sevan nişanyan
bu mısraların yazarı, mesela, yaşlandığından bu yana batı ülkelerini görmekten hiç zevk almaz oldu. batı'nın kendini beğenmiş tertipliliğinden feci şekilde sıkılıyor. hindistan'ın, afrika'nın, kürdistan'ın, gürcistan'ın insanını daha sevimli, tapınaklarını daha gerçek, derme çatma lokantalarını daha lezzetli buluyor. ama..
son beş yüz yılda icat edilip insanlığın genel kullanımına sunulan uygarlık ürünlerinin hepsi ama hepsi, batı'nın on on iki tane ülkesinden çıkmış. 1500 gibi bir tarihten bu yana doğu'nun -hind'in, çin'in, islam ülkelerinin, hadi afrika'yı da sayalım- insan medeniyetinin evrimine dişe gelir bir tane bile katkısı olmamış. sonra, yarı ciddi yarı şaka, birkaç yüz tane uygarlık ürünü saymışız. listede elektrik var, otomobil var, kuduz aşısı var, parlamento var, gazete var, kâğıt para var, insan hakları var, internet var. makineli tüfek ve atom bombası da var. naylon poşetle don lastiği de var. üstelik, demişiz, bunlar "batı'nın 'üstün maddi imkânları' sayesinde satın aldığı ya da şunun bunun 'emeğini sömürerek' elde ettiği şeyler değildir. kendilerini sıra dışı fikirlere adamış insanların geceli gündüzlü çalışmalarının, sonsuz fedakârlıkların, uykusuz gecelerin, harcanmış evliliklerin, kuşkuların, hayal kırıklıklarının, insanüstü sabır, azim ve çabaların eseridir.
serde sözlükçülük var, o yüzden sözlükçü örneği vereceğim. james murray adlı bir adam, başlangıçta mütevazı bir öğretmen. oxford'da avuç kadar evinde kırk altı sene oturmuş. tam yetmiş beş bin kişiyle yazışmış. 1150 yılından o güne ingiliz dilinde herhangi bir yerde geçen her kelimeyi derlemiş. her kelimenin ilk kez hangi yıl kullanıldığını aramış, zaman içinde hangi evrimi geçirdiğini izlemiş. modern leksikografinin esaslarını keşfetmiş. tarihin gelmiş geçmiş en muazzam sözlüğünü hazırlamış. dört yüz bin madde yazmış. üç otuz para maaş almış.
sonra kütüphane. british library'de kırk milyon kitap var, üçer santimden saysan 1200 kilometre eder. üstelik bu kırk milyon kitap, dünyanın her yerinden gelen herkese bila ücret açık. gürcistan'da 1848'de çıkan derginin şu nüshası lazım deyince adamın biri koşturup buluyor. bizdeki en kabadayı kütüphanede kırk bin cilt varsa şaşarım. oradaki memure de yün örgüsünden vaktini çaldın diye kötü kötü bakar. vaktiyle bağdat'ta kütüphane varmış, evet, avrupa'dakilerden iyiymiş. ama yedi yüz elli sene önce yıkılmış. yerine bir şey yapılmamış. burada söz konusu olan şey maddiyat filan değil manevi bir üstünlüktür. bunu görmek lazım. yapılmış ve yapılabilecek olanın dış sınırını zorlamışlar. hayatları rahat olsun, kolay olsun diye değil, şan ve şeref için yapmışlar. doğru olduğu için yapmışlar. inandıkları için yapmışlar. başka bir dilde söyleyelim, allah rızası için yapmışlar. eş dost, mahalle, medya "aklın mı yok, ne uğraşıyorsun" dedikleri halde yapmışlar.
kristof kolomb'un amerika'nın keşfi de maddi bir güç, organizasyon, finansman vb. sorunundan önce bir manevi serüvendir. bunu da iyice anlamak lazım. adamın biri çıkmış, bütün dünya ve bütün atalarımız ve büyüklerimiz aksini de söylese ben buna inanıyorum ve bu uğurda hayatımı, itibarımı, evimi, rahatımı feda ederim demiş. bütün dünya haksızdır ben haklıyım diyebilmiş. yapayalnız kalmayı göze almış. nefes kesici bir manevi cüret! ha sonra ne olmuş? kâşifin peşinden gidenler kızılderilileri kesmişler, falan filan. işin özünü değiştirmez. insanlık âlemi böyle bir şey. bir öncü -peygamber- çıkar, yepyeni bir yol açar. peşinden giden sıradan insanlar, sıradan insanların her zaman yaptıklarını yaparlar. batı'nın sıradan adam rezervi de doğu'nunkinden eksik değil. (ayrıca piri reis bir halt keşfetmemiş. ispanyol'un tekinin haritasını bulup çevirmiş, o kadar.)
galileo galilei diri diri yakılmaktan korkmuş, mahkeme önünde dünyanın döndüğü tezinden vazgeçmiş. ama fısıldayarak da olsa "eppur si muove" (gene de dönüyor) demekten geri durmamış. çünkü aklın ve vicdanın kutsallığından bir dakika bile şüphe etmemiş. aklın emrettiğine sonuna kadar inanacak manevi metanete sahipmiş.
bunun zıddı nedir? şudur: "prof. dr. feyzi bingöl, üniversiteye başörtüyle girilmesi konusunda daha önce bir bildiriye imza atmasıyla ilgili olarak ise, o dönem yönetici olmadığını ve imza vermesinin kişisel görüşü olduğunu belirtti. prof. dr. bingöl bu konuda şunları söyledi: 'insanın bir kişisel görüşü vardır. benim kişisel fikrime göre, yükseköğrenim alan bir kişinin bu hakkının elinden alınmaması gerekir. ama idareci olduğunuz zaman kanun, mevzuat, yönetmelik, mahkeme kararları sizi bağlar.'" (20 eylül 2008, gazeteler). bu zat sıfat ve makamıyla kaim olan bir insandır. giysisinden ibarettir. aklın ve vicdanın kutsallığına inancı yoktur. batı'da yok mu bunlardan? tonla var. ama öbür türlüsü de var. doğu'da ise yüzyıllardan beri sadece prof. dr. feyzi bingöller var. kazara başka türlüsü çıkacak olursa, bütün toplum söz birliğiyle ve elbirliğiyle tepelemekten bir dakika geri durmazlar.
batı'nın derin sırrı batı nasıl becermiş bu işi? şeytan diyor ki "hristiyan ahlâkı" de. "sezar'ın hakkı sezar'a, ama tanrının hakkı tanrıya" diyen manevi özerklik ideali de. ama doğru değil: bizim rumlarla ermeniler de hristiyan'dır, hem batılılardan daha otantik hristiyan'dır, ama bizden bir tanecik galileo çıkmamış. başka bir şey olmalı. tek kelimeyle anlat deseniz, bireyin kutsanması derim. batı'nın beş yüz sene önce icat ettiği, daha önce beş kıtada eşine rastlanmamış tuhaf fikir bu. adam herkesin bildiğinin aksini söylüyor, atalarımızın ruhlarını muazzep ediyor, muteber prof. dr.ların dediğine inanmıyor, vatana millete zararlıdır kesin, ama ne yapacaksın, saygı göstermek lazım diyen düşünce: bidat sevgisi. eline hayatta top, tüfek, kılıç almamış on binlerce kişiyi kahraman ilan edip meydanlara heykellerini diktiren zihin iklimi.
işin bir de siyasi-hukuki yanı var, ki beş yüz yıldan daha eski, belki sekiz yüz yıllık. devletin her boka maydanoz olamayacağı, kamu otoritesinin dokunulmaz sınırları olduğu, kamu yararının tek elden belirlenemeyeceği, birtakım hak ve özgürlüklere tecavüze kimsenin gücü yetmeyeceği gerçeği, avrupa'nın başına ta 1200'lerde, yani bizdekilerin "orta çağ karanlığı" diye dalga geçtiği bir devirde dank etmiş. sık sık tökezlese de, bugüne dek hayatiyetini korumuş. eskiden adına tabii hukuk denirdi, şimdi "insan hakları" diyorlar. bizde valiliğin yan tarafında, çaycısı bile olmayan zavallı bir devlet dairesinin adıdır.
zalim batı neler yapmış batı zalimmiş, batı adaletsizmiş, batı bencilmiş, şöyleymiş böyleymiş, bunlar züğürt tesellisi. insanoğlu zalimdir. gücü yeterse daha zalimdir. batı zalim olduğu için güçlü değil, güçlü olduğu için daha rahat zulmetme lüksüne sahip. doğunun farkı daha az zalim olması değil, marjinal bazı alanlar dışında son 300-500 senedir batıdan daha güçsüz olması. gücün kadar zulmedersin.
amerikalılar ırak'ı yakmış: sanki türkler yirmi beş senedir güneydoğu'yu yakmıyorlar. ya da 1870'lerde bulgaristan'da, 1840'larda lazistan'da, 1820'lerde yunanistan'da, 1770'lerde podolya ile ukrayna'da başka şey yaptılar. kuzey kıbrıs'ın rumları da 1974'te türklerin imajı bozulsun diye evlerini barklarını bırakıp kaçtılar. (1915'i hiç saymıyorum, malum onu türkler yapmadı, dürkheim'le august comte yaptı.) ya zavallı kızılderililer? islam egemenliği altında adalet ve huzur içinde yaşayan süryaniler, yahut mısır hristiyanları, yahut anadolu rumları veya fas yahudileri ya da darfur yerlileri kadar şanslı değillerdi herhalde! kara afrika'da da avrupalılar gelmeden önce araplar zaten bin sene boyunca köle ticareti yapmıyordu da, mesleğin püf noktalarını beyaz adama onlar öğretmediler.
islam'ın adaletine, faziletine, vesairesine gelince hatırlatmak gerek ki islam hristiyanlarla (yahut yahudilerle) kıyaslanamaz, elma ile armut olur. islam belki hristiyanlıkla (yahut yahudilikle) kıyaslanabilir. hristiyanlar filan da ancak müslümanlarla kıyaslanabilir. hangi tarafın bu kıyaslamadan avantajlı çıkacağından hiç emin değilim.
vicdan hangi kitapta yazar? peki bu düşmanlık neden? babadan kalma gâvur nefretinin izleri derin, evet. batının küstah üstünlüğüne karşı bir ego koruma refleksi, evet. bizde seksen beş senedir "batı" diye dayatılan yavan çorbanın doğurduğu bulantı, evet. ama bunları aşan başka bir şey daha var. onu anlamaya çalışıyorum.
yüz yıldan beri aklın ve vicdanın sürekli olarak tekmelendiği bir memlekette, aklına ve vicdanına bir dayanak arayan insanlar -başka seçenek olmadığı veya bilmedikleri için- çareyi islam dininde arıyorlar. "kanun, mevzuat ve yönetmelikle" dayatılan ve sahte bir batı'yı tanık göstererek meşrulaştırılan zorbalık düzenine karşı ayakta durma gücünü, manevi direnci, 1400 küsur senedir değişmediği için çok sağlammış gibi görünen bir kaynaktan türetiyorlar. buradan bakıldığında islam'ın "dışında" olan her şey ister istemez bir vicdansızlık alemi olarak görünecektir. öyle görünmek zorundadır. aklın ve vicdanın yegâne dayanağı 1400 küsur yıl önce zaptedilmiş olan vahiyse, o vahyi tanımayan akılsız ve vicdansızdır, değil mi? bakınız filistin, ırak, zavallı kızılderililer. işte, belli! evrensel bir zemin akıl ve vicdanın dayanağını arayanları alkışlamak gerekiyor, evet.
böyle bir memlekette insanların bir şeylere dayanarak da olsa ayakta durması başlı başına bir mucizedir, bunu da kabul etmek lazım. bugün başörtüsü vesaire için direnen insanlar, belki yarın daha evrensel bir zeminde "gene de dönüyor!" deme gücünü bulurlar, kim bilir. ama bu mantığın gelip vardığı yer sakattır. çünkü akıl ve vicdan yalnız doğu'da serpilmedi. hatta orada hiç serpilmedi. beş yüz seneden beri, vahyin semtine bile uğramadığı iklimlerde yeşerdi: gerçek bu.
islam düşüncesi bu zor gerçekle baş edebilir mi? sınırları esnek ve geniş de olsa bir ümmetle kendini özdeşleştirmekten -dolayısıyla o ümmete ait olmayanı ötekileştirmekten- vazgeçip gerçek anlamda evrenselliğe açılabilir mi? müslümanları aşıp mutlak olan üzerinde yoğunlaşabilir mi? aşiret dayanışmasının ötesine geçebilir mi? tarihin yükünü sırtından atabilir mi? arayışlar olduğunu biliyorum evet. ama "müslümanlar" derken buna vahiy sahibinin, "tarih" derken buna 622 tarihinin de dahil olduğunu unutmamak lazım.
avrupalıların 500 sene önce attığı müthiş adım tam buydu. öbür dinler kadar taşralı bir dinden yola çıkıp insanı keşfettiler. bu topraklarda, 21. yüzyılda öyle bir adım atılabilir mi? ben şahsen pek ihtimal veremiyorum. ama gönül ister ki yanılmış olayım.