31.07.2021

uzun lafın kısası

adam phillips:
insanlarda âşık olduğumuz özellikler, sonunda bizi öfkeden kudurtan özelliklerle aynıdır çoğunlukla.

apostolos doxiadis: dünya üzerindeki hiçbir şey gerçekten yeni değildir. insan ruhunun soylu dramları da öyle.

cromwell: kimse nereye gittiğini bilmeyen bir insan kadar yükseklere çıkamaz.

emerson: bir yalanı yutarsanız, peşinden gelen her şeyi de yutmak zorunda kalırsınız.

gabriel garcia marquez: seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir.

john fowles: bütün haz deneyimlerimiz zayıf ancak korkunç şekilde, bir mahkumun son kahvaltısı unsurunu, öleceğini bilen şairin, savaşta ölmeye yazgılı genç askerin yoğunluk duygusunun bir yankısını içerir.

mario puzo: siz kadınlar eşitlik istiyorsunuz ama daha iktidar oyunlarından habersizsiniz. tek kozunuz şu deliğiniz; onu da rakiplerinize tabak gibi açıyorsunuz. bedavaya veriyorsunuz. oysa şu delikleriniz olmadan hiçbir kudretiniz yoktur sizin.

octavio paz: yaşamın bir döneminde varlığımızın sadece kendimize özgü ve çok değerli bir şey olduğunu anlarız. 

şükrü erbaş: hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. eşitlik özgürlük ister.

cenap şahabettin: yeteneğin güçlü bacakları vardır, emin adımlarla yürür ama ancak dahiliktir ki kanatlıdır ve uçabilir.

goethe: önemli bir şey, ancak insan kabuğuna çekilirse yaratılabilir.

halil cibran: tanımlayamadığın rahmetleri özlediğinde ve nedenini bilmediğin hüzünlere kapıldığında, işte o zaman gerçekten tam bir verimlilikle serpilecek ve daha büyük benliğine doğru alabildiğine yükseleceksin.

paris ve londra'da beş parasız

george orwell

dış görünüş her şeydir.

patronu kolla, müşteriyi siktir et.

hemen her zaman sadaka alan, sadakayı verenden nefret eder. bu, insan doğasının değişmez bir özelliğidir.

insanın ilk on sekiz yılının satılabilecek bir yazıya ne malzeme ne de esin sağladığı pek görülmüş şey değildir.

zafer en uzun çarpışmayı yapanındır.

garsonluk kumardır. insan ölünceye kadar yoksul kalabileceği gibi, bir yılda servet de yapabilir. ücret vermezler. garson bahşişe bağımlıdır.

hiçbir vakit insan, talihin ne zaman güleceğini kestiremiyor.

zeki bir insan için olanaksız şey yoktur. bir insan akılla neler yapmaz ki! akıl, hiçten para yaratır. bir zamanlar bir arkadaşım vardı, bir polonyalı, tam bir dâhi. ne yapardı, biliyor musun? bir altın yüzük alır, sonra onu on beş franka rehine koyardı. bilirsin, görevliler o rehin makbuzlarını ne kadar üstünkörü doldururlar. adamın "altından" yazdığı yere "pırlantalı" ekler, on beş frankı da on beş bin frank yapardı. temiz iş değil mi? sonra o makbuzu başka birine rehin bırakıp bin frank alırdı. işte akıl diye buna derim.

insanlar aç birini görünce, onu tekmeleme isteğine kapılıyorlar.

oteller her ne kadar her şeyin tıkır tıkır işlediği akıl almaz yerler gibi görünürlerse de, gerçekte, önemli konularda, en kötü yönetilen evden daha kötüdürler. insan yiyeceğe ne kadar çok para verirse, yiyecekle birlikte o kadar çok ter ve tükürük de yemek zorunda kalır.

kötü bir restoranın en belli işareti, müşterilerinin tümünün yabancı olmasıdır.

insan bir sözcüğün kötü bir anlamı olduğu için hakaret diye kullanıldığını sanır ama, uygulamada hakaret değerle gerçek anlam arasında pek zayıf bir ilişki vardır. çünkü sözcükler, özellikle küfürler, kamunun genel eğilimi onları ne diye seçtiyse odurlar.

dervla murphy: zengin kitlesiyle yoksul kitlesi yalnızca gelirleriyle birbirlerinden ayrılır, başka hiçbir şeyle değil. ortalama bir milyonerle sırtında yeni bir giysi bulunan ortalama bulaşıkçı arasında hiçbir ayrım yoktur. eşit koşullarda yoksullarla yan yana gelmiş herhangi bir kimse bunu böyle bilir.

bana katıksız sevgimizin günlerini, dudaklarından aldığım o tatlı öpücükleri hatırlatan sevimli mektubunu ne büyük sevinçle aldım. böyle anılar, solmuş bir çiçeğin kokusu gibi, insanın kalbinde sonsuza dek kalır.

sana daha önce söylemiş miydim, dostum, eski rus ordusunda bir yahudinin yüzüne tükürmek görgüsüzlüktür. evet, bizce, bir rus subayının tükürüğü yahudinin suratına harcanmayacak kadar değerlidir.

yunanlıya güveneceğine yahudiye, yahudiye güveneceğine yılana güven; ama ermeniye hiç güvenme!

tam bir darbe oldu bu. korkunç bir düş kırıklığına uğradım; çünkü midemin yiyecek ummasına izin vermiştim. bu ise, bir insanın açken yapmaması gereken önemli bir yanlıştır.

kadınlar hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman kendilerinden fakir erkeğe tenezzül etmezler.

cinsel dürtü, hiç abartmadan, yaşamın asal dürtülerindendir. o dürtünün karşılıksız bırakılması, fiziksel açlık kadar çökerticidir.

yoksulluğun en kötü yanı insana acı çektirmesinden çok, hem fiziksel hem ruhsal olarak çürütmesidir. hiç kuşkusuz, bu çürümeye cinsel açlık da katkıda bulunur. bir insanın kendine duyması gereken saygıya bundan daha fazla zarar verecek bir şey de olamaz.

gerçekçi gözle bakarsanız dilenci, bir iş adamından başka bir şey değildir. öteki iş adamları gibi yaşamını, önüne hangi yol çıkmışsa o yoldan kazanan bir iş adamı. onurunu günümüzdeki pek çok insandan daha fazla satmış değildir; sadece zenginleşmenin olanaksız olduğu bir iş alanı seçme yanlışına düşmüştür.

meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız oluğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım, selamet ordusuna para vermeyeceğim, giysilerimi rehine koymayacağım, sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. bu bir başlangıç.

29.07.2021

nişanyan anayasası

sevan nişanyan

en temel konu devlet erkinin sınırlarını koymaktır. net ve keskin bir şekilde tanımlayacaksın: devlet her boka maydanoz olamaz. şu, şu, şu sınırların ötesinde vatandaşın işine burnunu sokamaz. o sınırları ihlal eden kanun ve kararname çıkartamaz. çıkarırsa gayrimeşrudur, yok hükmündedir. direniş hakkı doğar. o kadar. neye karışamaz? mesela dini inanç ve ifade özgürlüğüne karışamaz. en önemlisi buymuş gibi geliyor bana. adam isterse inancı uğruna göbeğine şiş sokar ya da kafasına bez bağlar, isterse şeriatı öğretmek için okul kurar, isterse çıkar peygamberlik ve tanrılık iddia eder, isterse bunların hepsi hurafe deyip dalgasını geçer. devletin işi değil. devletin tek işi var, inancından ötürü diğer vatandaşların gazabına uğrayan kişiyi korumak. bu kadar basit. başka neye karışamaz? başkasının hakkına tecavüz etmemek şartıyla örgütlenme özgürlüğüne karışamaz; isteyen bölücü parti kurar, isteyen medrese yahut tarikat yahut komün veya köy enstitüsü. adına, diline, çocuklarına vermek istediği eğitime karışamaz. kimseye dinine, milliyetine, fikrine, siyasi görüşüne göre farklı muamele edemez. eden olursa alelade bir cani işlemi görür. isterse omzunda bir kilo yaldız olsun, fark etmez.

26.07.2021

aforizmalar

~criminal minds

platon: karanlıktan korkan bir çocuğu kolayca affedebiliriz. asıl trajedi, yetişkinlerin ışıktan korkmasıdır.

milan kundera: utancın kaynağı bizdeki bir eksiklik değil, o eksikliğin başkaları tarafından görülmesidir.

gandhi: tarihin, yenilmez görünen tiranlarla ve katillerle dolu olduğunu unutmayın. ama sonunda daima yenilirler. daima.

rose kennedy: zaman bütün yaraları iyileştirir derler. katılmıyorum. yaralar kalır. zamanla, akıl kendini korumak için yaranın üstüne kabuk bağlar ve acı azalır; ama asla tamamen kapanmaz.

la rochefoucauld: zihinsel hata ve kusurlar vücuttaki yaralara benzer. hayal edilebilecek en iyi tedaviden sonra bile yara tamamen kapanmaz.

dietrich bonhoeffer: bir toplumun ahlakı, çocukları için ne yaptığıyla ölçülür.

mark twain: bütün hayvanlar içinde acımasız olan yalnızca insandır. zevk için acıya sebep olan sadece odur.

halil cibran: ıstırap, en güçlü ruhları ortaya çıkarır. en büyük karakterler kurumuş yaralarla doludur.

saf ve düşünceli

orhan pamuk

bazı yazarlar, romanlarını yazarken, kullandıkları teknikleri, kafalarıyla yaptıkları işlemleri ve hesaplamaları, roman sanatının kendilerine sunduğu vitesleri, el frenlerini ve düğmeleri kullandıklarını; hatta bunların yenilerini icat ettiklerini fark etmezler de, çok doğal bir şey yapıyormuş gibi sanki kendiliğinden yazarlar. roman yazmanın -ve okumanın- yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen bu tür duyarlığa, bu tür roman okuruna ve yazarına "saf" diyelim. bunun tam tersi bir duyarlığa, yani roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğe ulaşamamasına takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara da "düşünceli" diyelim. romancılık, aynı anda hem saf hem de düşünceli olma işidir.

23.07.2021

sevgili

robert musil

senin göğsünün ucu
bir gelincik yaprağı gibi

sevenler birbirlerine yeni bir şeyler söyleyemezler, onlar için bilmek diye bir şeyin varlığı da söz konusu değildir. çünkü seven, sevdiği insan hakkında, onun kendisi sayesinde tanımlanamaz bir şekilde iç eyleme itildiğinden başkaca bir şey bilemez.

sevenler için hakikat diye bir şey yoktur; çünkü hakikat, onlar için ancak bir çıkmaz sokak, bir son, yaşadığı sürece bir alevin ışık ile karanlığın kucaklaştığı, soluk alan kenar çizgilerine benzeyen düşüncenin ölümüdür. her şeyin parladığı yerde tek bir şey nasıl aydınlatıcı olabilir? her yer bolluk içerisindeyken güvenlik ve kesinlik sadakaları ne işe yarayabilir? ve insan, sevenlerin artık nasıl birbirlerine ait olmadıklarını fakat dört gözlü birbirine karışmış varlıkla kimliğiyle, kendilerini karşılarına ne çıkarsa ona sunmakta bulunduklarını yaşamışsa eğer, artık neyi kendisi için isteyebilir?

22.07.2021

eşcinsellik

jodi picoult

aşk hiçbir zaman kolay değildir ama ancak eşcinsel çiftler için engelli parkur gibidir.

kanunları yapanlar, eşcinsellere ve lezbiyenlere "medeni" haklar tanırlarsa eyaletteki herkesin bunları isteyeceğinden korkuyor.

annemin bana küçük bir kızken ne zaman sol eliyle yazmaya çalışsa katolik okulundaki rahibelerin o eline vurduğunu anlattığını hatırlıyorum. bugün bir öğretmen öyle yapsa, muhtemelen çocuk istismarı suçlamasıyla tutuklanır. içimdeki iyimser vanessa, cinselliğin de sonunda el yazısına benzeyeceğini söylüyor: bu işi yapmanın doğru veya yanlış yolu yoktur. sadece hepimiz farklı bağlantılara sahibiz.

ben dindar bir insan değilim ama insanlara istedikleri şeye inanma hakkını çok görmem. öte yandan aynı inançların bana dayatılmasından da hoşlanmam. birisinin sizin için dua etmesi -siz öyle bir talepte bulunmasanız da- güzel bir şey olmalı. fakat nefret mesajını kamufle etmek için tanrı'yı kullanan bir grup insanın benim için dua etmesini istiyor muyum? bilet gişesinin önünde broşür dağıtan güzel, ahlaklı genç kızlar var ve biri "ben sarışın doğdum, siz ise eşcinsel olmayı seçiyorsunuz!" yazan bir pankart taşıyor. bu kızların hoş süslenmiş kibarlıklarının, "iyi hristiyan" olma iddialarının arsenik katılmış pastanın üstündeki krema olduğunu anladım.

eşcinsel evliliğe izin verecek bir anayasa değişikliğini protesto etmek için bu kadar uğraşan eylemcileri uyarıyorum: "hiçbir şey değişmiyor."

insanları asla sandığımız kadar iyi tanımayız ve buna kendimiz de dahildir. bir sabah eşcinsel olarak uyanabileceğinize inanmıyorum. ama bir sabah uyanıp hayatınızı içinde belirli bir kişi olmadan sürdüremeyeceğinizi anlayabileceğinizden artık eminim.

21.07.2021

how i met your mother

aşk, aptalların hissettiğini sandığı bir şeydir.

çukur insanlarıyla ilgili bir şey vardır: bazen onları itme şansı elinize geçene kadar öyle biri olduğunu bilmezsiniz bile.

intikam fantezileri asla istediğin gibi gitmez.

kaderi zorlayamazsınız. olacağı varsa olur.

o ve benim bundan sonra mutlu yaşamayacağımız ihtimali var. sonunun kötü biteceği konusunda ezici ihtimaller söz konusu ve kötü biterse bunun milyonlarca olası sebebi olabilir; ama bu, denemeyeceğim anlamına gelmez.

bir adam evleneceği kadını bulmadan önce son kez korkunç bir hata yapar.

yenisi her zaman daha iyidir.

insanların istediği budur: risk almaktan korkmayan cesur biriymiş gibi görünen ama hiçbir şey yapmayan insanlar. gerçekten bir şeyler yaparsan kovulursun.

kararsız kalmış bir kız, değer verdiği herkesin kül olduğunu düşündüğü an, hemen donsuz kalır.

aşk ve delilik arasında ince bir çizgi vardır.

herhangi bir akşam, ne yapacağıma karar verirken kendime şunu sorarım: "ne yaparsam bundan 20 sene sonra anlatacağım mükemmel bir anım olur?"

hayat kısa. hayatta karşına güzel, heyecanlı ve deli dolu bir şey çıktığında iş işten geçmeden önce o ana tutunman gerekir.

bir günlük acı ömürlük hatıralara bedeldir.

toplanmanın en büyük kuralı şudur: "geçen sene içinde kullandınız mı?" kullanmadıysanız, doğruca çöpe.

din

sigmund freud

dini doktrinlerin doğruluğunu kanıtlamanın imkansızlığı her çağda hissedilmiştir. ama üzerlerinde hissettikleri baskının çok büyük olması nedeniyle bu kuşkuları dile getirmeye cesaret edememişlerdir. ve o günden beri sayısız insan benzeri kuşkuların altında ezilmiş ve inanmayı bir görev saymalarından ötürü bu kuşkuları bastırmaya itilmiştir. birçok parlak zeka bu çatışmanın altında parçalanmış, bir çıkış yolu bulma çabasıyla vardıkları uzlaşmalar nedeniyle birçok kişilik gücünü kaybetmiştir.

mantığın dışında temyiz mahkemesi yoktur. eğer dini doktrinlerin doğruluğu bu doğruluğa tanıklık eden içsel bir deneyime bağlıysa, bu ender deneyimi yaşamayan onca insanı ne yapacağız? herkesten sahip olduğu mantık yeteneğini kullanması istenebilir; ama sadece birkaç kişide var olan bir güdü temelinde herkes için geçerli bir yükümlülük getiremez. eğer bir insan derinden etkilendiği bir esriklik durumundayken dini doktrinlerin gerçekliğine karşı şaşmaz bir inanç edindiyse, bunun başkaları için önemi nedir?

dikkatimizi dini fikirlerin ruhsal kökenine çevirdiğimiz zaman cevabı bulacağız. öğretiler olarak ortaya konan bu fikirler, deneyimlerin tortuları veya düşünmenin ürünleri değildir; bunlar yanılsamadır, insanlığın en eski, en güçlü ve en acil arzularının giderilmesidir. güçlerinin sırrı bu arzuların gücünde yatmaktadır.

bildiğimiz gibi, çocukluktaki ürkütücü çaresizlik duygusu babanın sevgi yoluyla sağlayacağı bir korunma ihtiyacı yaratmış ve bu çaresizliğin ömür boyu devam edeceğinin kavranması da bir babanın, ancak çok daha güçlü bir babanın varlığına tutunmayı zorunlu kılmıştır. ilahi bir gücün iyiliksever adaleti, yaşamın tehlikeleri karşısında duyduğumuz korkuyu dindirir; ahlaki bir dünya düzeninin kurulması, insan uygarlığında çoğu kez gerçekleşmeyen adalet beklentisinin gerçekleşmesini sağlar; dünyalık varoluşun gelecek yaşamda da devam etmesi, bu arzu gidermelerin gerçekleşeceği zaman ve mekan çerçevesini sağlar. evrenin nasıl oluştuğu ya da ruhla beden arasındaki ilişki türünden insanın merakını uyandıran bilmecelerin cevapları bu sistemin altında yatan varsayımlara uygun olarak gelişmiştir. baba kompleksinden kaynaklanan ve hiçbir zaman tamamen üstesinden gelinemeyen çocukluk çatışmalarının giderilmesi ve evrensel düzeyde kabul edilen bir çözüme bağlanması birey için çok büyük bir ruhsal rahatlık yaratır.

19.07.2021

criminal minds

hayatta ebeveyn olmaktan daha güzel bir hediye olamaz. çoğumuz bu hediyeyi istismar edip boş yere harcasa bile.

şiddet düşkünü kocalar, eşlerini ve çocuklarını malları gibi görürler.

satıcıların arabaları bize nasıl sattığını biliyor musun? buna karşılıklılık diyorlar. fiyatı düşürürler; bize iyilik yaptıklarını düşünürüz. almaya mecbur hissederiz. küçük bir iyiliğe karşılık vermek için ani bir baskı oluşur. bu o kadar güçlüdür ki, almaya emin olmadığımız bir araba için depozito yatırırız.

"her kim insan kanı dökerse, kendi kanı da insan tarafından dökülecektir." (incil)

aslında mumlar, doğum gününü kutlayan kişiyi yeni yaşı boyunca iblislerden korumak için kullanılır.

birbirimizi incitecek yeni yollar bulmak, başarılı olduğumuz konulardan biridir.

bu devirde ardında bir iz bırakmadan yaşayamazsın.

"nasıl yapabildiniz? islam'ı vahşet dolu bir yaşam için bahane ediyorsunuz. inancınızı, cinayeti aklamak için saptırmışsınız. neden? neden bu savaşta hep, insanları istismar ederek kendileri için ölüme yollayanlar, fanatik inanç sahipleri olduklarını duyuranlar oluyor?"

"kuran'da 'kafirleri nerede bulsanız dövüşün ve öldürün ve onları her türlü savaş hilesiyle tutsak edin.' der. ta ki tövbe etsinler, namaz kılıp zekat versinler."

"ben inançlı bir insanım, tövbe ettim, düzenli dua ederim ve hayırsever biriyim. sana karşı hiç şiddet kullanmadım. nasıl oluyor da benim inancım, senin dilediğin gibi tapınmana ve yaşamana müsaade ederken senin inancın benim canımı almanı gerektiriyor?"

şiir

schopenhauer: şair, tek bir özel yaşamdan yola çıkarak onu bütün bireyselliği içinde olduğu gibi dile getirir; ama bunu yaparken aslında insan yaşamının bütününü yansıtmaktadır. tek bir özel yaşamla ilgileniyor gibi görünse de, asıl ilgilendiği her yerde, her zaman yaşanandır. işte bu yüzden, özellikle dramatik şairlerin cümleleri, özlü söz olmadıkları halde tıpkı özlü sözler gibi, gerçek yaşamda sıklıkla kullanılır.

claude roy: ilkin şiiri, şairane duyuşla karıştırmak kolaycılığına düşmemeliyiz. şiirin sonuçlarından biri, okuyanın ya da dinleyenin düşüncesinde bir tür şiir heyecanı ve duygusu yaratmaktır. ama şairane duygu olan her yerde mutlaka şiir bulunmaz. dünyanın beklenmedik bir aydınlanışı, bir müzik, bir mutlu karşılaşma, kendiliğinden şairane görünebilir; zihninde yankılar, hazlar, güzel bir şiirin uyandırdığına benzer duygular uyandırabilir. bir yazar da böyle bir heyecanı pekala duyabilir. şiirini yazarken bundan esin de alabilir; ama yine de anlatmak istediği şeye o kadar ihanet edebilir ki yapıtında o heyecandan hiçbir şey kalmaz.

louis aragon: şiirin ozanlardan başkası için bir rezalet olması, ozanların her dönemde başlarına gelen bir şeydir. şiirin yeni çağına egemen olan arthur rimbaud bunun en büyük örneğidir. ozanları cumhuriyet'ten kovacak olanların gözlerinde bu adamcağızların başlıca günahı, düşüncenin ve şarkının sınırlarında günlük aklı şaşırtan bir oyuna girişmeleridir. ozandan beklemedikleri bir ses gelince kızıyorlar; tıpkı yankı karşısında, dağ benimle alay ediyor diye kızan, kendini hakarete uğramış sayan adam gibi.

16.07.2021

isyan

hakan günday

insan doğar. on-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. bu aslında bir histir, bilgi değil. ve ilk tepkisini verir. avazı çıktığı kadar bağırarak. bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. önce aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. o da gidip "biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?" der. böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir.

kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. buna, büyüme denir. yetişkin olma. tam olarak, yetişkin uysallığı. yapay bir haldir. tasarlanmıştır. işlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir.

yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. ve en önemlisi, yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür. yaş ağacın eğilip kendi köküne oral seks yapmasından ibarettir. oysa on dört yaşındaki bir çocuğun, ergen öfkesi olarak nitelenip küçük görülen aşırı davranışları, doğal olandır. gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerinde dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır. kendini odasına kilitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır. ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya. tepkileri, insanın ateş saçan bir ejderhayla karşılaşınca vereceği türdendir. dolayısıyla bu tepkinin, hayatta kalındığı sürece, yani ejderha yok olup gitmediği sürece devam etmesi gerekir. ancak tabii ki, böylesi bir hayat boyu ergenler güruhu toplum yapısını sikip atacağından, yetişkin uysallığına geçiş, insanlığın bir gereği olarak algılanır. toplumsal bir farz.

ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine kadar bağırmaya devam eder. çünkü hayat aşırı bir süreçtir; çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. bu yüzden, ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır. çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insanın, ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır. sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. ne zaman ki hayat ve dünya uysallaşır, o zaman ergenlerden sakin olmaları beklenebilir. ama daha önce değil.

15.07.2021

eşcinsellik

murathan mungan

resmi tarihler, yok etmeye ya da varlıklarını görmezden gelmeye çalıştıkları ulusların ve kavimlerin geçmişlerini nasıl inkar etmeye, tarihsel köklerini gizlemeye çalışıyorlarsa, erkek egemen iktidarlar da, eşcinselliğe sürekliliği olan geleneksel bir tarih kazandırmak istemez; onu, evrimsel çizgisinden kopartarak köksüzleştirmeye, tarihin arızi dönemlerinde yozlaşma belirtisi olarak ortaya çıkan bir soysuzluk çeşidiymiş gibi göstermeye çalışırlar. eşcinselliğin eskiden beri var olmayan, ancak çöküş dönemlerinde ortaya çıkan bir yozlaşma gibi sunulması, onun aynı zamanda yok edilebilir, giderilebilir olduğu düşüncesini de toplumsal bilinçdışına taşır. ideolojik aygıtlar bir kez kurulduktan sonra kendi kendine de çalışır. her zaman bilinçli politikalarla işletilmeleri gerekmez.

herkesin kendini ifade etme biçimi, dili, söylemi farklıdır. hele bizim gibi ifade ve düşünce özgürlüğünün ciddi bir sorun olduğu toplumlarda bu daha da önem kazanır. ben "eşcinsel" sözcüğünü dikkatli kullanırım. "eşcinsellik", bir "cinsellik biçiminin" adıdır; "gay olmak" ise bir "yaşama biçiminin" adı. türkiye'de eşcinsel olduğu halde gay gibi yaşamayan milyonlarca insan var. burada daha yumuşak, daha kibar bir ifadenin "koruyuculuğuna sığınmak"tan çok, "ideolojik" bir tercih söz konusudur. kimliğin yalnızca "cinsel edimle" değil, bir "yaşama biçimi edimiyle" adlandırılmasına yönelik bir politika amaçlanmaktadır. ayrıca, insanların "ben karşıcinselim" deme zorunluluğu hissetmediği bir toplumda, birilerinin "ben eşcinselim" demeye zorlanmasını adaletsiz, eşitsiz ve ayrımcı buluyorum.

14.07.2021

bir kadının mazeretleri

clarissa pinkola estes

bir kadının birbirine iliştirebileceği tüm mazeretleri işittim: "yetenekli değilim. önemli değilim. eğitimli değilim. bir fikrim yok. nasıl bilmiyorum. ne bilmiyorum. ne zaman bilmiyorum." ve içlerindeki en kötüsü: "zamanım yok." pişman olup bir daha asla yalanlar söylemeyeceklerine dair söz verene kadar onları altüst etmek, sarsmak istemişimdir hep. ama buna gerek kalmaz; çünkü bunu, düşlerdeki karanlık adam yapacaktır. eğer o da yapmazsa, o zaman bu işi bir başka düş aktörü üstlenecektir.

ruhun ve benliğin ıskartaya çıkarılmış, değersizleştirilmiş ve "kabul edilemez" boyutları karanlıkta öylece yatmaz; tersine, ne zaman ve nasıl bir özgürlük hamlesinde bulunacaklarının planlarını yaparlar. bilinçdışında fokurdayıp köpürürler, çağıldarlar, kaynarlar; ta ki bir gün üstlerindeki kapak, ne kadar sıkı kapatılmış olursa olsun, taşkın bir sel halinde ve kendi bildikleri gibi dışarıya ve yukarıya doğru patlayana kadar.

yazarlar, ressamlar, dansçılar, anneler, arayıcılar, mistikler, öğrenciler ya da gezginler; yazmayı, resim yapmayı, dans etmeyi, anneliği, araştırmayı, bakmayı, öğrenmeyi, talimi bıraktıklarında, gölge hayat ortaya çıkar. bunları yapmayı uzun zaman harcamalarına karşın, istedikleri sonuca ulaşamamaları ya da hak ettikleri kadar tanınmamaları ya da sayısız başka nedenler yüzünden bırakmış olabilirler. yaratıcı güç hangi nedenle olursa olsun durunca, tabii bir şekilde ona doğru akan enerji de fırsatını bulduğu her an ve her yerde yüzeye çıkabileceği yer altına iner. bir kadın, gündüzleri istediği her şeyi tam anlamıyla yapamayacağını hissettiğinden, garip bir ikili hayat sürdürmeye başlar. gündüz saatlerinde "miş" gibi yaparken, fırsatını bulduğunda bambaşka bir şekilde davranır.

bir kadın, hayatını güzel, temiz ve küçük bir pakete tıkıştırırmış gibi yaptığı zaman, aslında sadece bütün hayati enerjisini gölgeye sokarak yay gibi germektedir. böyle bir kadın, "iyiyim, ben iyiyim" der. odanın diğer köşesinden ya da aynada ona bakarız. biliriz ki iyi değildir. sonra bir gün bir zurnacıyla tanışıp bilardo salonu güzeli olmak için tippicanoe'ye kaçtığını duyarız. ve ne oldu diye şaşırırız; çünkü biliriz ki, zurnacılardan nefret etmektedir ve her zaman tippicanoe'de değil, orcas adası'nda yaşamak istemiştir. üstelik, daha önce bilardo salonlarından hiç söz etmemiştir.

kadınlar kendilerini bu şekilde kandırırlar. bir yandan ne türden olursa olsun hazinelerini fırlatıp atarken, diğer yandan da mümkün olan her şekilde ıvır zıvır şeylerin peşinden koşarlar. yazıyorlar mı? evet ama gizlice; bu yüzden de kendilerine destek olabilecek geri besleme bulamazlar. öğrenci olarak sınırlarını zorluyor mu? evet ama gizlice; bu yüzden de hiçbir yardım göremez ve ustası yoktur. sanatçı tamamen özgün işler üreterek riske mi giriyor, yoksa soluk taklitler sunarak örnek olmak yerine taklitçi haline mi geliyor? peki, ya hiç hırsları yokmuş gibi davranan ama kendisinin, halkının, dünyasının başarılarını yüreğinde hisseden tutkulu kadınlar? sıkı ve güçlü bir hayalperesttir, yine de kendini suskunluk içinde mücadeleye verir. sırdaşsız, rehbersiz, küçücük bir yüreklendirici bölüm bile olmadan yaşamak ölümcüldür.

vahşi olanın kapısında her zaman bir muhafıza ihtiyacı vardır; yoksa istismar edilecek ve hor kullanılacaktır.

içerideki ve dışarıdaki büyük tehlikeler karşısında ya da psişeyle veya gerçek hayatla ilgili vahim bir durumu gizlemek için iyi, terbiyeli ve uyumlu olmaya çalışmak kadını ruhsuzlaştırır. onu bilgisinden, hareket etme yeteneğinden koparır. yüksek sesle karşı çıkmayan, açlığını gizlemeye çalışan, içinde hiçbir şey yanmıyormuş gibi davranan masaldaki çocuk gibi modern kadınlar da aynı bozukluğa sahiptir ve anormal olanı normalleştirirler. bu bozukluk, bütün kültürlerde dal budak salmıştır. anormalin normalleştirilmesi, normalde durumu düzeltmek için sıçrayıp duran tinin can sıkıntısı, kendini beğenmişlik ve sonunda da yaşlı kadın gibi körlüğün içinde batıp kalmasına neden olur.

yaşam alanının yitirilmesinin özgür bir yaratığın başına gelebilecek en feci olay olduğunu çok iyi biliyoruz. sanki biz aynı şeylerle kuşatılmamışız, sanki biz bunlardan etkilenmiyormuşuz gibi, diğer yaratıkların doğal yaşam alanlarının kentler, çiftlikler, otoyollar, gürültü ve diğer uyumsuzluklarla çepeçevre işgal edildiğine ateşli bir şekilde işaret ediyoruz. hayvanların hayatlarını sürdürmeleri için en azından zaman zaman bir yuvaya, kendilerini hem korunmuş hem de özgür hissettikleri bir yere sahip olmaları gerektiğini biliyoruz.

bir kadına psişik olarak ölmekte olduğunu hissettiren şey daha fazla enerji, bilgi, fikir ve heyecan yatırımının olmamasıdır.

bir kadının depresyonlarının, can sıkıntılarının ve sayıklamalı kafa karışıklıklarının çoğu, yeniliğin, şevkin ve yaratıcılığın kısıtlandığı ya da yasaklandığı son derece sınırlı bir ruhsal yaşamdan kaynaklanır. kadınların doğal ve vahşi içgüdülerinin kültürel olarak kısıtlanması ve cezalandırılması yüzünden, yeteneklerinin hala büyük oranda çalındığını ve sakatlandığını görmezden gelemeyiz.

bir kadın kıtlık, esir düşme, içgüdülerinin yaralanması, yıkıcı seçimleri ve buna benzer diğer tüm yollarla iyice dibe vursa bile, unutmayın ki dip, psişenin yaşayan köklerinin bulunduğu yerdir. bir kadının vahşi temelleri tam da buradadır. yeni bir şeyi tekrar ekmek ve büyütmek için en iyi topraktır dip. bu anlamda dibe vurmak, son derece acı verici olsa da, aynı zamanda tohum ekmenin zeminidir.

peri masalları on sayfa içinde sona erse de, yaşamlarımız daha uzun sürer. bizler çok ciltli kitap takımlarıyız. hayatımızın bir bölümü duvara toslayıp yansa da, her zaman bizi bekleyen bir bölüm ve sonra başka bir bölüm daha vardır. doğrusunu yapmak, hayatlarımızı sahip olmayı hak ettiğimiz şekillerde biçimlendirmek için her zaman daha başka fırsatlarımız olacaktır. bir başarısızlıktan nefret ederek zamanınızı harcamayın. başarısızlık, başarıdan daha büyük bir öğretmendir. dinlemeyi öğrenin, devam edin.

hayat ve adanma birbirini tamamlar. kırmızı, hayatın ve adanmanın rengidir. coşkulu bir hayat yaşamak için çeşitli fedakarlıklarda bulunmamız gerekir. eğer üniversiteye gitmek istiyorsanız zaman ve parayı feda etmeli ve bu girişim üzerinde yoğunlaşmalısınız. eğer yaratmak istiyorsanız, yüzeyselliği, kısmen güvenliğinizi ve çoğu zaman sevilme arzusunu feda etmeli; en yoğun içgörülerinizi, en uzun menzilli görülerinizi düzene sokmalısınız.

resmi törenler

carl gustav jung

psikolojik içgörü yeteneğinden yoksun rasyonalistler tarafından sihirli yararı inkar edilen ve büyü, boş inanç, hurafe diye karşı çıkılan resmi törenler her yerde ve her zaman yapılagelmiştir. zira, sihir veya büyünün önemi azımsanamayacak büyük bir psikolojik etkisi vardır. büyülü bir performans gerçekleştirmek, bunu yapan kişiye, kararını yerine getirmek için kesinlikle gerekli olan güven duygusunu verir; çünkü karar almak kaçınılmaz olarak tek yanlı bir eylemdir ve bu nedenle bir risk olarak hissedilir.

bir diktatör bile kendi devlet kanunlarını tehditlerle yerine getirmekle kalmaz, bunların çeşitli törenlerle gerçekleştirilmesini ister. bandoların, bayrakların, flamaların, törenlerin ve kitlesel gösterilerin, kilise cemaati yürüyüşlerinden, şeytanı kaçırmak için yapılan şeylerden prensipte hiçbir farkı yoktur. ancak devletin güç gösterileri, dinsel törenlerin aksine, bireye içindeki şeytani hislere karşı hiçbir korunma sağlamayan kolektif bir güven duygusu verir. sonuç olarak, birey devletin gücüne, yani kitle zihniyetine daha fazla sarılacak, böylece kendini devlete hem fiziksel hem de manevi olarak daha fazla teslim edecek ve sosyal kudretini ve yetkisini tümüyle yitirecektir.

tıpkı kilise gibi devlet de kişilerden şevk, özveri ve koşulsuz sevgi talep eder. nasıl ki dinler tanrı korkusuna gerek duyar veya bunun var olduğunu farz ederlerse diktatör devlet de gerekli korku ortamını yaratmaya aynı ölçüde özen gösterir.

diktatör devlet bireyin haklarını elinden almakla kalmaz, varlığını metafizik temellerinden yoksun bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. bireylerin kişisel ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur -önemli olan kitlelerin kör hareketidir ve yalan politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir. tüm haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca devlet kölesinin varlığının kanıtladığı gibi, devlet bu durumdan kârlı sonuçlar çıkartır.

13.07.2021

gölge

adnan binyazar

kötü, her şeyi yozlaştırır; iyi, insanı erdemli kılar.

"toplumu oluşturan insanlar, sırtı mağaranın girişine dönük, kollarından birbirlerine zincirlerle bağlanmış tutsaklara benzer. yalnızca arkadan gelen ışığın (doğrunun, gerçeğin) içeriye yayılımıyla duvarda oluşan kendi gölgelerini görür, bu gölgelerle oyalanıp dururlar. filozoflar ise, kendilerini zincirlerden kurtararak, ne denli zor ve acı verici olsa da, yüzlerini cesurca ışığa (gerçeğe) çevirir, doğruyu görmeye, hayatın gerçek anlamını çözmeye yönelirler. ancak filozofların, gördüklerini öbür insanlara anlatması, onları buna inandırması çok zordur. çünkü tutsaklık da karanlık da onlara rahat gelir. ışığa bakıp gerçekleri görebilmek ise cesaret ister."

"hayat, insanların bilgeliğinden daha derin ve anlamlıdır."

roman

orhan pamuk

romanın merkezi; kaynağı belli olmayan ama bir ormanı, tek tek bütün ağaçları, çıkış yollarını, arkada bıraktığımız yolu ve gideceğimiz yeri ve dikenli çalılarla en karanlık, anlaşılmaz köşeleri aydınlatan bir ışık gibidir. onu hissettikçe yolumuza devam edebiliriz; karanlıktaysak bile yakında bu ışığı göreceğiz diye umutla ilerleriz. bütün ormanı görünür kılan ve yolculuğa anlam veren şey, bu merkez, bu ışıktır. roman yazmak ve okumak, hayattan, hayal gücümüzden gelen bütün malzemeyi, konuyu, hikayeyi, kahramanları; hatta kişisel alemimizi bu ışıkla, bu merkezle birleştirmektir. bir romanın, bu ışığın değdiği, yani merkezin aydınlattığı her köşesi yeni bir anlama kavuştuğu gibi, ışığın geldiği yer de kafamızda sürekli değişir.

eve dönüş

clarissa pinkola estes

hoşnutsuzluk, anlamlı ve hayat verici değişikliklere açılan gizli kapıdır.

kadınların "her şeyi iyileştir, her şeyi tamir et." baskısı, bize kültürlerimizin yüklediği gerekliliklerden oluşan büyük bir tuzaktır.

kuruyup kaldığımız zaman her şeyi idare ettiğimizi, her şeyin iyi olduğunu göstermek için tamamen sakat gibi yürümeye çalışırız. kaybolan ister ruh derisi olsun, isterse üstümüze uymayan kültür yapımı deri; işin aslı başkaymış gibi yaparak aksarız. ama böyle yaptığımızda hayat yoksullaşır ve bunun bedelini çok ağır öderiz.

pek çok modern kadın için en korkutucusu, karanlıkta ruh derisini aramaya gitmek değildir. çok daha zor ve katlanılması güç olan, suya dalmaktır, gerçekten eve dönmektir ve özellikle de gerçekten veda etmektir. kadınlar her ne kadar kendilerine geri dönseler, ruh derilerini giyinseler, yavaşça örtseler ve gitmeye tamamen hazır olsalar da, gitmek zordur; çok ilgilendiğimiz şeyleri bırakmak, devretmek, bütünüyle terk etmek, gerçekten ama gerçekten zordur.

kadınlar ne zaman dünyada fazla uzun kaldıklarını bilirler. ne zaman eve geri dönmekte geciktiklerini bilirler. bedenleri şimdi ve buradaysa da, akılları çok ama çok uzaklardadır. yeni bir hayat için can atarlar. deniz için nefesleri kesilir. sadece gelecek ay için yaşarlar, sadece bu mevsim geçene kadar; kendilerini tekrar canlı hissedecekleri kış sonuna kadar bekleyemezler, bekledikleri sadece gelecekte bir yerdeki mistik bir zamandır, o gün geldiğinde harika şeyler yapmakta özgür olacaklardır. olmadığında öleceklerini düşünürler. ve her şeyde bir yas havası vardır. matem vardır. özlem vardır. arzu vardır. eteğindeki ipleri çekerek koparır ve pencerelerden uzun uzun bakar. ve bu geçici bir rahatsızlık değildir. kalıcıdır ve zaman içinde giderek daha da yoğunlaşır.

eve gitmenin birçok yolu vardır: birçoğu dünyevidir, bazıları ise kutsal. eve giden çıkışın tam yeri zamandan zamana değişir, bu nedenle konumu bu ay, bir önceki aydakinden farklı olabilir: bunlara değinen şiirleri ve kitap pasajlarını yeniden okumak. bir nehrin, bir derenin, bir koy'un yanında birkaç dakika olsun zaman geçirmek. yıldızlı bir gecede yere uzanmak. etrafta çocuklar olmadan sevdiğinle birlikte olmak. bir şey soyarak, örerek, kazıyarak revakta oturmak. bir saat süreyle herhangi bir yöne doğru yürümek ya da araba sürmek, sonra geri dönmek. gidilen yeri bilmeden herhangi bir otobüse binmek. müzik dinlerken tempo tutmak. gün doğumunu selamlamak. şehir ışıklarının geceleyin gökyüzünü perdelemediği bir yere gitmek. ibadet etmek. özel bir arkadaş. ayaklarını sarkıtarak bir köprünün üstünde oturmak. güneşte saçları kurutmak. yağmur suyu dolu bir fıçıya ellerini sokmak. saksılara bitkiler dikmek ve bu arada ellerin çok kirlendiğine emin olmak. güzelliği, letafeti, insanların dokunaklı zayıflıklarını gözlemek.

kimisi için ev, bir tür gayret göstermektir. kadınlar, yapmamak için yıllarca çeşitli nedenler bulduktan sonra, tekrar şarkı söylemeye başlarlar. kendilerini uzun bir süredir yürekten hissettikleri bir şeyi öğrenmeye adarlar. hayatlarındaki kayıp insanları ve şeyleri ararlar. seslerini geri alırlar ve yazarlar. dinlenirler. dünyanın bir köşesini kendilerinin kılarlar. büyük ve ciddi kararları yürürlüğe sokarlar. ayak izleri bırakan bir şey yaparlar.

zamanı geldiğinde, zamanıdır. hazır olmasanız bile, işleriniz bitmemiş olsa bile, bugün geminiz geliyor olsa bile. zamanı geldiğinde, zamanıdır. eğer bir kadın gitme zamanı geldiğinde gitmezse, ruhundaki ince çatlakların derin vadilere, derin vadilerin de gürleyen dipsiz çukurlara dönüşeceği gayet açıktır. gider, çünkü zamanıdır ve bu nedenle gitmelidir.

12.07.2021

vanity press

umberto eco / jean-claude carriere

"kendini gösterme merakını hiçbir şey durduramaz."

eco: metninizi bu yayınevlerinden birine gönderiyorsunuz, metninizin açıkça görülen edebi niteliklerini öve öve bitiremiyorlar ve yayımlamayı öneriyorlar. allak bullak oluyorsunuz. imzalamanız için size verdikleri sözleşmede metninizin basımını sizin finanse etmeniz gerekeceği, bunun karşılığında yayıncının kitabınız hakkında sayısız makale yazdırmak ve hatta, niye olmasın, gurur okşayıcı edebi ödüller kazanmanızı sağlamak için uğraşacağı belirtiliyor. sözleşmede yayıncının basması gereken kitap adedi açıkça belirtilmiyor; yalnız satılmayan kopyaların "sizin satın almayı talep etmeniz haricinde" yok edileceği üzerinde ısrarla duruluyor. yayıncı kitabı 300 adet basıyor, 100 adedi bunları yakınlarına verecek olan yazara, 200 adedi gazetelere ayrılıyor; gazetelerse hemen çöpe atıyor.

carriere: yayıncının ismini görür görmez.

eco: ama yayınevinin gizli tuttuğu kendi dergileri vardır, bu dergilerde çok geçmeden bu "önemli" kitap şerefine yazılar çıkacaktır. yazar, yakınlarının hayranlığını kazanmak için, diyelim, 100 nüsha daha satın alır. bir yılın sonunda, satışların çok iyi gitmediği ve baskıdan kalanın -söylediklerine göre 10 bindir- yok edileceği bildirilir kendisine. kaç adedini satın almak ister? yazar sevgili kitabının yok olacağı fikri karşısında müthiş hüsrana uğrar. bunun üzerine 3 bin adet satın alır. yayıncı o zamana kadar ortada olmayan 3 bin kitabı hemen bastırıp yazara satar. son derece karlı bir girişimdir bu; çünkü yayıncının kesinlikle hiçbir dağıtım masrafı yoktur.

giulio ser giacomi diye biri, 1500 sayfalık kalın bir kitap hazırlamış, içinde einstein ve papa xii. pius'la mektuplaşmasından ve her ikisine yazdığı mektuplardan başka bir şey yok; çünkü her ikisi de ona hiç cevap yazmamış.

carriere: günümüzde herkes kitap "yapabilir". dağıtmaksa, apayrı bir şey.

eco: italya'da bir günlük gazete, çok ciddi bir gazete, okurlarına, istedikleri takdirde metinlerini hayli düşük bir meblağ karşılığında basmayı teklif ediyor. yayıncı, yazarın fikirlerinin sorumluluğunu üstlenmek istemediğinden, bu yayının üstüne ismini koymuyor. bu tarz çalışmalar vanity press'lerin faaliyetini azaltacaktır şüphesiz ama kendini gösterme meraklılarının faaliyetini muhtemelen artıracaktır. kendini gösterme merakını hiçbir şey durduramaz.

* vanity press: masrafları yazarca karşılanmak üzere kitap yayımlayan yayınevi.

sürgün

ingeborg bachmann


bir ölüyüm ben dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde

vazgeçilmişim çoktan
ve hiçbir şeyle anımsanmamışım

yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle
ben insanlar arasında yaşayamayan

ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim

nasıl da kararıyor bulut
yağmurun tonları da koyulaşmakta
çok azı yağıyor
o zaman bulut ölüyü daha aydınlık bölgelere taşıyor

yalan

zülfü livaneli

insanın en kötü yalanı, kendine karşı olanıdır.

hayvanların yaptığı gibi neredeyse hafızasız yaşamak ve mutlu olmak mümkündür ama hiçbir şeyi unutmadan yaşamak imkansızdır. uykusuzluk, derin düşünceye dalmak, tarihselliği hissetmek, yaşayanlar için zararlı ve sonunda ölümcüldür. bu "yaşayanlar" kavramının içine bir insan, bir halk ya da bir kültür dahildir.

denizler ötesine giden kişi yalnızca iklimi değiştirmiş olur, aklını değil.

insanın biyolojik fonksiyonlarına aşırı bir anlam yükleme çabası içindeyiz; çünkü hiçlik zor geliyor.

normal insanlar bir cinayet haberi alınca ayrıntıları öğrenmek ister.

insan duygularının en tehlikelisi aşktır. aşk dünyadaki en tehlikeli, en öldürücü duygudur. insanları felakete sürükler.

bazen insan o kadar eziliyor ki, öfke bile duyamaz hale geliyor.

insanlık bir gün bu barbarlık dönemini aşacak ve canlıları öldürüp etini yiyen bizlere aşağılayarak bakacaklar.

11.07.2021

su damlasının denizdeki türküsü

bertolt brecht


yaz gelir, bakarsınız
gökyüzleri aydınlık içinde güler size de
işte sular sıcacıktır
yüzersiniz isterseniz
üstünde yemyeşil çayırların
çadırları kurarsınız
çın çın öter yollar türkülerinizle
ormanlarınız bekler sizi

sanki ne olmuş böyle olmuş da
sonu mu geldi sanırsınız yoksulluğun
yollar önünüzde ışıdı mı sanırsınız
yeriniz yurdunuz mu var
güvenliğiniz mi var yoksa
iyi bir dünya mıdır dünyanız
haydi ordan
sizinkisi bir damladır denizden
bir damla, olsa olsa

orman barındırır toplumun attığı insanları
ışıldar gökyüzleri kapalı geceler üstünde
çadırda yatanların ne evi var, ne barkı
kuru ekmeği bile yok şurada yüzenlerin
yollarda yürüyenler hep işsiz güçsüz takımı
dört dönerler sorarlar: "bir iş var mı? bir iş var mı?"

yani hiçbir şey değişmez. sürer yoksulluk
ne yeriniz yurdunuz var ne güvenliğiniz
iyi dünya der mi insan böyle dünyaya
haydi ordan
sizinkisi bir damladır denizden
bir damla, olsa olsa

hala hoşnut musunuz aydınlığından gökyüzünün
hala çıkmayacak mısınız bu tatlı, sıcak sudan
orman mı koruyacak hiç durmadan böyle sizi
böyle avutup duracak mısınız kendinizi hala
yarına ekmeğiniz hani
hak istemenizi bekler sizden dünya
yakınmanızı bekler, çözümler getirmenizi
son umudu sizde dünyanın

denizden alınmış bir iki damla suyla
yanaşmayın avutulmaya bundan böyle
yanaşmayın, sakın ha!

kutuplaşma

sevan nişanyan

üç hafta orta avrupa'da farklı bir havayı soluduktan sonra memlekete döndüğüm günün yorgunluğuyla bir arkadaşıma mektup.

şu son bir buçuk ayda memleketin içine girdiği kutuplaşmanın çok, ama çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. on beş senedir ısrarla koruduğum iyimserliğin uçup gittiğini hissediyorum. kötü günlere doğru gidiyoruz. köprü kurma ve ortak zemin bulma iradesinin her iki tarafta buharlaştığını görüyorum. oysa o irade olmadan ülke yönetilemez. demokrasi filan da olmaz. kan dökülür. islam dininin muazzam bir zulüm ve ahlaksızlık potansiyeli barındırdığını her zaman bildim ve söyledim. ama belki yeterince ciddiye almadım. yahut sonsuz iyimserliğimle, her zaman sağduyunun galip geleceğine veya orta yolun bulunacağına veya sosyolojik gelişmenin aşırılıkları törpüleyeceğine inanmak istedim. bu son olaylarda o potansiyel o kadar açık bir şekilde ortaya çıktı ki.

a) kendilerini güçlü hissettikleri ve

b) iktidarlarına yönelik bir tehdit hissettikleri anda öylesine hızlı kenetlendiler ve her türlü ahlaki, vicdani söylemi bir yana bırakıp savaş düzenine geçtiler ki. altı senedir sana anlatmaya çalıştığım şey bu aslında.

o şirin teyzeler, o idealist gençler, o başörtülü kızlar teker teker alındığında dünyanın en şeker insanları olabilir, mümkün. ama 1915 katliamını yapanlar da işte o şeker insanlardı. çünkü sahip oldukları ideolojik paket, kitle harekete geçtiği anda her türlü bireysel, insani, vicdani kaygıyı bir yana bırakmaya programlanmış bir paketti. birey olmalarına izin vermeyen, bireysel vicdanı bağımsız ve sağlam temeller üzerine kurmalarına imkân tanımayan bir paket. işler yolundayken "şeker teyze" olmak marifet değil. katliam ve yağma çılgınlığı toplumu sardığında "şeker teyze" kalabiliyor musun, bunun gerektirdiği metanete, bireyselliğe, ahlaki-felsefi emsallere sahip misin? marifet orada. dikkat et bak, swami saraswati tartışmalarında da esas konu buydu, cennetteki huriler filan değil. 

öbür taraf daha mı iyi? değil. ama çok daha parçalı, homojenlikten uzak bir cephe. ve arkalarında asker olmadan ortak hareket etmeleri mümkün değil. kendi başlarına katliam filan yapamazlar. müslümanlar yapabilir. yaparlar.

10.07.2021

yazmak

inci aral

yazılmış ve yayımlanmış her kitap insanın hayatını az çok değiştirir. düşünce ve duygularınızdaki karmaşayı düzene sokmak için yazdığınızı düşünürsünüz; ama her kitap görünenin altında bir derinlikte yol almak demektir ve içinizde bastırılıp kalmış her şeyi acımasızca yüze vurur.

sonra sığınaklar aranır, bulunur. gizlenmeler, kaçışlar, yabancılıklar. her şey acıtıcı biçimde ıssız ve dupdurudur orada. ayna duruluğunda. bir akşam durgunluğun pas rengi katmanları içinden sıyrılır, başkaldırmayla boyun eğiş arasındaki çizginin hangi yanında olduğunuzu düşünürsünüz. ve ne için?

bir masanın başında saatlerce oturabilmek için çok güçlü olmak gerekir. dayanıklılık ister yazmak.

kuşkum yok, biz yazan insanlar tek tek çok acı çekiyoruz. ama acılarımızı birbirimizden gizlemeyi yeğliyoruz. ben acılarımı onlarla bölüşmeyi hep istedim ve denedim. ama karşımdakiler alçak gönüllü ve açık olmamın, kendilerine beni küçümseme, çocuksu bulma hakkını verdiğini sandılar. hiçbirini görmek istemiyorum ve özlemiyorum artık. tersine, onlardan kaçmak ya da karşılaştığımızda onlara tasasız, mutlu görünmek istiyorum.

yaşamlarımız ve düşüncelerimizle, yaptıklarımız ve yazdıklarımız arasında bir uyum varsa da büsbütün çakıştıkları söylenemez. yazının kuralları vardır çünkü. ustalık, kesinlik gerektirir yazı. düşlere, yalanlara dayanır.

ben hoşnut olup olmadığımı bilemem hiçbir zaman. defalarca yazmaktan usandığımdan metnin benim için anlamını yitirmiş olduğunu bilirim. yazarken, düşüncelerimi ilk kez yazıya dökerken anlam taşır sözcükler, cümleler benim için. yalnızca o an etkileyici ve vurucudur. sonra her yazışta, duygu yükleri ve taşıdıkları anlam biraz daha azalır, durmadan yerleri değiştirilen, yorucu, ruhsuz sözcük kümelerine, yapı gereçlerine dönüşürler. en iyi oyunu kurmaya yarayan dama taşlarına.

9.07.2021

kur'an

sevan nişanyan

kuran'ın "teknik" vokabülerini oluşturan dinî kavramların ezici çoğunluğunun aramice/süryaniceden alınmış olması ilgi çekicidir:

din, millet, nebi, ilah, rabb, melek, şeytan, cennet, cehennem, araf, alem, kıyamet, ayet, ruh, nefs, rahman, kurban, subhan, ğufran, küfran, sultan, furkan, hanif, tevbe, amin, şahid/şüheda, salât/salavat, secde/mescid, tufan, tabut, zina, recm/racim, nafaka, iblis, fıkh, hitan, kürsi, arş, cünub, cürm, harac, kefaret, nifak, tufan, tabut, deccal, yecüc ve mecüc, tağut, dabbe, hacc, zekât, savm (oruç), sadaka, îd, ummi, berzah, hātemul enbiya, sıbğa (vaftiz), tuba, sırat, selsebil, ceberut, melekût, illiyun, kayyum, rahib/ruhban, kâhin, mesih

sayılan sözcüklerin bazılarının kökü arapçada bağımsız olarak mevcuttur. örnek: nby (bağırmak, kavga etmek), cnn (gizli olmak), rwh (esmek), qrb (yakın olmak, yakınlık göstermek), rhb (korkmak) vb. ancak bu primitif kavramlardan, gelişkin bir inanç ve ibadet sistemine ait nebi, cennet, ruh, kurban, rahib gibi yüksek kültür kavramlarının, iki ayrı dilde, birbirinden bağımsız olarak türemiş olması imkânsızdır.

listedekilerin hemen her birinin, yahudi ve hristiyan geleneği içerisinde, mö 1000 ile ms 600 yılları arasında belirip olgunlaşmasını adım adım izlememize izin veren yazılı kaynaklara sahibiz. dolayısıyla, mö 2000'den önceki bir tarihte müstakil dillere ayrışan sami ana dilinde, bu kavramların mevcut olmadığını güvenle söyleyebiliriz. bu durumda iki olasılık söz konusudur. ya bu sözcükler arapçada oluşmuş, kültürel etkileşim yoluyla ibranice ve aramiceye aktarılmıştır ya da bunun tersi olmuştur. üçüncü bir olasılık mevcut değildir. dil ve kültür tarihinin normal akışında, ikinci olasılığın baskın olduğundan şüphe edemeyiz.

yunancadan süryaniceye alınmış kelimeler roma imparatorluğunun doğudaki egemen dili olan yunancadan süryaniceye çok sayıda, yahudi aramicesine daha az sayıda yüksek kültür sözcüğü aktarılmıştı. bir kısmı kuran arapçasında da görülen bu sözcüklerin, sami kökenli olmadıkları, dolayısıyla arapçada yerli olamayacakları açıktır:

beled (politeía = devlet), burc (pyrgos = kule), cins (gênos), dirhem (draxmê, para birimi), dinar (dênarios, para birimi), feradis/firdevs (paradeísos = cennet), incil (euangêlion), kırtas (kartés = papirüs), zevc (zeugos = eş), sicil (sigillion = resmi evrak), qıntar (kentenárion = kantar)

8.07.2021

karakter

murathan mungan

her şey bir gün aslına döner.

bir beraberliği sürdürebilmek için aşktan fazlası gerekir.

insanın içinde ağlama isteği uyandıran güzellikler, ister tabiatın armağanı olsun, ister insan elinden çıkma sanat eserleri, aynıdır. insanın içini sevinçle yıkayan her güzellik ağlatır. yeter ki gözleriniz hak edilmiş güzelliklere ağlamayı bilsin.

suyun gözleri yoktur, su bütün varlığıyla görür.

insanın kaderi, karakteridir.

zeki, akıllı, hırslı insanların başarısızlıklarında günün birinde mutlaka kötülüğe açılan bir kapı vardır. iyilerin işi her zaman daha kolay olmuştur. unutmayı bilirler çünkü, üzerinden atlamayı, kayıtsız kalmayı, gerisini hayata bırakmayı, omuz silkip kendi yollarına devam etmeyi, gerektiğinde bağışlamayı.. başkalarının kötülüğüyle mücadele etmek kolaydır; asıl zor olan insanın kendi içindeki kötülükle başetmesidir.

bilinci artan kişinin kaderi de artar.

hayatta en zor, en katlanılmaz şey insanın kendisi olmasıydı. yalnızca kendisi. sıradan, yavan, tanıdık, sıkıcı kendisi!

bazı insanlar meşe ağacı gibidirler; eğilip bükülmezler, sadece kırılırlar.