31.03.2021
uzun lafın kısası
30.03.2021
romancı
kehanetleri peygamberler (bedavaya), falcılar (bunlar genellikle belli bir ücret isterler; bu yüzden de peygamberlerden daha çok saygı görürler) ve fütürologlar (bu işten maaş alırlar) yaparlar. kehanet peygamberlerin, falcıların ve fütürologların işidir. romancıların işi değildir. bir romancının işi yalan söylemektir.
meteoroloji bürosu size gelecek salı havanın nasıl olacağını, rand şirketi 21. yüzyılın nasıl olacağını söyleyecektir. bu tür bilgiler edinmek için yazarlara başvurmanızı tavsiye etmem. bununla hiçbir alakaları yoktur onların. bütün yapmaya çalıştıkları, size kendilerinin nasıl olduğunu, sizin nasıl olduğunuzu, neler olduğunu, havanın şimdi, bugün, şu anda nasıl olduğunu anlatmaktır. "bak işte yağmur, işte gün ışığı! aç gözlerini; dinle, dinle." bunu der romancılar. neyi görüp işiteceğinizi söylemezler. size bütün söyleyebilecekleri bu dünyada, üçte biri uyuyarak ve düş görerek, bir diğer üçte biri de yalan söyleyerek geçirilen kendi ömürleri içinde görüp işittikleridir.
işin aslı, bir roman okurken deliririz biraz, kafayı buluruz. olmayan insanların varlığına inanırız, seslerini duyarız. onlarla birlikte borodino savaşı'nı seyre dalar, napolyon bile oluruz. aklımız başımıza -çoğunlukla- kitabı kapadığımızda gelir. gerçekten saygın hiçbir toplumun, yazarlarına güvenmemiş olması hayret edilecek bir şey değildir.
sanatçı, sözcüklerle söylenemeyecek olanla uğraşır. sanat yaptığı araç kurmaca olan sanatçı ise bunu sözcüklerle yapar. romancı, sözcüklerle söylenemeyecek olanı sözcüklerle söyler.
gerçeğin, hayal gücüyle ilgili bir mesele olduğunu öğrettiler bana. en kesin bir olgu bile anlatılış üslubu yüzünden yok olup gidebilir ya da parlayabilir. tıpkı bir kadının üzerinde iyice parlaklaşıp da başka bir kadının üzerinde silikleşen, toza gömülen denizlerimizin o eşsiz organik mücevheri gibi. olgular incilerden daha kesin, daha katı ve daha gerçek değildirler. üstelik onlar gibi duyarlıdırlar.
29.03.2021
kölelik
sevan nişanyan
araplar afrika'da "afrika'da batılıların köleciliği müslüman araplardan öğrendiği tezini ilk senden duydum" diyen bir arkadaşıma email. genelde bilinen bir konu olduğunu zannediyordum, en azından batılı kaynaklarda. türkçede afrika tarihine dair zırnık yok ki piyasada, nereden bilinecek? senegal'den dahomey'e kadar sahil boyunca köle ticaretini yapanlar 13. yüzyıldan itibaren müslüman mali sultanlığı, merkezi timbuktu. önceleri fas ve cezayir'e (oradan da mısır, anadolu ve avrupa'ya) satıyorlar. 16. yüzyıldan itibaren direkt ispanyol ve portekizlilere satış yapmaya başlıyorlar.
ingilizler 1700'lerin sonunda buralara köle ticaretini önlemek amacıyla geldiler. şurada ayrıntılı bilgi ve harita var:
http://en.wikipedia.org/wiki/arab_slave_trade
romalılarda anlaşılan köle kaynakları daha çok orta doğu-anadolu ve kuzey avrupa. zenci köle piyasası arap/islam fetihlerinden sonra açılmış. haritaya bakınca mekanizma anlaşılıyor. asıl köle kaynakları (körfez sahili, orta afrika ve kongo) ile araplar arasında aracılık yapanların bulunduğu yerlerde (sahra güneyi, doğu afrika sahili) afrika'nın ilk "devlet" yapılanmaları ortaya çıkmış. tabii ki rantın olduğu yerde bunun paylaşımı için mutlaka bir otorite gerekir.
bu devletlerin galiba hepsi müslüman egemenliğinde yerler. arapların bir kısmı belli ki bu yerlere yerleşmiş, ve/veya kendilerine sadık bir yerli egemen zümre yaratmışlar. avrupalılar 1870-80'lere dek afrika içlerine hiç girmemişler. orta çağda ve 1510-1520'lere dek lazım olan köleyi araplardan temin etmişler. portekizli seyyahların anlatımlarında gayet net görülüyor, hint okyanusu'nda çeşitli limanlara uğradıkça araplardan beşer onar zenci satın alıyorlar.
1540'larda amerika kıtasına toplu halde köle sevkiyatı başlayınca bu sefer arapları baypas edip, batı afrika sahilinde yerli aracılardan mal temin etmeye başlamışlar. dolayısıyla ekli haritada gördüğün dağıtım kanalları tersine dönmüş. bunun direkt sonucu olarak sahra güneyindeki yerli krallıkların hepsi iflas edip batmış. onun yerine 18. yüzyılda batı afrika sahilinde dahomey vs. gibi çok daha küçük çapta, ufak yerli krallıkları belirmiş.
kemalizm
sevan nişanyan
türkiye'de totalitarizm tehlikesi her zaman vardır. bunun ideolojisinin ne olduğu hiç fark etmez. sosyalist de olsa türkiye totaliter olur, müslüman da olsa olur, kemalist de olsa olur.
o yüzden türkiye'de birbirinden hoşlanmayan grupların varlığı iyi bir şeydir. totalitarizmin önündeki en önemli engel bu zıtlıktır.
evet, kemalizm totaliter bir ideolojidir; fakat kemalizm'in ortadan kalkması, totaliterliğin fiilen oluşmasına zemin hazırlar.
çelişkili gibi görünüyor ama değil: türkiye'ye kemalizm lazım değil belki ama kemalistler lazımdır.
bilinç

gerçekten de bu dünyada duygularını anlamaya çalışan bir kadın görüntüsünden daha olağanüstü bir şey olamaz.
bir şeyin bilincine varmak acı vericidir.
bakire olmak berbat bir şeydir, lisede olgunluk sınavını verememek gibi bir şey. ondan kurtulmak istersin ama, bir yandan da bu önemli deneyimi sevdiğin biriyle yaşamak istersin; yoksa senin iç benliğin için hiçbir değer taşımayacaktır.
aşkların en bereketlisi, zamanın yargıçlığına bırakılandır.
bir sanat yapıtı hayata, hayatın benzemediği kadar benzer.
roman insanın bütün duyarlığıyla giriştiği bir kehanet olmalı, yoksa bir papaz evinin çimenliğinde oynanan kroke oyununun titizce yazıya geçirilmesi değil.
kitap ya insanın etiyle kanıyla yazılır ya da yazılmaz.
korkunç çeşitliliği içinde uçar gibi giden gerçeğin imgesini yakalamayı düşlemeye kim cesaret edebilir?
mutlu bir tanrı

âlemi yaratmadan önce tanrı, ezeli ve ebedi olarak mutlu idiyse âlemi yaratmaksızın mutlu olmaya devam edebilirdi. insanın acı ve sıkıntı çekmesi neden gereksin? insanın varlığı neden gereksin? onun varlığının tanrı için ne önemi vardır? hiç önemi yok mudur? ya da biraz önemi var mıdır? eğer insanın varlığı tanrı için hiç yararlı ya da gerekli değilse tanrı onu neden yoklukta bırakmadı?
eğer insanın varlığı tanrı'nın şan ve büyüklüğü için gerekliyse bu, tanrı insana muhtaçtı, insan var olmadan önce kendisi için bir eksiklik vardı demektir.
bu dünyada, tavır ve hareketleri kendilerine ahirette sonsuz cezalar çektirebilecek insanlar yaratmaktansa duygulu canlıları hiç yaratmamak büyüklüğe, akla, insafa, hakka daha uygun olmaz mıydı? tek bir insan yaratacak ve sonra onu lanetlenmek tehlikesine uğratacak kadar bölücü bir tanrı'nın, olgun bir zat olarak değil, bir haksızlık, adaletsizlik, kötülük ve kıyıcılık ifriti olarak dikkate alınması gerekir.
insan fiziği sayısız hastalıklara ve nihayet ölüme maruzdur. insan ruhu ve maneviyatı kusurlarla doludur. bununla birlikte insanın, yaratılanların en olgunu ve mevcutların en şereflisi olduğunu söyleye söyleye bitiremiyorlar.
28.03.2021
pil
27.03.2021
cinayet

belki size mantıklı geliyordur. benim görebildiğim kadarıyla, bir hayat bir hayattır. maximilian sherman ve benim adil jürilerim yüzlerini çıkmaz ayın son çarşambasına kadar ekşitebilir; fakat toplumsal cinsiyet okuyan yirmi altı yaşında bulimik bir öğrenciyi ya da boş zamanlarında şiir okumayı seven altmış sekiz yaşında bir limuzin şoförünü öldürmenin, üç yaşında bir sümüklünün canına kıymaktan hiçbir farkı yoktur.
26.03.2021
dieppe
25.03.2021
descartes

dünya tarihinin o unutamayacağı yıl, kış başlarken birliği almanya'da konaklamaktaydı. rahatına düşkün, sobalı odasına çekildi, keyfince. işte orada oldu ne olduysa. nicedir okumayı sürdürdüğü o büyük dünya kitabına yeniden kaptırıp gitti. dingin, telaşsız davranışlarına karşın, bir süredir içi içine sığmıyordu. kafası karışık biri değildi ama neden böyle karışıktı her şey? kafasından ne geçse kof çıkıyordu. birden bir şey çaktı: yanlış düşüncenin, sık sık bilinip yaşanan özelliğini apaçık bir kesinlikle görüvermişti; başkalarından bir ayrıcalığı vardı artık, görüyordu: yanlışın özelliği, kuşkuya yer vermeyen biçimde doğru görünmesiydi. herkese böyle doğru görünüyordu yanlış, tetikte olunması gereken en önemli durumlarda bile.
yapması gereken şeyin ne olduğunu biliyordu artık. yapması gereken şuydu: nerede ve ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, hiçbir eksik gedik kalmamacasına, tüm kuşkuları kesinlikle giderinceye dek düşünceleri gözden geçirmeye ant içti. bu, bir akıl işi olduğu kadar istenç işiydi de.
işte o gün, o ünlü sobalı odada descartes, "descartes" olma yoluna girdi. almanya'dan italya'ya, macaristan'dan polonya'ya, isviçre'den isveç'e, on yıllarca sımsıkı sarıldı buluşuna. yaşamını, bu buluşun kavramsal dökümü ile düzenlenmesine, en zengin olanaklarıyla sonuçlanmasına adadı.
insanlığın, özellikle batı'nın, yüzyıllarca yürüdüğü, tüm akılcı kültürü borçlu olduğu yol bu.
dogma

24.03.2021
paradoks

tanrım, yalnız tek bir şey istemeyi ve durmadan onu istemeyi bana ilham et.
insanın hayatı, insanın hayalidir. ölüm saati gelince, kendimizi, geçmişte aksetmiş göreceğiz ve yaptıklarımızın aynasına eğildiğimiz zaman, ruhlarımız ne olduğumuzu anlayacaktır. bütün ömrümüz kendi kendimizin silinmez bir portresini çizmekle geçer. işin korkunç tarafı bunu bilmememizdir. kendimizi güzelleştirmeyi hiç düşünmeyiz. bunu ancak kendimizden bahsederken hatırlarız; kendimizi överiz; fakat o müthiş portremiz sonunda, bizden yana olmayacaktır. hayatımızı anlatırız ve kendimize yalan söyleriz; fakat hayatımız yalan söylemeyecektir. o, tanrının huzuruna her zamanki haliyle çıkacak olan ruhumuzu hikaye edecektir.
23.03.2021
şifacı

bir erkek yarasıyla yüzleştiğinde gözyaşı doğal olarak çıkagelir ve onun içteki ve dıştaki bağlılıkları giderek daha duru ve güçlü bir hal alır. kendi şifacısı haline gelir. artık daha derin benliği için yalnız değildir. artık ağrı kesicisi olsunlar diye kadınların kapısını çalmaz.
çoğu zaman başkalarını, kendimizin yaralanmış olduğumuz yerden ya da onun çok yakınından yaralarız.
sonunda, geç de olsa, yanlış dağa çıkmak için çabaladığımızı anlarız.
22.03.2021
türkiye

türkiye, tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bunadı kurt. playboy'a annemin çıplak resimlerini satarak beyaz saray'a sırnaşmayı düşlüyorum spermi biraz fazla kaçırdığımda.
beş parasız paraladığım sokaklarında embesillerini ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi açmak ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutluluk bana verdiğin.
otuzbir çekmediğim gecelerde düşler kuruyorum senin hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun.
sosyal demokrat idiotlarını, orospu tavukların uğrak yeri sanat galerilerini, festival sarkaçlarını, ölüsevici kültürünün uyanık tezgahtarlarını ve tezgahın altında neler döndüğünü fark edecek kadar sosyalistim.
hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu sayılmam köle pazarı piyasanda, kıçına cop girdiği için şair olanlardan da değilim; eli kulağındadır tımarhanelerinden birinde tescilli manyak olmamın ve koynuna girmediğimden dorukta sıçanların, o yüzden ibneliğim de test edilip onaylanmadı.
uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip çaktırmadan, sonnet'leriyle, balad'larıyla köçekleşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilirsin ki havlayan it ısırmaz türkiye, bak, biz bizeyiz, çekinme, şu azınlıkları ne zaman kesip kızartacağız, çok acıktım türkiye.
nazım'ını severim, buna kızabilirsin; ama bazı -ne demekse- naif şairlerinin, devlet sanatçısı olmasına ve adının iktidar şakşakçısı starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, intiharımı hızlandırıyorsun böylelikle, böylelikle artıyor kirim ve seninle kirimiz, ne gam? iyi akşamlar. persil supra.
mustafa suphi, artık hamsi mi türkiye, dikkat et, balıkları örgütlemesin.
allah'a inanmıyorum, osmanlıyım velhasıl, akın edip avrupa'ya, toplayıp getiremesem de cillop gibi veletleri, n'apalım, buradaki lümpen teenager'larla idare ediyorum.
türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllanacağız; türkiye, kıbrıs'ın yakasını ne zaman bırakacağız ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce devrim şehidimize.
türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu kadar; çük kadarken okudum sabahattin ali'yi, kafka'yı, dostoyevski'yi, london'ı; kapital'e başlayışım babamla aramızda çıkan küçük bir harçlık sorununa dayanır.
iQ'larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki bir eşek şakası mı bu; köy enstitüleri, halk eğitimler, halkevleri ne ayak; behice boran, iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline sağlık türkiye.
hasbelkader bir önerim var: cia, eurovision'u kazanmamızı, avrupa birliği'ne girmemizi sağlayamaz mı acaba, şüphesiz, eh benimki de salaklık, haklısın türkiye.
bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağızların burunlarını kırarak onlara medeniyet öğretmek istiyorum türkiye.
ben, sex-shop'ların, komünist partinin, müslüman demokrat partinin, rock partinin, çeşit çeşit gay barların açılmasını, askerliğin kaldırılmasını istiyorum türkiye; bu topraklarda nobel, oscar, lsd, özgürlük ve sik anıtları görmek istiyorum: kişi başına düşen milli gelirden bana ait payı iade ediyorum bütün bu harcamalar adına sana; hapishaneler, hayvanat bahçeleri, kamplar, tımarhaneler boşaltılsın derhal; ben bütün kentlerinde barışla, erdemle, insanlık haklarımla keyiften gebere gebere, ıslık çalarak dolaşan bir seyyah olmak istiyorum; mandela kötü adam, döv onu türkiye.
'uzak asya'dan gelip akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket.. sizin! afiyet olsun efendiler' demekten bıktım, bıktık, anlıyor musun, orada mısın türkiye?
ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve kızıyorsan ve sinirleniyorsan, olsun, biz yine geliriz; yine yazar, söyleriz; ölürüz; biz yine gideriz; sen, rahatını bozma o zaman, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya yatağında, böyle masum böyle mazlum uyu türkiye.
21.03.2021
insanlar
deneyim

20.03.2021
başka frekans
19.03.2021
adagio

hiçbir şey yapmıyorum. yazmıyorum, düşünmüyorum. her şey ağırlaştı, zorlaştı, sinir bozucu oldu. ne başlangıcın başı var ne de sonucun sonu. her yok oluşunda kendi yıkıntıları içinden yeniden ortaya çıkıyor. artık sorgulamıyorum. bitirir bitirmez dönüp yeniden başlıyorum. kendi kendime diyorum ki, biraz daha gayret et, şimdi bırakma, biraz daha gayret et ve her şey değişecek; ve neden yaptığımı bilmeden devam ediyorum, her defasında bu son olacak diye düşünerek devam ediyorum. ne için? artık benim olmayan bu eskimiş sözcükler, sürekli ağzımdan dökülen bu kelimeler..
18.03.2021
şibumi
biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür; fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. hiç bıkmaz. amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. o ölümsüz tekdüzelikleriyle. kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır.
gözlerini bir an için sanata çevir. bak, kabuki can çekişirken, no beri yanda sürünürken şiddet romanları kalabalıkları nasıl da peşinden sürüklüyor! dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. çünkü seçerse, kalabalığın içinde bulunan orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak ve kendisini savunması için kendi yojimbo'sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir.
kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. beyinleri yoksa da binlerce kolları vardır. bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar.
onlarla temastan kaçın. kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. onlara aptal ve uzak görün. içlerine girme. ayrı yaşa ve şibumi'yi incele. hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. saklan.
* şibumi: içine kapalı, gösterişsiz güzellik.
17.03.2021
batı medeniyeti
sevan nişanyan
islamın batıya bakışındaki önyargı/aşağılama/cehaletin yanında, batınınki pek bir masum kalır bence.
avrupa medeniyetini seviyorum evet.
1. dünyanın başka hiçbir yerinde eşi olmayan güzellikte köyleri ve kasabaları var. "akdeniz medeniyeti" eğer avrupa medeniyetinden farklı bir şey ise, tek rakibi orası olabilir.
2. diğer hiçbir medeniyetin yakınına bile yaklaşamayacağı zenginlikte ve güzellikte müzik üretmişler. ve ayrıca resim.
3. edebiyatı (yazılı sanatı) üstün müdür bilmiyorum ama benim tanıdığım ve sevdiğim bir sanat; diğerlerine (eski türk edebiyatı dahil) hiç o kadar ısınamadım.
4. üretim ahlakı diyebileceğim şey beni etkiliyor: her ne üretiyorsan, en iyisini yapma hırsı. bu teknolojik bir şey değildir, ahlaki bir şeydir; dürüstlükle ve insan sevgisiyle alakalıdır.
sevdiğim için, bugün içine düştüğü çürüme hali beni öfkelendiriyor. 1945'ten bu yana tam bir duraksama döneminde. sadece anılarıyla yaşıyor, huysuz ve bunak bir ihtiyarın ruh halini yansıtıyor. barış ve huzur (=konfor, bencillik) dışında hiçbir sosyal ideali kalmadı. 1945'ten bu yana insanlığa sunabildiği yeni hiçbir şey yok.
amerika için bunu söyleyemeyiz. bilgisayarı, interneti, google'ı, facebook'u, cep telefonunu ve iphone'u icat ettiler. akıllara durgunluk veren bir sinema sanayii yarattılar. finans sistemine, son iki bin senenin toplamından daha fazla yenilik getirdiler. kiwi'yi ve starking elmasını icat ettiler. daha bundan canlı medeniyet nerede görülmüş?
avrupa neden battı? bir, iki dünya savaşı yüzünden battı: dünya tarihinde görülmemiş bir kepazelikti, kendi kendilerini yok ettiler. iki, amerika (ve kısmen rusya) yüzünden battı. dayak yediler, dünya hakimiyetini kaybettiler, en parlak beyinlerini de bunlara kaptırdılar. üç, yahudileri kaybettiler. yahudiler önemlidir, topluma aykırılık getirirler.
"amerika.. dünyayı teknolojik bir çöplüğe çevirip hepimizi o teknoloji ile bir taraftan büyüleyen bir taraftan tüketen uyuşturan bir bok" tezine cevaben "teknoloji" dediğin şey medeniyetin ta kendisidir. insanın hayvanlıktan bugünkü haline evrilmesinde bir merhaledir. her yenilenme kendi sıkıntılarını getirir, daha önce var olan pek çok şeyin acımasızca silinmesine yol açar. acıtır. ama kaçınılmaz bir süreçtir. yeni ve üstün olanın geldiği yerde, eskisi ya adapte olmak ya da yok olmak seçeneğiyle karşı karşıyadır.
yenilen'i sevmeyelim, üzülmeyelim diyen yok. elbette trajik bir yanı var yenilginin, tükenmeye mahkum olmanın. tabii ki her yeni, eskinin yıkıntıları üzerinde yükselir. ama sonuçta yeni kazanır. ve daha iyi olduğu için kazanır. "zanzibar'a gitmek istiyorsun dubai'ye değil. neden tapıyoruz peki biz dünyaya en fazla dubai olmayı vadeden bir medeniyete?" sorusuna cevaben tam on bin seneden beri insanlar dubai'yi inşa etmek için uğraşıyorlar. bütün o çabayı çıkarsan geriye "insan" namına ne kalır? beslenmek, avlanmak, çiftleşmek ve boş zamanlarında güneşte yatıp bitlerini ayıklamaktan başka işlevi olmayan bir sefil mahluk.
ikarus'un kanatları
bu, bitmek tükenmek bilmez bir can çekişmeden ibaret olan yaşamımla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiydim.
hem de çaresizliğini kabullenemeyen bir kuş gibi. hele bir de, kuşun içgüdüsel olarak kas ve sinir sistemine yayılan denetlenmesi olanaksız bir refleksle kanadının ucunu kaldırmaya, tüylerinin yelpazesini açmaya çalıştığı, yaşamsal atılımın orada olmasına rağmen bedenin buna tepki göstermediği, titreyen kanatlar açılamadan ağır bir biçimde yere indiği düşünülürse..
kanatları uçmasına değil, yalnızca yürümesi için biraz destek almasına yarayan, yere düşmüş bir kuştan -ki bu durumda kanatlar minicik ayaklarla büsbütün orantısız görünür- daha hüzünlü bir görüntü olamaz. kısa bir süre önce alçak bulutlara karışacak kadar hafif olan kanatlar birden öylesine ağırlaşmıştır ki, kurşuni gri bir sokağın ya da bir avlunun çakıllı zemininin mıknatısınkini andıran çekim alanına girivermiştir. çocukken günün birinde küçük bir uçak maketi istemiştim. bunun yerine, kim bilir hangi azizlikle bir melek giysisine sahip oldum. (eminim ki bu fikir annemin aklından çıkmıştı; çünkü uçakları meleklere dönüştürmek daha çok katoliklere yaraşır bir davranıştır.) basit bir şekilde dikilmiş -belki de annem dikmişti, pek anımsamıyorum- altın sarısı yıldızlarla süslü bu beyaz, uzun elbiseyi giydim. sırtımda, meksika'nın her yerinde, hatta tüm yoksul ülkelerde oyuncak ve çeşitli eşya yapımında kullanılan hasırdan büyük kanatlar vardı.
ne mutluluktu o! uçacaktım!
ama bu mümkün olmadı. umutsuzca yere çakılı kalıyor, anlamıyordum. kanatlarım beni havaya yükseltmiyor, korkunç bir ağırlık veriyorlardı. çocuk kalbime dolup taşan tüm umuda karşın uçmam için yapılabilecek hiçbir şey yoktu.
soran gözlerle çevreme bakıyorum. soruma, endişeme, yarım ağızla yanıt veriliyor, biraz da gülünüyordu. az sonra ne söylendiğini anlamaz oldum. yetişkinler olduklarından daha da büyük görünmeye başladılar. bense, kanatlarımla, uçarak, bir an için de olsa onları altımda görmeyi ne çok istemiştim! hepsi bana mantıksız göründü, birer karabasan kahramanı gibiydiler. suratları, mimikleri, sözlerinden kulağıma çalınan parçacıklar kafamda birbirine karışıyordu. ne olduğumu, orada ne yaptığımı kendim de bilemez hale gelmiştim. çevremdeki her şey bulanıklaştı. her neyse, iki gözüm iki çeşme ağlamaya başladım ve gözyaşlarımın buğusunun ardından küçük bir kızın, aynanın öbür tarafında kendi gerçeklikleri içinde yer alan ve hiçbir şeyi anlamamış olan insanlara yöneltilebileceği tüm bedduaları sıraladım.
yaşamımın bu anını, 1938'de yaptığım, "onlardan uçak istersiniz, size hasır kanat verirler" adını taşıyan tabloda görüntüledim; yüzümde düş kırıklığı, elimde düşlediğim uçak, sırtımda iplerle göğe bağlı kanatlar ve yere çakılmış bağlarla bağlı, tutuklu bedenim.
ikarus'un eriyen kanatları gibi benim kanatlarım da birer saman aleviydi. her ikisi de birer yanılsamaydı.
bu, herhalde yazgının bir işaretiydi. geleceğin, ilerdeki dizi dizi özürlerimin bana hazırlayacakları oyunların bir provasıydı.
yazgı

16.03.2021
postane
charles bukowski
kadınların bir erkeğin hayatına birden nasıl girdikleri bilinir. biraz soluklanmaya başladığını hissettiğin anda başını kaldırır ve bir başka kadın görürsün.
bazı erkekler karılarına âşıktır.
cüce, harikulade bir kızla evliydi. kız on yedi yaşındayken yarığına coca-cola şişesi sokmuş, sonra çıkaramayınca doktora gitmek zorunda kalmıştı. bütün küçük kasabalarda olduğu gibi şişe hikâyesi duyulmuş, kıza cüceden başka talip çıkmamıştı. kasabanın en güzel amcığı cüceye kısmet olmuştu.
joyce iyi besliyordu beni. bol et. kalın, nefis biftekler. o kancık için şu kadarını söyleyebilirim: yemek pişirmeyi biliyordu. hayatımda tanıdığım bütün kadınlardan daha iyi yemek pişiriyordu. insanın sinirlerini ve ruhunu yatıştırır yemek. cesaret mideden gelir. gerisi umutsuzluktur.
kovmuyorlardı beni. satış elemanları bile hoşlanıyorlardı benden. patronu arka kapıdan soyuyorlardı ve ben sesimi çıkarmıyordum. bu da onların küçük oyunuydu. beni ilgilendirmiyordu. küçük hırsızlıklar bana göre değildi. dünyayı istiyordum ben, aşağısı kesmiyordu beni.
ben hep favori atı geçebilecek atı ararım. favori atı geçebilecek bir at bulamazsam favori ata oynarım.
kadının doğasında vardır hır gür. kirli çamaşırların karşılıklı olarak değiştirilmesinden, bağırıp çağırmaktan, tiyatrodan hoşlanırlar. ardından da karşılıklı yeminler gelir. bu yemin alışverişlerinde pek başarılı olduğum söylenemezdi.
kadınlar acı çekmek için yaratılmışlardı sanki. sürekli sevgi sözleri duyma ihtiyaçları bundan kaynaklanıyordu belki.
"okyanus," dedim, "nasıl da dövünüyor, bir aşağı bir yukarı. ve altında, balıklar, zavallı balıklar birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini yiyorlar. bizim de o balıklardan farkımız yok; ama biz karadayız, tek fark bu. bir yanlış hamle, işin bitik. şampiyon olmak güzel. hamlelerini bilmek güzel."
15.03.2021
hayat

14.03.2021
hüzün, sevinç ve coşkunluk için
13.03.2021
sanatçı

12.03.2021
uyum

her büyük mutluluk, içinde bir parça acıyı barındırır; çünkü yüreğimizde yüksek bilinç doğurur. yüce mutluluk kadar, bilinç açıklığı, acıyı da keskince duymamıza yol açar.
insanların merhametine ve birbirlerine karşı besledikleri sevgiye inanmaktan daha büyük mutluluk yoktur.
köylüler kara cahildir, hiçbir şeyden anlamazlar. köylünün yaşamı müzik, tiyatro, dergi, kitap okuma gibi estetik zevklerden yoksundur.
"köylüye sopa gereklidir, dayak yemeden yaşayamaz, ayaklarıyla gelir, kendi ister: 'beni kırbaçlayınız, efendimiz, adam edin beni, çok şımardım da!' söyleyin lütfen, böyle bir yaradılışta olana ne yapılabilir? ee, değil mi ki istiyor, onu tatmin etmek için vereceksin sopayı."
kendimizi gündelik olayların yarısını unutmaya zorlayarak zihinlerimizi başka tarafa yönlendirseydik ve gerçekte hep yüzeyde aradığımız için hiçbir zaman görmediğimiz derinliklere girebilseydik ne olurdu?
mutluluk salt bedensel aşk heyecanlarında değil, ruhun yüce uyumundadır.
sevginin izini sürün, sevgiyi yüreğinizde biriktirin. sevgi o denli güçlüdür ki bizleri yeniden yaratır.
yeri gelmişken, ne olur ne olmaz diye, burada bir türk atasözünü aktaracağım: "eğer hedefine doğru giderken yolda durup sana havlayan her köpeğe taş fırlatırsan hiçbir zaman hedefine varamazsın." kendimi vaatlerle bağlamayı sevmesem de günlüğümde elimden geldiğince bu bilge söze uyacağım.
11.03.2021
şiir mükafatı

parti'nin şiir müsabakasına 164 şair iştirak etmiş; bunlar arasında da cahit sıtkı tarancı birinciliği, attila ilhan ikinciliği, fazıl hüsnü dağlarca üçüncülüğü kazanmıştı. bu sonuç üzerine her türlü söz söylendi. bazı kimseler cahit sıtkı'ya verilen birinciliğe itiraz ettiler; bazı kimseler onun yazdığı "otuz beş yaş" şiirine hayran oldular. bazı yazarlar cahit sıtkı gibi, fazıl hüsnü gibi sevdiğimiz şairlerin bu müsabakaya katılmalarının müsabakaya daha bir itibar kazandırdığını söylediler; bazı yazarlar birinciliği, daha çok, fazıl hüsnü dağlarca'ya layık gördüler. birçokları da -bu iş en ziyade, konuşmalarda oldu- ikinciliği kazanan attila ilhan üzerinde dedikodular yürüttüler. kimisi dedi ki: "attila ilhan diye biri yoktur. bu bir takma isimdir." kimi: "on para etmez" dedi; kimi de: "hakkı ikincilik değil, birincilikti."
bütün dedikoduları bir tarafa bırakalım. biz bu sonuçtan memnunuz. fazıl hüsnü dağlarca ile cahit sıtkı tarancı gibi iki değerli şairimizin derece almaları bizi gerçekten sevindirdi. ikinciliği kazanan attila ilhan'ın da iyi bir şair olduğunu görüp ayrıca sevindik.
birinciliği kazanan "otuz beş yaş" şiiri için ileri sürülen itirazların başında bu şiirin kötümser, karamsar bir şiir olması geliyor. bu itirazlara karşılık ulus gazetesi yazarlarından biri -bu zat ayrıca jüri üyelerindendir- "otuz beş yaş" şiirinin dünyaya karşı duyulan bağlılığın şiiri olduğunu söyledi. hakkı var. ama biz bir sanatkarın mutlaka kendisine hak verdirecek şeyler söylemek zorunda olduğuna pek inanmıyoruz. güç olan, söylemektir; doğru söylemek değil. "otuz beş yaş" şiirinin kolay söylenir bir şiir olduğunu sananlar, kağıdı kalemi alıp bir yol da kendileri denesinler.
n'eylersin, ölüm herkesin başında
uyudun, uyanmadın olacak
kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında
bir namazlık saltanatın olacak
taht misali o musalla taşında
ikinciliği kazanan attila ilhan bir gazeteye verdiği beyanat arasında en çok sevdiği şairlerin tevfik fikret, mehmet akif ve ahmet muhip dıranas olduğunu söylüyor. ama şiiri daha çok nazım hikmet'e benziyor. bir parça da ondan alalım:
rivayet şöyledir kim
dumanlı bir güz akşamı
şu mor dağlar, efendim
destur demiş de yürümüş
silkinip kalkmış ayağa
fazıl hüsnü dağlarca'yı biliriz. onun kimsenin erişemediği yerlere erişen, kimsenin dokunamadığı tellere dokunan bir hassasiyeti vardır. bu hassasiyeti bize duyuran birçok pürüzlerine rağmen çok hoşumuza giden bir de dili vardı. son zamanlarda bu dili biraz anlamaz olduk. ama, kimbilir, belki de bu, anlayışsızlığımızdır. dağlarca'nın kitabının başlıkları bile şiir. derece alan şiirinde "çakır"ı şöyle anlatır:
"yaşamayı kabullenmiş cihan arasında, bu hissi, canlı ve cansız ne görse ondan ümit ederdi."
üç şairi de tebrik ederim.
tavan arası

10.03.2021
düşlem

bütün tanrı bilimiyle ilgili kanılar düşlemden başka bir şey değildir. tanrıların nitelikleriyle, eylemleriyle, yaşamlarıyla ilgili bütün bu masallar, yalnızca eğretileme ve söylence örnekleridir. bunların altında çok ince ahlak düşünceleri, ögelerin düzenli çalışmasında göze çarpan doğa eylemlerinin bilgisi, yıldızların hareketleri saklıdır. gerçek olan, her şeyin hiçliğe döndüğüdür. her şey bir kuruntu, bir görünüş, bir düştür. manevi beden değişimi, maddi beden değişiminin mecazi anlamından başka bir şey değildir.
bu sürüp giden oluşumla, aynı cismin asla yok olmayan ögeleri, o cisim dağılınca, başka ortamlara geçerler, başka bireşimler oluştururlar. ruh, yalnızca maddelerdeki özelliklerle ögelerin içinde bulundukları cisimlerde kendiliğinden bir devinim yaratarak düzenli çalışmalarından çıkan bir yaşam ilkesidir.
organların düzenli çalışmasından çıkan, onlarla gelişen, onlarla uyuyan bu ürünün, onlar yok olduktan sonra da yaşayacağını varsaymak, belki tatlı bir düşlemdir; ama sapıtmış bir imgelemden çıkma, gerçek bir düşlem. tanrı'nın kendisi de güdücü ilkeden, varlıkların içine dağılmış gizli güçten, onların özellikleriyle yasalarının toplamından, canlandırıcı ilkeden; tek sözle, evrenin ruhundan başka bir şey değildir.
9.03.2021
yanlış hüküm
