leyla erbil
tezer özlü yaşarken yayımladığı üç "farklı" kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu. avusturya kız lisesi'nde okudu. ilk kitabı olan eski bahçe'yi, dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. ilk romanı çocukluğun soğuk geceleri; kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da yaşamasına izin verilmek istenmeyen farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, teninde duyarak işledi.
tezer özlü'yü anlamak için, stadyumlardan ve ekranlardan fışkıran "en büyük türkiyah! başka büyük yok!" inlemelerinin dışında bir yerlerden de ülkeyi seyretmek gerekiyor. türkiye, aslında âşığı olduğu bu topraklar acılarına acı katmıştır tezer'in. din kökenli ilkellik, resmi ideolojinin sarmalında özgür aklı boğmuştur bu ülkede. buyurgan, yasakçı, ataerkil toplumun yatışmak bilmez gizli şiddeti, sadece on yılda bir sıkıyönetim dönemlerinde değil, sivil yönetimlerde de insan ilişkilerinin tüm alanlarını kaplamış, yurttaşların tümünü hasta etmiş, cehenneme çevirmiştir yaşamı. hele tezer gibi kozmopolit kültür sahibi insanlarınkini.
1 mayıs 1977. kendimi bildim bileli örgütlerimin katıldığı bütün özgürlükçü eylemlere katılırım. o gün de "türkiye yazarlar sendikası" saflarındayım. görkemli bir işçi bayramı kutlaması sona ermek üzere. sıra kemal türkler'in konuşmasına gelmiş. güler yücel'le saflarımızı bırakıp café bulvar'a giriyoruz. orada başka arkadaşlar da var. anımsadığım kadarıyla, mustafa kemal ve tektaş ağaoğlu, kıvanç ertop, ela güntekin, ergin ertem, önay ve gülbün sözer, tezer özlü de. bir anda silahlar patlıyor, bir karışıklık ve şaşkınlık, ardından peş peşe yükselen makineli tüfekler, panzerler, sirenler. toz duman içinde bir savaş alanının ortasında buluyoruz kendimizi; her zaman olduğu gibi, güvenlik (!) güçleri, "çember sakallılar" ve "kurtlar"ın ortak cihadının arasından çil yavrusu gibi dağılıp kurtarıyoruz canımızı. yanımda tezer'i görüyorum, koşarak elmadağ yönüne kaçıyoruz. ardımızda çığlıklar; arkadaşlarımızın haykırışı: "kızıma rastladın mı? babamı gördün mü? annemi görürsen telefon et." işçi sınıfının, solun yükselişinin kırk ölü, yüzlerce yaralıyla durdurulduğu gün.
bizim bulunduğumuz bu alanlardan yükselen seslerle, futbol sahalarından, camilerden ve ekranlardan yükselen sesler hiçbir vakit örtüşemiyor. o gece sabaha kadar uyanık tezer. sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor. sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, "burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!" diyerek sürekli yineliyor. hâlâ da öyle değil mi?
ben, tezer özlü'nün sıkıntılarının, büyük ölçüde, kışkırtılan bu toplumsal şiddetten, korkudan kaynaklandığına inananlardanım. burada baudelaire için söyleneni anımsıyorum, "baudelaire'i çıldırtan fransız emperyalizmiydi." hepimizi de öyle! bu toplumun bilinç düzeyini açıklayacak bir başka tabloyu da eklemeden duramayacağım.
1980'de başımıza çöreklenen askerlerin, dayattığı 82 anayasa oylamasında istanbul'dan sadece 275.000 mavi (ret) oyu çıkmıştı. bu sayı o görkemli işçi bayramı kutlamasına gelen taksim alanı'ndaki insanlarımızın sayısını bile bulmuyor? böyle bir türkiye'de genç bir türk kadın yazarın kendinden yaşça ufak bir yabancı erkekle evlenmesine yetkililer bir türlü izin vermiyor. engeller çıkarılıyor; sorgular sualler, nedenler, nasıllar, ertelemeler. tam iki yıl!
iki yıl sonra pes ediyor tezer, zürih'e yerleşiyor. 2 nisan 1984'te birkaç yılcık bile olsa, sevecenliği ve aşkı bir arada bulduğunu söylediği hans peter'le evleniyorlar. isviçre, neden kendinden yaşça büyük bir türk kadınla evlendiğinin hesabını sormuyor hans peter'e. böylece lacivert türk pasaportunu atıp isviçre pasaportunu almış, "onlara göstermiş"ti tezer.
sınırları bu yolla da olsa kaldırdığına sevinmişti. bir tatil sırası geldiklerinde, "gericilerin kağıtları kendilerinin olsun!.. " diyerek, çantasından çıkardığı ve üzerinde incecik beyaz bir haç bulunan, kırmızı isviçre pasaportunu pat! pat! masanın üstüne çalıyor, ünlü kahkahalarını koyuveriyordu. ancak gövde anadan ayrılsa da ruh buralardaydı. özlem içindeydi. eşi dostuyla, sevdikleri sevmedikleriyle, komşularıyla kendinde olanı paylaştırarak var olabilen, öyle beslenen bir yazar için değil isviçre, cennet bile olsa bir baş belasıydı.
tezer özlü'nün yaşamı acıyla, ölümle, intihar duygusuyla, canlılık ve yaşam tutkusuyla iç içeydi. sevgili üç yazarının, italo svevo, franz kafka, cesare pavese'nin yaşadıkları, acı çektikleri, öldükleri yerlere onu çeken de sanki yakın sonunu onlarda seyretmek, kendi acılarını onların acılarında soğutmak, onların acılarını kendininkilerle avutmaktı.
insanlara olan sevgi ve saygısını onların yaşamdaki bahtsızlıklarına isyan ederek de göstermiş ve bu son kitabını hemen hemen ayakta, on beş gün içinde, durmak uyumak bilmeksizin, adeta canına kıyarak; ama tertemiz yalın bir dille, bir biçemle gerçekleştirebilmişti. burada yazınsal düzlemde ilginç olan şey, yazarın metinler arası ilişkilerdeki özgünlüğüdür. bu ilişki şimdiye değin izlediklerimizden farklıdır.
metinler arası ilişkiler denildiğinde, bizim açıkgöz diyebileceğim bazı yazarlarımız, ustaların ürünlerini o ustalar kendilerine yakın olmasalar bile, özümsemeden, yamyamlıkla kendilerinin kılmaya kalkmışlar, taklit ya da uyarlama yapmaktan çekinmemişlerdir. oysa tezer özlü, kendi olmayı hiç reddetmeden, kendi ruhundaki acılardan taşarak akraba acıların dünyasına ulaşmaktadır. bu ise küçümsenecek bir nitelik değildir, kalıcıdır.
tezer özlü'nün sanatı, acılar kadar sevgiyle de besleniyordu ve sanatını yaşamından ayırmak pek mümkün de değildi. sık sık, "dünyayı başıma yıktı" diye söz ettiği ilk eşinden boşandıktan sonra evlendiği erden kıral'dan ayrılsa da, gönlünden onu söküp atmış değildi. zaten böyle bir şey, en son isteyeceği bir şeydi. o, ruhunu koşullar elverdiği ölçüde tıka basa sevgiyle doldurmak isterdi.
hans peter'de bulduğu yumuşaklık, sevecenlikti. bir başka kültürün getirdiği, karşısındakine gösterilen saygıyı da unutmamalı. "sekiz yılda eşimin yapamadığını sekiz saatte yaptı, kapıyı yağladı, gıcırtıyı kesiverdi!" böyle bir ayrıntıyla bile dünyalar onun oluveriyordu. erden'e olan sevgisiyle yeni eşinin aşkını birlikte götürdüğünü sanıyorum.
özlü'nün sevgi dünyası birçoklarımızın anlayabileceğinden çok ötede, çok geniş kucaklayıcılığa sahipti. bu yüzden bazı insanların onu anlaması gerçekten de zordu. ölümünden sonra, vaktiyle bağrına basıp yardım elini uzattığı bir yazarın, kendisini aşağılayıcı bir roman kaleme alması, edebiyatımızın gerçekten de ne denli sığ kafalara sahip şöhretlerle bezendiğinin bir göstergesidir.
insanlardan hiçbir şeyini saklamak, esirgemek istemezdi. şu doğruyu içten benimsemişti: bir yazarın başına gelen, tüm insanların da başına gelmiş sayılır; doğrular ne denli aykırı olsalar da, onlara yan çizdiğin an yok olma başlar. bir dolmuşta, başkalarının yalnızken kendilerine itiraf etmekten irkileceği şeyleri, yüksek sesle anlatıyordu. kurulu düzene meydan okumanın, insan onurunu korumanın bir başka yolu belki de? öz yaşam anlatıdan da hiç kaçmadı, onu sanat katında yoğurmayı çok iyi bilmek kaydıyla.
tezer, 1973'ten 1985'e hasta olduğunu öğrenene kadarki süreyi şoksuz, hastanesiz, hastalıksız yaşadı. en çok birlikte olduğumuz o sürede, kitaplarında da anlattığı biçimde korku ve kaygılarını durdurabilmiş, "çılgınlığı" yenebilmişti. ancak sürekli baş, diş ağrıları, bel ağrıları çekerdi. 1985'te kanser olduğunu öğrendiğinde yakasına yapışmış olan eski depresyona, gayya kuyusuna indi yeniden.