osho
yapabiliyorsan delir, kalpten delir.
olgunlaşmamış zihin daima nesnelere ilgi duyar: para, ev, araba, güç, saygınlık.. hepsi ıvır zıvır, hepsi saçmalık. olgun zihin yalnızca varoluşa, varlığa, yaşamın kendisine ilgi duyar.
insanlar din değiştirdiklerinde çok hevesli olurlar. dinden, çok fazla dogmacı dinden gelen insanlar dinden çok fazla uzaklaşır. kiliseden ayrıldıklarında, hayat kadınına giderler.
mutlu bir insan, tapınağını gittiği her yere yanında götürür.
umut etmezsen bütün umutsuzluk kaybolur. çok fazla şey beklersen hayal kırıklığı kaçınılmazdır. başarılı olmaya çalışıyorsan başarısız olacaksın. neyi çok fazla yapmak istersen tam tersi gerçekleşecektir. umutla yaşamak gelecekte yaşamaktır, gerçekte hayatı ertelemektir. bu bir yaşam biçimi değil, intihar biçimidir.
mucizeler kendiliğinden gerçekleşir.
ölü insan nehir hakkında yaşayan insanın bilmediği bir sırrı bilir. yaşayan insan mücadele ediyordu. nehir düşmandı. korkuyordu, güvenemiyordu. fakat ölü insan, orada olmadığı için, nasıl mücadele edebilir? ölü insan hiçbir gerilim olmadan tümüyle gevşemiştir: birden beden yüzeye çıkar, nehir gerekeni yapar. ölü bir insanı hiçbir nehir boğamaz.
doğumla birlikte ölüm de kesinlik kazanır. bir kez bu kesinlik anlayışına nüfuz ettiğinde rahatlarsın. bir şey mutlak surette kesin olduğunda endişelenecek bir şey kalmaz. endişe belirsizlikten doğar.
çok fazla konsantre olan insanlar daima dalgın olurlar; çünkü bütün dünyaya nasıl açık kalacaklarını bilmezler.
saygı dolu gözlerle baktığında, her şey ilahi olur.
bertrand russell'ın "hatırlamaya çalıştığımda, yaşamımda gerçekten hayat dolu, tutkulu olduğum birkaç dakikadan fazlasını bulamıyorum." dediği söylenir.
tanrısallık senin en üst seviyede çiçek açman, kusursuz çiçeklenmendir; tanrısallık yazgının gerçekleşmesinden ibarettir.
insanlar neredeyse daima hiç yaşamadan ölürler.
everest'in zirvesine ilk ulaşan insan, edmund hillary, otobiyografisinde, "yaklaştıkça giderek daha çok şeyi arkada bırakmak zorunda kaldım. son anda neredeyse her şeyi bırakmam gerekti; çünkü her şey büyük bir yük oldu." der.
bilinç söz konusu olduğunda, büyük, küçük ve vasat, herkes aynı gemide yolculuk eder.
elbette sınırlı bir zihnin de faydası var: daha keskin olur, sivri bir iğne gibidir, tam doğru noktayı vurur; ama etrafını çevreleyen büyük yaşamı gözden kaçırır.
yaşam muazzam bir sırdır. hayattasın; ama hayatı bildiğini zannetme.
mantıklı zihin insan işi küçük bir bahçe gibidir, hayat ise vahşi ormandır.
er ya da geç yaşama karşı geleceksin ve o zaman zihnin yüzüne gözüne bulaştıracak, başarısız olacak. zihnini mantığın en uç noktasına kadar gerdiğinde delireceksin. gerçekliğin hafif bir rüzgârıyla saray yıkılır. delilik budur.
anlayışlı bir insan asla söz vermez; çünkü çaresizliğini bilir. "seni sonsuza dek sevmek isterim ama kim bilir? yarın aynı olmayabilirim." diyecektir. aciz hissedecektir, kendine güvenmeyecektir. ancak aptallar kendine güvenir. anlayış sahibi insan tereddüt eder; çünkü bir kişi olmadığını, içinde kalabalık olduğunu bilir.
ağaç tohumda var olmayı sürdürür. tohumu anlayabilirsen ağacı da bileceksin. meyvede bütün ağaç vardır.
hayat hayal edebileceğin her maceradan daha serüvenlidir. yaşam gebedir, daima gebedir, bilinmeyene.
yaşam muazzam büyüktür. bütün dogmalar onlarla ilgili belli bir hakikate sahip olabilir; ama hiçbir dogma hakikat değildir - olamaz. yaşam o kadar büyüktür ki hiçbir dogma onu bütün olarak anlayamaz.
mark twain karısıyla birlikte az önce güzel bir konuşma yaptığı konferans salonundan evine dönüyormuş. karısı orada değildi, yalnızca onu almak için oraya gelmişti. yolda, "konuşma nasıldı?" diye sormuş. "hangisi?" demiş mark twain. "hazırladığım mı, orada yaptığım mı, yoksa şimdi keşke yapsaydım diye düşündüğüm konuşma mı? hangisi?"
insanlarda bilinçaltında söylenmemiş bir şeyi duymak gibi bir eğilim var.
evliliğimin meydana geldiği gün, bir felaketti. dışındayken çölde güzel bir vaha gibi görünebilir; ama yaklaştıkça vaha kurumaya ve gözden kaybolmaya başlar. bir kez içine düştüğünde, bir hapishanedir. fakat hatırla: esaret ötekinden gelmez, senin içinden gelir.
bir gün, her insanın yaşamında önemsiz ilkelerin üzerine çıkması gereken bir zamanın geldiğini öğreneceksin.
yaratıcı olamayan insanlar yıkıcı olur; çünkü yıkmak yoluyla dolaylı yoldan güçlü oldukları hissederler.
bilgi yoluyla tepki verdiğin her seferinde ana fikri kaçıracaksın; çünkü tam olarak yapılması gereken doğru şey olmayacak. hayat değişti; ama senin bilgin aynı kalıyor ve sen bu bilgiye dayanarak hareket ediyorsun. bu da bugüne dünkü bilginle bakıyorsun demektir. hiçbir zaman canlı olamayacaksın. ne kadar bilgi yoluyla iş görürsen o kadar olgunlaşmamış olursun.
anlatıldığına göre, adamın biri psikiyatra, "basit, gündelik tabirlerle, o bilimsel jargon olmadan, psikoz hastasıyla nevrozlu insan arasındaki fark nedir?" diye sormuş. "şey" demiş psikiyatr, bir süre düşündükten sonra, "şu şekilde açıklanabilir: psikozlu iki artı ikinin beş ettiğini düşünür. nevrozlu iki artı ikinin dört ettiğini gayet iyi bilir; ama bu onu çok kaygılandırır."
kimse hakikate korku yoluyla yaklaşamaz. kelime ve teoriyle ilgili her şeyi unut. sadece mutluluğunla, huzurunla ilgilen; bir gün tanrısallığın içine girdiğini göreceksin. en üst seviyede mutluluğun başka bir adıdır.
kendini bilmek bütün bilginin kapısı olur, en temeldir. o temel olmadan, bütün bilgi yalnızca görüntüde bilgidir; aslında cehalettir.
kendini bilmediğin için kendi yansıtmalarını dış gerçeklerle karıştırmaya devam ediyorsun. kendini bilmedikçe, gerçek herhangi bir şeyi bilmek imkânsızdır. ve kendini bilmenin tek yolu korunmasız, açık bir yaşam sürmektir. kapalı bir hücrede yaşama. kendini zihninin arkasına saklama. dışarı çık.
zen kendiliğinden olanın, çabasız çabanın, sezginin yoludur. bir zen ustası, büyük bir şair olan ikkyu şöyle demiş: "binlerce kilometre uzaktaki bulutları görebiliyor, çamların kadim müziğini duyabiliyorum."
biri buddha'ya, "en büyük mucize nedir?" diye sormuş. "içe dönmek" demiş buddha. içe döndüğünde, farkına vardığında, binlerce kilometre uzaktaki bulutları görebilecek, çamların kadim müziğini duyabileceksin.