeyneb'e ilgisini kıskanır. zeyd'i mekke ileri gelenlerinden birine suikast düzenlemekle görevlendirir. zeyd adamı öldürür. ancak adamın, çocuk yaşta köle edilen zeyd ve zeyneb'in babası olduğu ortaya çıkar. zeyneb intihar eder. muhammed ölüm döşeğinde vicdan muhasebesi yaparak günahlarını itiraf eder.
yalnızlık
yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. insan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.
bir insan başkalarından daha çok şey biliyorsa yalnızlaşır ama bu, o insanın arkadaşlığa düşman olduğu anlamına gelmez; çünkü arkadaşlık konusunda hiç kimse yalnız bir insandan daha duyarlı olamaz ve arkadaşlık ancak, her insan kendi bireyselliğini unutup başkalarıyla özdeşleşmeye kalkmazsa gelişir.
22.11.2020
övgü şarkısı
ruhun üstün hali, aklın isyan ettiğine bile boyun eğmektir. ve aklın en alçak hali, ruhun boyun eğdiğine karşı isyan etmektir.
yedi kez ruhumu kınadım: ilki- yükseklere ulaşmada zayıflık gösterdiğini gördüğüm zaman. ikincisi- dosdoğru gidenlerin önünde sekmeye başladığını gördüğüm zaman. üçüncüsü- kolayla zor olan arasında seçenek sunulduğu zaman kolayı yeğlediğinde. dördüncüsü – bir suç işlediği, sonra da başkalarının buna benzer suçları onu teselli ettiğinde. beşincisi- kendi zayıflığına tahammül ettiği, üstelik bu tahammülü güçlü oluşuna bağladığında. altıncısı- bir yüzün çirkinliğini hor görüp, aslında onun kendi maskelerinden biri olduğunu fark edemediğinde. ve yedincisi- bir övgü şarkısı söyleyip de bunu bir erdem sandığında.
ruhunuzun saklı kaynağı yükselmeli ve çağıldayarak denize doğru koşmalı; ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.
adlandıramadığın nimetleri özlediğinde ve nedenini bilmeden kederlendiğinde, işte o zaman büyüyen her şeyle beraber büyüyecek ve üst benliğine uzanacaksın.
yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında çiçekler açmasını nasıl umabilirsin?
21.11.2020
toplum
toplumda beni bu kadar hayal kırıklığına uğratan şey ne? bilemiyorum. hepimizin çocuk işçilerin sırtından milyarlar kazandığını bilmemize rağmen steve jobs'ın harika biri olduğuna inanmamız mı? ya da belki tüm kahramanlarımızın sahte olduğunu hissetmemizdir. dünyanın kendisi bile büyük bir aldatmaca. birbirimizi fikir gibi maskelediğimiz saçmalıklarla doldurmaktan, sosyal medyada samimiyet taklidi yapmaktan başka ne yapıyoruz? yoksa buna oy verdiğimiz için mi? hileli seçimlerimizden değil, mal mülk ve paramızdan bahsediyoruz. yeni bir şey söylemiyorum. bunu neden yaptığımızı biliyoruz. "açlık oyunları" romanı bizi mutlu ettiği için değil, uyuşturulmuş olmak istiyoruz diye yapıyoruz. çünkü bu gerçek bir acı, kendimizi kandırmayalım. çünkü biz korkağız. toplumu sikeyim.
şizofreni
şizofreni kendi cehennemine ve arafına olduğu kadar kendi cennetine de sahiptir. şizofren ruh, sadece ıslah olmamış değil, umutsuzca hastadır da. şizofrenin hastalığı, içsel ve dışsal gerçeklikten -ruh sağlığı yerinde olan insanın genelde yaptığı gibi- kaçıp aklın kendi yarattığı dünyaya -yaralı kavramlar, ortak semboller ve herkesin üzerinde uzlaştığı kurallarıyla insanın sınırlı dünyasına- sığınma konusundaki yetersizliğinden ileri gelir. şizofren, sürekli olarak meskalin etkisi altında olan bir kişiye benzer. bu yüzden yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz, yeterince sağlıklı olmadığı için onunla birlikte yaşayamaz ya da bir açıklama getirip bir kenara atamaz -çünkü o bütün gerçeklerin en çürütülemez olanıdır- ve bu gerçeklik onun dünyayı insan gözleriyle görmesine izin vermediği için, bir türlü sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu insani ya da kozmik kötülüğün bir alameti olarak yorumlayamadığı için de ona büyük bir korku veren ve onu ölümcül bir şiddet eğiliminden katatoniye ya da psikolojik intihara kadar varan bir dizi umutsuz karşı önlem almaya zorlar. ve bir kez bu yokuş aşağı giden cehennem yoluna çıkıldı mı, artık durdurmak imkansızdır.
20.11.2020
lider öğrenci
tüm öğrenci grupları, içlerinden bir lider -yetenekleriyle hocanın öbürlerine örnek gösterdiği biri- çıkarma eğilimindedir. ve bu lider öğrenci, hocanın fikirlerini en iyi şekilde kavrar, yeteneklidir veya tecrübe bakımından daha geride olan öğrencilere o fikirleri mükemmel bir biçimde yorumlayarak aktarır. aynı şekilde hocanın eserlerindeki zaafları en iyi gören veya hocanınkinden ayrı olarak kendi fikirlerini geliştiren de büyük bir ihtimalle yine lider öğrenci olacaktır. iyi bir hocanın, tabii teoride, bu gerçeği kabul etmesi, hatta öğrencisinin olgunlaşmasının bir işareti olarak görüp olumlu karşılaması beklenir. fakat uygulamada işin içine çok karmaşık duygular girebiliyor.
19.11.2020
keder
18.11.2020
bu su çoğala çoğala
17.11.2020
su çürüdü
yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. o yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta. (farkına varsalar kapatırlar mıydı onu da?) bütün belleğimdekileri yok ettim. elektrikli bir aygıtla yaktım, jiletle kazıdım. çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül edip savurdum.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
zamanı yiyip bitirdi karanlık. gece yoktu. güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi yırtıyordu. şaklayan kırbaç gibi. acı duvarını aşan bu sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yer kabuğunu zorluyordu artık. sesim yoktu. karanlığın karnında yitirdim sesimi. kör bir kuyuda unutulan yusuf'tum belki. ama durmadan soruyorlardı. tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri, peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. ama yine de soruyorlar, soruyorlar, soruyorlar..
adımdan gayrısını bilmiyorum.
iki şeyi bilmek istiyorum. (belki aynı şeyi iki kere bilmek istiyordum.) duvarların rengi neydi? derimin rengi neydi? dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla, dilimle dokunuyorum. duvarların bir rengi olmalı. ama hiçbir duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. adı yoktu bu rengin, kimyası yoktu. belki renksizliğin rengiydi bu. çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. anahtar deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. ellerim.. sanki bir kadının memelerini hiç okşamamış, sıcaklığını duymamış. ellerim.. her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. ne beyaz tenliyim artık, ne esmer ne de kara. cüzzamlının, vebalının bir rengi vardır. irinin bir rengi. ölünün bile bir rengi vardır ama derimin rengi yoktu. belki çürüyen bir kentin rengiydi bu. çürüyen bir dünyanın.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
killi, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım. soyumun neye benzediğini unuttum. "insana benziyorlardı." diye duymuştum bir vakitler. demek ki şimdi maymun halkasında insanlık.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. böcek sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. oysa kuru bir yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu kör esinti. belki çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca. çamur gibi bir yağmur damlası. ama toprak, bu damlayla çatlatacak bağrındaki tohumu. çöl, bütün vahalarını bu damlayla yeşertecek. genzim yanıyor. ince bir kan şeridi sızıyor dudaklarımdan. kirli, sıcak ve simsiyah.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. yetmiş iki gündür sakındığım ve her gün ancak bir kere dudaklarımı değdirdiğim. dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (dilin suya dokunuşu.. bir süngerin denizi yutuşu yani. bir çölün seraba kesilmesi bir an için.) her gün ancak bir kere değdiriyorum dudaklarımı suya. dilimi kaçırıyorum artık; sünger, bütün vantuzlarını birden uzatmasın diye. bataklıktaki suyun da bir su yanı vardır. çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi artık. küstü, öldürdü kendini su.
su çürüdü.
adımdan gayrısını bilmiyorum.
simulakr
malenezyalı yerliler gökyüzünden geçen uçaklara hayran kalmışlardı. ama bu nesneler asla onlara doğru inmiyordu. ancak beyazlar, onlar, bu nesneleri yakalamayı başarıyordu. ve bu, onların havadaki uçakların dikkatini çekecek olan benzer nesnelere yerde, belli mekanlar üzerinde sahip olmasındandı. bunun üzerine yerliler, dallar ve sarmaşanlarla bir uçak simulakrı inşa ettiler, geceleri özene bezene aydınlatacakları bu toprak parçasının sınırlarını çizdiler ve gerçek uçakların oraya inmesini sabırla beklemeye koyuldular.
günümüzde kentlerin balta girmemiş ormanlarında gezen avcı-koleksiyoncuları ilkellikle suçlamaksızın (ayrıca, neden bunu da yapmayalım?) bu öyküden tüketim toplumu üzerine bir ders çıkarılabilir. tüketim kazazedesi de simulakr nesneler ve mutluluğun karakteristik göstergelerinden oluşan tüm bir aygıtı işlerliğe sokar ve ardından (bir ahlakçının umutsuzca diyeceği tarzda) mutluluğun konmasını bekler.
16.11.2020
seks
am gücü her şeye yeter.
eline fırsat geçtiğinde sizi sikmediği halde başkasıyla sikişmeyi düşündüğünüz zaman garip davranan bir erkekten daha beteri yoktur.
sikişmek insanları tanımanın en iyi yollarından biridir.
bekareti hafife almayın sakın. hayattaki gerçek sorunların çoğu, onu kaybettikten sonra karşımıza çıkar.
sikilmek sikilmektir ve hayatımızda gerçek olan çok az şeyden biridir, asla farklı yorumlanamaz.
kadınlarla yapabileceğin tek şey budur: onları sevmek. şikayet ederlerse onlara daha fazla sevgi vereceksin. hâlâ şikayet ediyorlarsa daha da fazla sevgi vereceksin.
tanrım, seks adına kendimizi ne salak durumlara düşürüyoruz.
bu siktiğimin hatunları var ya.. annen iyi yemek pişiriyor diye bütün piliçlerin iyi aşçı olacağını sanırsın; ama onlar yalnızca basit yemekler pişirmede iyidir, hayal gücü ya da incelik gerektiren bir şeyin yanına bile yaklaştıramazsın hiçbirini. neden en iyi şefler hep erkekler oluyor ha, televizyonda falan? oral için de aynı şey geçerli. bunların çoğu siki ağızlarına tıkıştırıp emerler, öyle aşağı yukarı giderler, sanki ağızlarından am yapmaya çalışır gibi.
şu anda, bir tür olarak, eğer ruhumuz vücudumuzda bir yerdeyse, orasının götümüz olduğuna inanıyoruz. bütün hikaye bu. çok mantıklı. bu yüzden bu kadar saplantı haline getirmişiz: anal espriler, anal seks, anal alışkanlıklar.. en son sınır beyin değil, uzay değil, göt deliğidir. bizi devrimci yapan da bu olacak işte.
15.11.2020
kuşlar
geçen yıl öğrendiğim en ilginç şey ispanya'dan f. alvarez, l. arias de reyna ve h. segura tarafından bildirildi. olası sütannelerin -guguk kuşlarının olası kurbanları- yabancıları, guguk kuşu yumurtalarını veya yavrularını saptama yeteneklerini araştırıyorlardı. deneyleri sırasında, saksağan yuvasına guguk kuşu yumurtası ve yavruları ile bunlarla kıyaslayabilmek için kırlangıç gibi başka türlerin yumurta ve yavrularını koyma fırsatı buldular.
bir keresinde, bir saksağan yuvasına yavru bir kırlangıç koydular. ertesi gün, saksağan yumurtalarından birini yuvanın altında, yere düşmüş olarak buldular. kırılmamıştı, bu yüzden yerden alıp yuvaya geri koydular ve gözlediler. gördükleri son derece ilginçti. yavru kırlangıç, tıpkı bir yavru guguk kuşu gibi davranarak, yumurtayı dışarı attı. yumurtayı tekrar yerine koydular ve aynı şey tekrarlandı. yavru kırlangıç, guguk kuşunun yöntemini kullanarak yumurtayı sırtında, kanat çıkıntılarının arasında dengeledi ve yumurta aşağı düşene dek yuvanın kenarına doğru geri geri yürüdü.
sefahat
georg büchner
halkın omzundan silahını almakla yetinmeyip onun gücünün en kutsal kaynaklarını da sefahatle zehirlemeye çalışıyorlar. işte bu özgürlüğe yönelik en ince, en tehlikeli ve en iğrenç saldırıdır. sefahat aristokrasisinin hainlik alametidir. bir cumhuriyetteyse yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda siyasi bir suçtur. sefih olan özgürlüğün politik düşmanıdır. özgürlüğe görünüşte yaptığı hizmetler ne kadar büyükse onun için bir o kadar tehlikelidir. en tehlikeli yurttaş iyi bir eylem ortaya koymaktansa kolaylıkla bir düzine kırmızı kasket eskitendir.
insan neden zevk alırsa alsın hepsi aynı kapıya çıkar; ister bedenlerden, ister isa ikonalarından, ister çiçeklerden, isterse de çocuk oyuncaklarından hoşlansınlar, hepsi aynı duygudur, en çok keyif duyan, en çok ibadet eder.
14.11.2020
eğitim
çeşitli bilgileri çocuğun kafasına sokmak mı, yoksa onlara özgürce düşünme alışkanlığını kazandırmak mı daha iyidir sorusu ortaya atılır sık sık. bana kalırsa, bu soru iki şeyi birbirine gereğinden fazla karşıtmış gibi göstermektedir. oysa her ikisi birbiriyle pekala uzlaştırılabilir.
ders hiçbir zaman yaşamla ilişkisini yitirmemeli, öğrenciler dersin amacını ve öğrendikleri şeyin pratikte işe yararlılığını anlayabilmelidir.
paylayıp azarlamalarla okul, çocuk için tatsız bir çevre durumuna sokulur; çocuk okula başlar, okulda başarı gösteremez, kendisine geri zekalı ve güç eğitilebilir bir öğrenci süsü verir. aslında hiç de geri zekalı değildir, okula uğramadığı zamanlar bunu bağışlatacak nedenler uydurmada ya da anne ve babasının okul yönetimine yazdığı mektupları tahrif etmede büyük bir deha sahibi olduğunu sıklıkla kanıtlar. okul dışında kendinden önce okuldan kaçmaya başlamış başka öğrencilerle tanışır, bu arkadaşlarından okulda görebileceğinden daha çok ilgi ve takdir görür. sevgiyle yaklaşabileceği ve takdir görebileceği çevre okuldaki sınıf değil, okul dışındaki arkadaşlardan oluşan bu çetedir. sınıftaki toplum içine kabul edilmeyen çocukların, kendilerini kanıtlamak üzere zamanla suç işlemeye yöneldiğini görebiliriz.
karma okulların her bakımdan desteklenmesi gerekir. karma okullardaki öğretim kızların ve oğlanların birbirlerini daha iyi tanımalarını sağlar, karşı cinsten olanları işbirliği içinde çalışmaya alıştırır. ama karma okullardaki eğitimin her derde deva bir ilaç olduğunu sanan kimse yanılır. karma eğitim kendine özgü sorunlar çıkarır karşımıza ve bu sorunlar teşhis edilip çözüme kavuşturulmadı mı, kız ve oğlanlar karma eğitimde normal eğitimdekinden daha çok birbirinden uzaklaşır.
karma eğitimde karşılaşılan sorunlardan biri, kızların gelişiminin on altı yaşına kadar oğlanlarınkinden daha hızlı bir seyir izlemesidir. bunu bilmeyen oğlanlar özgüvenlerini korumada zorlanır, kızların kendilerini geride bırakıp öne geçtiklerini görerek yılgınlığa kapılırlar. ilerideki yaşamlarında karşı cinsiyettekilerle rekabetten korkar; çünkü daha önceki yenilgilerini bir türlü unutamazlar.
anne gibi öğretmen de insanlığın geleceğinin bir bekçisidir ve görebileceği hizmet tüm övgülerin üstündedir. bir çocuğun aile çevresinden okula taşıyıp getirdiği gelişim hatalarını ileride de koruması ya da bunları düzeltebilmesi, öğretmene bağlıdır.
13.11.2020
emek ve eğitim
üretim araçlarını elinde tutan biri, emekçinin iş gücünü satın alabilecek bir durumdadır. emekçi, üretim araçlarını kullanarak yeni yeni mallar üretir ve bunlar kapitalistin malı olur. bu olayda en önemli nokta, emekçinin ürettiği şeyle aldığı ücret arasındaki orandır. burada her ikisini de gerçek değeri ile ölçmek gerekir.
iş sözleşmesi serbest olduğu ölçüde, emekçinin aldığını, ürettiği malların gerçek değeri belirlemez. onu belirleyen, ihtiyaçlarının en aşağı çizgisi, bir de kapitalistin ihtiyaç duyduğu emekçi sayısı ile iş arayan emekçi sayısı arasındaki orandır. şunu da anlamak gerekir ki, teoride bile, emekçinin ücretini ürettiği malların değeri belirlemez. özel sermaye, gerek kapitalistler arasındaki yarışma yüzünden, gerekse -teknik gelişme ve gitgide genişleyen iş bölümü dolayısıyla- küçük üretim birliklerinin zararına daha büyüklerinin doğması ile daha az elde toplanmaktadır. bu gelişmelerden ortaya bir kapitalistler oligarşisi çıkmaktadır ki bunun korkunç gücünü hiçbir şey dizginleyemiyor; hatta politik düzeni demokrasi olan bir toplum bile. bu böyledir; çünkü yasama kurulunun üyelerini politik partiler seçmektedir. istedikleri pratik amaçlar uğruna seçmen topluluğunu yasama kurulundan ayıran kapitalistler bu partileri etek dolusu paralarla beslemekte ya da başka yollardan etkileri altında tutmaktadırlar. bu yüzden de halkın temsilcileri dar gelirlilerin çıkarlarını yeterince gözetemezler.
ayrıca bugünkü koşullar altında kapitalistler, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak başlıca haberleşme kaynaklarını da denetlemektedirler. bu bakımdan yurttaş için nesnel sonuçlara varmak ve politik haklarını akıllıca kullanmak son derece güç, çoğu hallerde de büsbütün imkansızdır.
sermayenin özel sahipliğine dayanan bir ekonominin ağır basan yönü iki önemli ilkeyle dile getirilebilir: öncelikle üretim araçları özel kişilerin elindedir ve bu araçları ellerinde tutanlar onları canlarının istediği yolda ve yerde kullanırlar. sonra, iş sözleşmesi serbesttir. bu anlamda "su katılmamış" bir kapitalist toplum yoktur elbette. özellikle şunu unutmamak gerekir ki, emekçiler uzun ve çetin politik savaşlar sonunda, bazı emekçi grupları için daha iyi bir "serbest iş sözleşmesi" biçimi elde etmişlerdir. ne var ki, bütünü ile alınacak olursa, bugünkü ekonominin saf kapitalizmden pek farklı olmadığı görülür.
üretim faydayı değil, kazancı gözeterek yapılmaktadır. çalışma gücü ve isteği olanların her zaman iş bulacaklarını önceden kestirmek kimsenin elinde değildir. bugün bile bir işsizler ordusu ile karşı karşıyayız. emekçi sürekli olarak işini yitirme korkusu içindedir. işsizler ve az ücret alan emekçiler büyük tüketici olmadıklarından, tüketim maddelerinin üretimi sınırlanmakta ve bu yüzden büyük sakıncalar doğmaktadır. teknik ilerleme herkesin çalışma yükünü azaltacağına, işsiz sayısının artmasına yol açmıştır. kazanç dürtüsü ile kapitalistler arasındaki yarışma sermaye birikimi ve kullanımındaki kararsızlıktan sorumludur. gittikçe tehlikeli olan ekonomik çöküntülerin kaynağı işte bu kararsızlıktır. sınır nedir bilmeyen bu yarışma, büyük ölçüde emek kaybına yol açmakta ve yukarıda değindiğim gibi, insanların toplumsal bilincini budamaktadır. insanların böylesine budanıp yıpratılması, kapitalizmin getirdiği kötülüklerin en büyüğüdür.
bütün eğitim sistemimiz bu kötülüğün acısını çekiyor. aşırı bir yarışma tutumu aşılanan öğrenci, ilerideki mesleğine hazırlık olarak, kazanma başarısına tapınacak biçimde yetiştirilmektedir. bu büyük kötülükleri ortadan kaldırmanın bir tek yolu, toplumsal amaçlara yönelmiş bir eğitim sistemini içine alan bir ekonomi düzeni kurmaktır. böyle bir ekonomi düzeninde üretim araçları toplumun malı olacak ve planlı bir biçimde kullanılacaktır.
üretimi toplumun ihtiyaçlarına göre ayarlayan planlı bir ekonomi, yapılması gerekli işleri bütün çalışabilenler arasında dağıtacak ve her erkeğe, kadın ve çocuğa geçim güvenliği sağlayacaktır. kişinin eğitimi, doğuştan getirdiği yetilerin gelişmesini kolaylaştırmalı ve onda, bugünkü toplumda olduğu gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, benzerlerine karşı bir sorumluluk duygusu yaratmalıdır.
insan ancak kendini topluma adayarak kısa ve tehlikelerle dolu hayatta bir anlam bulabilir.
aşk
aşk böyle devam edemez. günümüz dünyasında aşka yer yok. insanlar hayatlarından çıkardılar aşkı. bunu yapmaları uzun zaman aldı; ama insanoğlu yeni şeyler icat etmekte sonsuz bir beceriye sahiptir; bu yüzden, tıpkı isa'dan kurtulduğumuz gibi aşktan da kurtulduk sonunda. tanrı'nın sesi yerine radyolarımız var; hepsini ileride layık olabileceğimiz bir aşk uğruna harcamak üzere aylarca, yıllarca tasarruf edip sakladığımız tüm duygusal birikimimizi kuruşlara bölebiliyor, otomatik makinelerden çiklet ya da çikolata alır gibi, sokak başlarındaki gazete bayilerinden iç gıcıklayıcı yayınlar alıyoruz. isa bugün yeryüzüne dönecek olsa, biz kendimizi savunmak, kurup geliştirmek için iki bin yıldır uğraştığımız, uğrunda acı çektiğimiz, öfke, çaresizlik ve dehşet içinde çığlıklar atarak can verdiğimiz o kendimize benzeyen uygarlığı haklı göstermek ve korumak için isa'yı hemen çarmıha germemiz gerekirdi; eğer aşk tanrıçası venüs bugün yeryüzüne dönse, bir metro istasyonunun tuvaletinde müstehcen fransız posta kartları satan üstü başı kir pas içinde bir adam olurdu.
12.11.2020
napolyon
aşk en büyük kısmi doğrudur.
hapishanede, dışarıdan gelen her mektup potansiyel bombadır; kapılar üstüne kapanmadan önce hayatın nasıl olduğunu yüzüne patlatır. en kötü gün uyanır ve fark edersin ki bir daha asla posta gelmeyecektir. kısa zamanda, üstünde isminin olduğu bir mektup için her şeyi verirsin; hala var olduğunu hatırlamak için, hala bir önemin olduğunu hatırlamak için. ed mcmahon'dan olsa bile.
napolyon: eğer bir şeyin düzgün yapılmasını istiyorsan, kendin yapmalısın.
napolyon bonapart, büyüyüp fransa imparatoru olmuş fakir bir italyan çocuğudur. nerdeyse tüm dünyanın imparatoru olacaktı. belki "büyümek" yanlış bir ifade olabilir, boyu 1,60'tı sonuçta. ama büyük bir fark yaratmak için büyük cüsseli bir adam olmaya gerek yoktur.
napolyon: muhteşemlikten saçmalığa tek bir adımda geçilir.
napolyon sürgünde öldüğü zaman doktorlar sikini kestiler. sikini süslü bir kutuya koyup rahibine verdiler. nedenini sormayın. yıllar boyunca napolyon'un siki en fazla parayı verene sürekli satıldı. bugün, en az üç kişi napolyon'un sikinin kendisinde olduğunu söylüyor. ama gerçek sikin kimde olduğu mühim değil. asıl soru şu ki: diğer iki sik kimlere ait?
napolyon: insanlar faziletlerinden ziyade ahlaksızlıklarıyla daha kolay yönetilirler.
insanlar üç şeyle tanımlanır: kafaları, nasıl düşündükleriyle; kalpleri, nasıl hissettikleriyle; sikleri, kimi siktikleriyle. günün sonunda, hepimizin bir soruyu yanıtlaması gerekir. tek bir soru, ama kolay değildir: "ben kimim?"
napolyon: savaşta da, aşkta olduğu gibi işlerin olabilmesi için taraflar birbirlerine yaklaşmalıdır.
11.11.2020
insan
meğerse âdemoğlu hileden ibaretmiş.
hemcinslerimizin korktuklarından çok korkmadıkları şeylerden korkunuz ve sakınınız.
biz tabiattan bir cüz yani bir parçayız. onun, aklımız erdiğince ve tahsil derecemize göre anlaşılabilir kısımlarını öğrenmeye çalışırsak birçok hatalardan kurtulmuş oluruz. çünkü insanlar her felakete cehaletleri sebebiyle uğramışlar ve hâlâ uğramaktadırlar. insanlık, çocukluk zamanında akıl erdiremediği konularda daima batıl zanlara düşerek işte bundan dolayı ilerleme yolunda gecikmiştir.
hep sıradan ölümle bitip yeri hendek olacak yaradılışta, hepsi bu arzuda bir alay ahmaktan başka bir şey değiliz.
her hazanda birbiri üzerine dökülen ağaç yaprakları gibi insanlar da birbiri ardına toprağa yatarak yok oluyor. bu değişmez, umumi bir kanun. niçin endişe etmeli? şu dünyada erilen başka ne var? hayat yalan, ölüm hakikat.
utanç
gölgemin dışına zıplamak, yazgımın dışına fırlamak, varlığımı, adımı, yapımı ve köleliğimi pekiştiren her şeyi silkip atmak isterdim. bir değişimi, tam bir başkalaşımı çok isterdim. benden söz edildiğini artık duymayabilseydim ve yeni koşullar içinde yeniden doğabilseydim bana iyileşirmişim gibi geliyor. yaşandığı şekliyle yaşamımdan sıkıldım, yoruldum ve doydum veya daha doğrusu ayrıcalıklarından bu kadar kötü yararlanan biriyken, yeteneğimi ve günlerimi bu kadar kötü idare ederken kendimden hoşnut değilim. kendimi mutlak olarak inkar ettiğim ve kendimden vazgeçtiğim için, mirasımı kabul etmek ve içine arzumu koymadan katlandığım bir durumun sorumluluğunu yüklenmek beni tiksindiriyor. olduğumdan ve olabildiğimden başka biri olmak isterdim. sabırsızlıkla kendimden utanıyorum.
via kaotik benlik
10.11.2020
yaratıcılık
şuna var gücümle inanıyorum ki, dünyanın bütün zenginlikleri ilerlemeyi gerçekten isteyen bir insanın elinde de olsa, insanlığı ileriye götüremez. yalnız büyük ve temiz insanlardan örnek almak bizi soylu düşüncelere ve soylu işlere götürebilir. para bencilliği çeker ve ister istemez, kötüye kullanılmasına yol açar. carnegie'nin para çuvallarıyla yüklü bir musa, bir isa, bir gandhi düşünebilir misiniz?
toplumdan aldığımız maddi, manevi, ahlaki bütün değerlerin, sayısız kuşaklar gerisindeki belli yaratıcı kişilerden geçerek bize geldiği pek açıktır. ateşin kullanılması, yediğimiz bitkilerin yetiştirilmesi, buhar makinesi, hep tek kişilerin buluşlarıdır. sadece birey düşünebilir ve bu sayede toplum için yeni değerler yaratır; üstelik toplumun uyduğu yeni ahlak kuralları da getirir.
nasıl toplumun besleyici toprağı olmadan kişilerin gelişmesi düşünülmezse; yaratıcı, geniş düşünceli, yargılayıcı bireyler içermeyen bir toplum da düşünülemez. bir toplum, onu ortaya çıkaran bireylerin sıkı bir politika birliğine dayandığı kadar, kişi olarak onların bağımsızlıklarına da bağlıdır. orta çağ avrupasını durgunluktan kurtaran italyan rönesansı sırasında, özellikle en parlak yemişlerini veren grek-avrupa-amerikan kültürü, bütünüyle bireyin özgürlüğüne ve tek başınalığına dayanır.
insanın kişisel, bencil ulusal amaçları aşmasına yardım eder yaratıcılık.
9.11.2020
çocuğun eğitimi
eğitimciler çoğunlukla çocuk ruhundan bir şey anlamaz, çocukları trampet sesleri ve kırbaçla yürütürler.
çocuk kısmı hısımlarının yanında yüzsüz olur, ahlakı bozulur. insan ancak yabancıların yanında adam olmayı öğrenir. ama mıymıntının birinin yanına gireyim deme sakın. zengin bir usta ara. ona doğrulukla hizmet et! hele aşırmaya hiç alışma, esnaflıkta çok zararlı şeydir, adamın kökünü kurutur. bir şeyi canın çekerse doğruca ustanın yanına git, gözlerinin içine bakarak: "usta be, canım bir simit yemek istiyor!" de. sana bir metelik verirse al simidi ye, vermezse sabret.
elalem ister ki bir evlat söz dinlesin, akıllı uslu olsun, hangi işe konulursa orada eskisin, öyle süpürge gibi kapı kapı sürtmesin. ustasının vahşiliğine boyun eğmeli, kendi de sırası gelince insafsız bir usta olmalı. işte mahalleli böyle düşünür ve ustanın şamarını yiyen suratta güller açacağını iddia eder.
her çocuk bir devrimcidir. yaratılışın yasaları onunla tazelenir ve olgun insanların onlara karşı yükselttiği ahlak, önyargılar, hesaplar, pis çıkarlar gibi engelleri ayaklar altına alır. çocuk, dünyanın başlangıcı ve sonudur. hayatı yalnız o anlar; çünkü hayata ayak uydurur.
devrimler ancak çocukluğun saflığıyla yapıldığı zaman daha iyi günlerin geleceğine inanacağım.
çocukluktan çıktı mı insan canavar kesilir. ikiyüzlülükle başka bir kalıba girerek hayatı inkar eder. insanlık binlerce yıldır yaratılışın kendisine anlattıklarından bir ibret dersi almayı bilmiş midir? bugün, tıpkı orta çağ'da olduğu gibi, hiçbir sosyal topluluk hayatı anlamıyor, hiçbir yasa onu korumuyor, ahmaklık ve keyfilik her zamandan fazla hükmünü yürütüyor.
çocuk cahil ve delicesine bencil insan canavarlarının ellerine verilir. onlar da bu heyecanla dolu, yaşamaya susamış çelimsiz yaratığın kolunu kanadını kırarlar. çocuğun gün ışığına, ağaçların hışırtısına, dalgaların şırıltısına, meltemin okşayışına, kuşların cıvıltısına, sokakta koşuşan köpeklerle kedilerin özgürlüğüne, mis kokulu kırlara, kendisini yakan kara, şaşırtan güneşe, merakını uyandıran ufuklara, altında ezildiği sonsuzluğa muhtaç bir hayat tomurcuğu olduğunu o ahmak suratlı herif nereden bilsin? çocukluğun hayat mevsimlerinin en körpesi olduğunu, mutluluk içinde bile varlığı fani olan o insan yapısının temellerinin ancak bu mevsimde atıldığını nereden akıl etsin?
oysa bütün yapının uçuruma yuvarlanması istenmiyorsa bu temeller iyilik, yalnızca iyilik harcıyla yoğrulmalıdır. insanların çoğunluğu çocukluğunu dayak yiyerek, yoksunluklara katlanarak, kanunların yükselttiği o ömür törpüsü kalelerde geçirirken hayat temellerinin böyle atılmasını nasıl isteyebilirsiniz? yeryüzünün haydutlar, katiller, dolandırıcılar, pezevenkler, tembeller ve düzen düşmanlarıyla dolu olmasında şaşacak ne var, siz doğa yasalarına uymadıktan sonra? sizler kanunlar yapmışsınız, akademiler kurmuş, ahlak kürsüleri tesis etmişsiniz. kulakları patlatırcasına çanlarını çalarak merhameti öğretmeye çalışan kiliseleriniz var, meclisleriniz var; ama bir çocuğun göğsü içinde neler kaynaştığını bilemezsiniz. güzel olabilecekken sakat bıraktığınız bu hayat hakkında da bir bilginiz yoktur.
zavallı kir leonida! ve sizler, zamanımızın bütün zavallı kir leonida'ları. bir ana ile evladının ne demek olduğunu nereden bileceksiniz siz? bir güneş ışınında titreşen dünyalardan, bir karınca yuvasında geçen savaşlardan, mutsuz bir annenin gözyaşlarını içirdiği kalbinde kopan fırtınalardan ve işe verilen bir çocuğun yüreğinde filizlenen sonsuzluktan nasıl haberiniz olsun sizin?
hapishaneye hapishane derler; oraya kapatılan adam özgürlüğünden yoksun edildiğini bilir. bir ustanın yanına verilen çocuk neyi bilsin?
rüya
georg büchner
kirpiklerinin arasından bir rüya geçiyor. uykunun altın çiy damlasını gözlerinden silmek istemiyorum.
delilik saçlarımdan yakaladı beni.
sırf başkalarının benden daha kötü olduklarını düşünmek gibi sefil bir zevk uğruna, otuz yıl boyunca gökle yer arasında yüzümde ahlaklı bir ifadeyle dolaşmaktan utanırdım ben.
yaşamdan bir dua taburesinden değil, merhametli bir rahibenin (fahişenin) yatağından iner gibi uzaklaşmak istiyorum. bir orospudur yaşam, tüm dünyayla iş tutar.
acı yegane günahtır ve ıstırap yegane rezalettir. ben erdemli kalacağım.
çok geçmeden sığınağım hiçlik olacak. hayat benim için bir yük. beni ondan kurtarabilirsiniz. zaten sırtımdan atmaya çalışıyorum.
canlı ceset olarak dolaşmaktansa toprağın içine uzanmak daha iyidir.
bugünlerde her şeyi insan etiyle hazırlıyorlar. çağımızın laneti bu. şimdi benim bedenim de tüketilecek.
insanların neden sokakta durup birbirlerinin yüzüne gülmediklerini anlamıyorum. pencerelere ve mezarlara doğru düşmeleri gerekirdi. gülmekten gökyüzünün çatlaması, yeryüzünün de sarsılması gerekirdi.
8.11.2020
neden?
hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. tercihlerimiz sorularımızdan gelir.
"nasıl?" sorusunu soranlar gerçek hayatın gerçek uğraşlarını en iyi öğrenenlerdir. bilimle, sanatla, dünyayı "dünya" yapan her branşla ilgilenirler. siyasetçiler buradan çıkar. çünkü kendilerinden öncekilerin nasıl yaptıklarıyla ilgilenip meşgul olmuşlar ve akıllarına başka bir soruyu getirmemişlerdir. "kim?" ya da "ne?" ile başlayan sorular ise fail arayan, yaratıcı, yok edici kişi ya da olay araştıran insanların hayatlarını çizer. alın yazısı varsa bunu bir de yazan vardır. doğa varsa tanrı vardır. çocuk varsa anne ve baba vardır. ve bu insanlar dinle ilgilenirler. "nasıl?" diye soran ve dünya burjuvazisini oluşturanların aksine gerçek hayattaki işlerle ilgileri asgari düzeydedir. çeşitli dinlere mensup olurlar. ve sorularını kutsal kitaplarına yöneltirler. burjuvaların hukuk kitaplarına yönelttikleri gibi. ve sonunda, sorularına "neden?" sözcüğüyle başlayanlar gelir. sonunda diyorum; çünkü aralarında kronolojik bir sıralama olduğu gerçektir. insan önce hayatta kalmış, sonra inanmış ve en son reddetmiştir. "neden?" sorusu ise ne hayatı ne de yaratıcıyı merak eder. merak ettiği tek konu kendisidir. ve kendisiyle o kadar ilgilidir ki, soruyu soran kişi içinde iyiliğe yatkın ve birçok özellik barındırmasına, hiç tanımadığı bir insanın hayatını kurtarmak için kendisininkini tehlikeye atabilecek olmasına rağmen yakın çevresine, sırf "kendisi" olduğu için acı çektirecek kadar bencildir. filozoftur. düşünür. nedenleri merak eder. elinden geldiğince de erişir. ama tek sorun, elindeki nedenlerle ne yapacağını bilememesidir.
nasıl'ı soran bildiklerini kullanarak hayatını kazanır. kim'i soran tanrısını bulur ve tapar. neden'i soran ise nedenleri bulur, bir süre savunur, sonra unutur. başka nedenler bulur, onları da savunur ve unutur. ve böyle gider. ismi: insanoğlunun önlenemez değişimi. varlığına farklı nedenler bulmaktır insanı ilerleten. ancak "neden?" sorusunu soranlar içinde bir azınlık, buldukları ilk nedene takılıp kalır. onda ısrar eder. değiştiremez, unutamaz. ve bütün insanlık ilerlerken o azınlığın mensupları sabit kalır. ya yok olurlar ya da bütün dünyayı ve barındırdığı farklı nedenleri reddederek yaşarlar.
7.11.2020
matematik
bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. bunu kabul ederim. 1'den sonra 2 gelir dendi. bunu da kabul ederim. ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. peki o nereye gitti? irrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? işte! soru bu! yanıtsız bir soru. ve işte matematiğin hatası! dolayısıyla matematik yok. onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok. ama ben anlayabilirim. anlayabilirim bu sorunu. ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. yani hiçbir sayı tam değildir. hepsi tama yaklaşır. ama varamaz. demektir ki, 1,999..9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslında bir irrasyonellik harikası. işte bunun için hayat yoktur. olsa dahi o da irrasyoneldir. yani anlamsızdır. ne bir başlama nedeni ne de bir oluş nedeni vardır. evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. tabii ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. belki de onu anlamlandıran, üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!
belki de bizim gibilerin elinde kalan son şey salakça bir umut. gelecek saniyelerin üstlerine binerek uçan olaylar bizi ayakta tutuyor. bütün hayatımız boyunca beklediğimiz ve nereden geleceğini bilmediğimiz huzuru arıyoruz. ve tükenmez huzur arayışımız hayatta kalmamızı sağlıyor.
aşk ve evlilik
aşkla evliliğin ortası yoktur. bir kadını tanımak -bitirmek mi demeli- istiyorsanız onunla evlenin. kuşkusuz bir erkek için de geçerli bu, aynı hızda olmasa da. pırasa, çamaşır tozu, reçel, elektrik faturası, tencere takımı ve bir yığın akrabanın girdiği yatakta aşk ne kadar yaşarsa, o kadar sürer iyi günler hevesiniz, aşk ayininiz, mutluluk yanlışınız. geriye ne mi kalır, 'bir bulantı cenazesi'ne dönen örseli iki gövdeden? en iyi evlilikte bile -iyi evlilik diye bir şeyden söz edilebilirse- ömrünüzü ipotek altında tutan ruhsuz bir gönül borcu; aldığınız soluğu boğazınıza düğümleyen kişiliksiz bir alışkanlık; en yakın şeyleri bile bir uzaklığa yerleştiren kilometrelerce çekip gitme isteği. bir de rengini bungun uykulardan alan dizleri ve dirsekleri aşınmış bir çift çizgili pijama; yemek kokularıyla yapış yapış terli iç çamaşırlar; ütü yerlerinden evlerin içi görülen, çizgileri ilk günlerde kalmış dışarlıklı birer takım elbise. ötesi, sünger gibi insanın düşlerini emen bir büyülü dünya, bir eksikli ömür, duvarların ardında kendini öğüten.
6.11.2020
masalcı
masallar aynı zamanda bir iyileştirme sanatıdır. bazıları bu şifa sanatına çağrılır ve en iyileri içtenlikle öyküyle yatıp kalkan ve onun kendilerine uyan bütün parçalarını kendi içlerinde ve derinlemesine duyanlardır. bunların uzun süren bir ustalıkları, uzun süren tinsel bir çömezlikleri ve uzun süren bir disiplinlerini mükemmelleştirme zamanları olmuştur. böyle insanlar sadece mevcudiyetleriyle bile hemen tanınırlar.
usta bir öykü anlatıcı kendini gösterdiğinde, bu konuda hiçbir kuşku olmaz. hemen tanınabilen, muhtemelen anlatılması zor bir niteliği olur. yıllarca ya da bir ömür boyu belli bir öyküyü yaşadıktan sonra o öykü anlatıcının psişesinin bir parçası haline gelir ve anlatıcı öyküyü "içerden" anlatır. bu nitelik pek sık görülmez.
beceriklilik yeterli değildir. ustalık rahat konuşmakta, hünerde, izleyicinin katılımını sağlama numaralarında değildir. öykü sevilmek için, para ya da şöhret için anlatılmaz. ustalık başka insanların öykülerini anlatmak değildir. öykücü izleyiciler arasından belli birini ya da birilerini memnun etmeye çalışmaz; kimseyi memnun etmeye çalışmaz. öykü anlatmak, kendi iç sesinize kulak vermek, sonra da sadece bir anekdot ya da şaka bile olsa, her öyküye yüreğinizi ve ruhunuzu koymaktır.
herhangi bir şeyin ustası olmak birkaç yıl, hatta bir on yıl değil, bir ömür ister. tamamen sanata dalmak ister. sadece yirmi ya da en çok otuz yıldan sonra ustalık iddiasında bulunmak, bireysel anlatıcılar olarak bizim ya da bir bütün olarak bu alanın kendini beğenmişliğidir.
eğer dışarı çıkıp ormana gitmezseniz asla bir şey olmaz ve hayatınız da hiçbir zaman başlamaz.