31.10.2022

uzun lafın kısası

charles bukowski:
bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız.

dostoyevski: bilinç hastalıktır. her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır.

elias canetti: cennette doksan dokuz doğrudan çok, eğriyken doğrulmuş bir kişinin gelişine bayram edilir. 

emil cioran: hazların aksine, acılar doygunluğa ulaştırmaz. biraz olsun bıkkın olan hiçbir cüzzamlı yoktur.

goethe: bilgelik yalnızca hakikattedir ve yalın olandan başka hiçbir şey hakiki değildir.

halil cibran: aranızdan çoğu, içleri sıra insanlaşmışsa da, birçoğu henüz insanlaşabilmiş değildir.

irvine welsh: kim olduğunu ve kim olmadığını anlamaya çalışmak lazım. hayattaki esas macera bu. kendini bir yerde bulduğunda arkada bıraktığın ve hep yanında taşıdığın şeyler vardır.

konfüçyüs: bütün gün payına düşecek yemeği düşünüp de kafasını başka bir şey için yormayan bir kişiyle birlikte olmak çok zordur.

murathan mungan: dünyada güzel olarak ne yapılmışsa halka rağmen yapılmıştır.

nietzsche: dünyayı yönlendiren düşünceler güvercin kanatlarıyla gelir.

pascal: insanlar iki türlüdür: günahkâr olduğuna inanan doğrular, doğru olduğuna inanan günahkârlar.

paulo coelho: aşkın gücü asla tükenmez; her şeyden daha güçlüdür ve kendini çok çeşitli biçimlerde gösterir.

sevan nişanyan: bir yerde ne kadar çok bayrak sallıyorlarsa bilin ki saklayacak o kadar çok şeyleri vardır.

29.10.2022

yüce aşk

cemil meriç

bir çağın ideali, idealin kendisi değildir, herhangi bir idealdir. başka idealler de var. her çağın, her milletin kendine göre bir güzel anlayışı var. bütün bu güzellikleri tatmaya çalışalım, genişletelim ufkumuzu. geçen devirlerde yaşamak, yani derinleşmek ve ömrü alabildiğine uzatmak; başka ülkelerde yaşamak, başka insanlarla acı çekmek, başka insanlarla gülmek, damlayken denizleşmek ve an'ı ebediyete sığdırmak; kalbini bütün heyecanlara açmak, yani sınır taşlarını devirmek, çağların ve politikaların sınır taşlarını; bütün insanlığı aynı büyük aşk içinde birleştirmek.. sanatçının tek vazifesi vardır bence: insanları birbirine sevdirmek, iki insanı veya iki milyar insanı. sanat, bir heyecan seyyalesiyle kilometrelerin ve asırların ayırdığı kalpleri birleştiren büyüdür.

benjamin peret ise kitabına yazdığı ön sözde bu kavramı yüce aşk deyimiyle ifade ediyor ve bu tür bir aşkta çeşitli yüceleştirmelerin söz konusu olduğunu vurguluyor. peret'e göre,

"yüce aşk, mutluluk şarkısına dönüşen bir yalnızlık çığlığıdır. yüce aşkla beraber, olağanüstü, ulvi harikuladelikler insan yaşamının bir parçası oluverir. onun sayesinde, ten ve kafa birbiri içinde erir, aralarında tam bir uyum kurulur. artık öncesi gibi değildir insan; ani bir değişime uğramış, tene bağlı duyguları ruhani bir boyut kazanmıştır. benzer bir değişim, karşımızdaki insanda da gerçekleşir. kendisi olmaktan çıkmıştır kişi, umut edip bekleyen birisi yerine, yepyeni bir hayata başlayan bir başkası vardır karşımızda. sizi gerçekten tamamlayan insanla karşılaşmışsanız hiçbir ayrılık, hiçbir kopuş düşünülemez artık.

yüce aşk, bu iki değişik insanın birbiriyle sağladığı uyumdur. ne var ki kadınla erkek arasındaki ayırımı vurgulayarak bir ikilik yaratan ve bu ikilikten yararlanıp, günlük hayatın en ufak teferruatına kadar insanlar üzerindeki baskıcı tutumunu sürdüren batı toplumlarında, bu ideal uyum pek mümkün olamamaktadır. ve bu ideal uyumu yani yüce aşkı yakalayanlar da toplum dışı kalırlar bu yüzden. hatta topluma karşı çıkıyor kabul edilirler çoğu kez. çünkü toplum yüce aşkın gerçekleşmesine karşıdır, yüce aşkı keşfeden, toplumun ve toplum değerlerinin dışında bir mutluluğun mümkün olduğunu keşfeder. onun için de insanlar, bu mutluluğu şairlerin ve sanatçıların sesiyle çağırırlar daha çok.

yıldırım aşkı deyimi, beklenilen kişiyle karşılaşmanın göz kamaştırıcı niteliğini ifade eder. bu yıldırım aşkı şuurlu olmayabilir de başlangıçta. yıldırım aşkı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak içimizde geliştirmiş olduğumuz ideal sevgili modelinin birdenbire karşımıza çıkmasıdır. bu modelin ideal olması, insanın yarım yanını bütünlemesindedir. bilincimizde gelişmiş olan bu model çocukluğumuzdan alır kaynağını, ergenlik çağımızda şekillenir, genç kız ya da delikanlı, çoğu kez birbirine zıt eğilimlerin etkisi altında kalır. bu modelde hem anne ya da babanın oluşturduğu imaj, hem de gençliğimizin günlük yaşantısından izler bulunur."

26.10.2022

ateist ahlak

sevan nişanyan

ahlak normları şüphesiz insanlığın tecrübelerinden türer. zina -doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaştığı döneme dek- tüm toplumlarda ciddi bir suç/günah sayıldıysa elbette -en azından kısmen- haklı bir gerekçesi vardır diyeceğiz. ahlak normlarının

a) bir koda,

b) bir lidere,

c) bir cemaate endekslenmesidir tehlikeli olan. 

bir koda (kutsal kitaba/yasaya) bağlanan ahlak, birilerinin "ahlaksız" olarak tanımlanması sonucunu doğurur.

zulmün en korkuncu ve en beyinsizi, kendini ahlaklı sayanların "ahlaksız" diye damgaladıklarına yönelttiği zulümdür. insan yüreğinde zulmü bastıran ve yumuşatan tüm mekanizmalar, o noktada iflas eder. yanılmaz sayılan bir lidere veya grup aidiyetine bağlanan ahlak, "bizden" olmayanların ahlak nesnesi olamayacağı anlamına gelir. dolayısıyla onlara yapılacak her türlü zulmü ve alçaklığı meşrulaştırır. "biz" kardeşiz. o halde "onlar" (kâfirler, barbarlar, ziyonistler vb.) kahredilmeli.

müslümanlık, kitap-peygamber-cemaat üçlemesini aşamadığı sürece ancak ahlaksızlık ve zulüm doğurur. çağdaş bir ahlak teorisi ancak ateizm üzerine inşa edilebilir.

25.10.2022

mucize

ahmet hamdi tanpınar

insan için asıl saadet bu, anladın mı mümtaz? sonunu bile bile ve o sona rağmen, kendisini idrak etmek. basit bir jest değil mi?

kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturuyorum. adalelerimi yokluyorum. basit bir şey. fakat bütün ölüm çarkına rağmen kendimi ikrar ettim. varım, diyorum; fakat yarın olmayabilirim, yahut bir başkası, bir budala, bir bunak olabilirim. fakat şu dakikada varım. varız, anladın mı mümtaz?

varlığını sevebiliyor musun? uzviyetine dua edebiliyor musun? ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım! size şükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var olduğumuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildiğim için; anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için.

benim şaşırdığım şey bir taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istemenizdir.

biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadi reforma ihtiyacımız var. iş hayatına açılmamız lazım. bunların birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. buna hakkımız da yok. insan birdir. çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.

o halde iş, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. bize sadece maddi hayatımızı tanzim etmek kalıyor.

ateş gibi, fakirlik insanı güzelleştirir ve asilleştirir; fakat sefalet hoyratlaştırır, ruhen sefil eder. insanda insanı öldürür. insanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. çalışmaya imkan verecek bir refah!

hayat, etrafında döneceği değerleri bulur; düşünce, etrafında yüzünü saadete çevirmiş bir cemaat görür, cemiyette bazı boş ferdî gayelerin yerine mesuliyet duygusu başlar.

niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? maddenin sükununun peşinde miyiz? yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz?

24.10.2022

hürriyet

hegel: hürriyet, zaruretin şuuruna varmaktır.

william blake: hakikati söyle, bırak alçak senden uzaklaşsın.

vico: halkın sırtına bindiği için büyük görünür başbuğlar.

blanqui: kılıcı olanın ekmeği olur.

durkheim: eğer insanlığın ıstırabını dindirmeyecek, toplumun işine yaramayacaksa, sosyoloji bir saatlik zahmete değmez.

michelet: tarih kaderle hürriyet, maddeyle zekâ, insanla tabiat arasındaki savaştır.

andre gide: büyük dediğimiz kitaplar, klasik dediğimiz kitaplar, herkesin kendini okumuş farz ettiği, fakat kapağını dahi açmadığı kitaplardır.

montesquieu: tımarhanedekiler, dışardakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış bedbahtlardır.

sighele: hapishaneler dışardakiler kendini namuslu sansın diye yapılmıştır.

napoleon: bir memlekette hem fakir hem zengin varsa o ülkede mutlaka bir din de olmalıdır."

jonathan swift: meyhane, çılgınlığın şişe ile satıldığı yerdir.

emerson: eğer kainat mahvolsa yalnız eflatun'un 'devlet'iyle yeni bir medeniyet kurabilirdik.

cenap şahabettin: yerinde sayanlar, yürüyenlerden çok patırtı eder.

sadi şirazi: dünyanın bütün toprakları bir damla kan dökülmesine değmez.

rabelais: tanıdığım en dürüst hakim, zar atarak idam veya beraata karar verirdi.

via cemil meriç

22.10.2022

raphaël

balzac

"işte, sevgili dostum émile, geleceğimi belirleyen düşüncelerimi yönlendiren ve beni genç yaşta toplumun en alt tabakalarına iten olaylar böyle gelişti." dedi raphaël konuşmasına bir süre ara verdikten sonra.

"kapılarını henüz horgörü ve kayıtsızlıkla yüzüme kapamasalar da, nüfuzlu ve savurgan kişilere hamilik yapan, gururumun gitmeyi yasakladığı zengin ve yakın ilişkiler içinde olmadığımız akrabalarım vardı. hiç durmadan engellenen benliğim sonunda içine kapanmıştı. içten ve doğal olmama rağmen, soğuk ve kapılarını kimseye açmayan biri olarak görünmem gerekiyordu.

babamın despotluğu kendime olan tüm güvenimi yitirmeme yol açmıştı; çekingen ve beceriksizdim, sesimi kimsenin duymayacağına inanıyor, kendimden hoşlanmıyor, çevremi utangaç bakışlarla süzüyordum. yetenekli insanları savaşımlarında teşvik etmek için, 'cesaret! yoluna devam et!' diye haykıran iç sesime, yalnızlığımın içinde gücümün ani ayaklanışlarına, herkeste hayranlık uyandıran yeni yapıtlarla, zihnimde uçuşanları kıyasladığımda, içimde doğan umuda rağmen, bir çocuk gibi kendime güvenemiyordum.

büyük bir tutkunun kurbanıydım, büyük işler başaracağımı düşünüyor ama kendimi hiçliğin içinde buluyordum. insan sıcağına ihtiyacım olsa da, hiç dostum yoktu. kendime bir yol çizmek istiyor ama ürkek ve utangaç ruh halimle kendimi yalnız hissediyordum. babam tarafından toplumsal girdabın içine itildiğim yıl, yenilenen yüreğimde bazı kıpırdanmalar başlamıştı. tüm delikanlılar gibi içten içe ateşli aşkların özlemini duyuyordum.

yaşıtım gençler arasında, burunları havada yürüyen, boş sözler eden, içimi titreten kadınların yanında hiç aldırmadan oturan, densizlikler yapan, bastonların ucunu kaldıran, en güzel kadınların yastıklarına başlarını koyduklarını iddia eden, kendilerine, basit bir sözcükle, kendinden emin bir hareketle, küstah bir bakışla en erdemli kadınları bile elde edebilecekleri havasını veren bir grup vardı.

sana içtenlikle şunu söyleyebilirim ki, gücü elinde bulundurmak ya da ünlü bir edebi şahsiyetle dost olmak, bana üst sınıftan, genç, nüktedan ve kibar bir hanımefendi ile ilişki kurmaktan daha kolay geliyordu. yüreğimin, duygularımın sarsıntılarının toplumun değerleriyle uyum içinde olmadığını fark ediyordum. yürekliydim ama bu özelliğim sadece sözde kalıyor, dışarıya yansımıyordu.

çok sonraları, kadınların sevgilerini açıkça belli eden erkeklere itibar etmediklerini öğrendim; uzaktan hayranlıkla izlediğim ve yüreğimi sonuna kadar açacağım, onun için fedakârlıkları, işkenceleri göze alacağım pek çok kadının, yüzlerine bile bakmayacağım ahmaklarla birlikte olduğunu gördüm.

bilmem kaç kez, zihnimde kurguladığım bir baloda, varlığımı sonsuz okşayışlara adayarak, tüm umutlarımı bir bakışa bağlayarak, sahte sevgilerin üzerine giden bir delikanlının esrikliğinde aşkımı sunarak, hayallerimin kadınını sessiz ve hareketsiz bir şekilde izliyordum.

bazen tek bir gece için hayatımı verebilirdim. böylece, tutkulu sözcüklerimi dinleyecek bir kulak, bakışlarıma karşılık verecek bir bakış, benim için atacak bir yürek bulamadan, kâh çekingenlik ya da fırsatları değerlendirememek, kâh deneyimsizlik yüzünden kendi kendini yiyip bitiren güçsüz bir enerjinin ıstırabını çektim. belki de kendini anlatamamanın ya da anlaşılamamanın sıkıntısıyla ürperdim.

yine de, içimde bana yöneltilecek kibar bir bakışa karşılık verecek şiddette fırtınalar kopuyordu. bu bakışa ya da vaatler sunarmış gibi görünen sevgi dolu sözcüklere karşı aşırı duyarlı olmama rağmen, zamanında konuşmayı ya da susmayı beceremedim. duygularımı dışa vurmaya çalışırken sözcüklerim anlamsız, suskunluğum aptalca kaçıyordu.

hiç kuşku yok ki, parıltılı ışıklar altında yapmacık bir dünyada yaşayan, düşüncelerini uygun cümleler ya da modanın dayattığı sözcüklerle ifade eden bir toplum için fazlasıyla saftım. ayrıca konuşurken susulacak zamanı, susarken konuşulacak zamanı bilmiyordum.

nihayet, kadınların karşılaşmayı arzu ettikleri, ateşliliğine hasret kaldıkları bir yürekle, ahmakların sahip olduklarını sanarak övündükleri sevme kararlılığıyla, içimi kavuran ateşi kendime saklayarak, kadınları sinsi, acımasız yaratıklar olarak görmeye başladım. bu durumu kabullenip, burnu havadakiler zaferlerini kutlarken yalan söylediklerinde, kuşkulanmadan onları hayranlıkla izledim.

hiç şüphesiz, sözde bir aşkı, ihtişamla tatmin olmak, gösterişle sarhoş olmak isteyen uçarı ve hafifmeşrep bir kadınla yaşamayı, yüreğimdeki fırtınalı tutkuları böylece tatmin etmeyi arzulamakla hata ettim.

ah! aşk için, bir kadını mutlu etmek için doğmak ama yürekli ve soylu bir marceline ya da ihtiyar bir markizle bile birlikte olamamak! heybende hazineler taşımak ve onu hayranlıkla izleyecek meraklı bir çocuk, bir genç kız bulamamak. umutsuzluk sıklıkla hayatıma son vermeyi düşündürüyor.

ama artık bu bahtsızlıkları renklendiren ışık onlara yeni bir görünüm kazandırıyor. olayların, bir zamanlar felaket olarak kabullendiğim gidişatı belki de artık gurur duyabileceğim güzel yetenekler kazanmamı sağladı.

yedi yaşımdan hayata atıldığım güne kadar tüm zamanımı dolduran felsefeye olan merakım, yoğun çalışmalarım ve okuma aşkım, düşüncelerimi belli bir konu üzerinde kolayca yoğunlaştırmamı ve bilginin uçsuz bucaksız enginliğinde önde gitmemi sağlamadı mı? mahkum olduğum yalnızlık, duygularımı bastırma alışkanlığım ve yüreğimin derinliklerinde yaşamam, bana düşünme ve mukayese etme gücünü kazandırmadı mı? en güzel ruhu yıpratıp paçavraya çeviren dünyevi tahribatın ortasında kaybolmadığım için, duyarlılığım tutkunun istediğinden daha üstün, mükemmelleşmiş bir iradeye sahip olmamı sağlamadı mı?

kadınların değerimi anlamamasının, onları önemsenmeyen aşkın etkisiyle daha nesnel bir şekilde gözlemlememe neden olduğunu hatırlıyorum. şimdi içten kişiliğimin pek de rağbet görmediğini anlıyorum. kadınlar belki de biraz ikiyüzlülükten hoşlanıyorlar. ben aynı anda, hem erkek hem çocuk, hem boş kafalı hem düşünür ve sıklıkla onlar gibi hem önyargılı hem de boş inançlı olabiliyorum. saflığımı hayasızlık, iyi niyetli düşüncelerimi hovardalık olarak yorumlayamazlar mı?

bilim, kadınsı kararsızlık ve zafiyet onlara sıkıcı gelir. şairlerin, hayal güçlerinin aşırı hareketli oluşundan kaynaklanan bahtsızlığı, hiç şüphe yok ki beni düşünceleri her an değişen, kararsız ve âşık olmak için uygun olmayan biri gibi gösteriyor. sustuğumda aptal gibi görünüyorum ve neşelendirmeyi denediğimde onları ürkütüyorum; böylece kadınlar beni mahkum ediyor.

herkesin vardığı bu yargıyı gözyaşları ve kederle kabullendim. bu keder meyvesini verdi. toplumdan intikam almak, zekâmı kullanarak tüm kadınların yüreğini hoplatmak ve ismim bir salonun kapısında anons edildiğinde tüm bakışların üzerimde toplanmasını sağlamak istedim.

büyük bir adam olmak üzere yetiştirilmiştim. çocukluğumdan beri, alnıma vura vura andré de chénier gibi, -'bunda bir iş var! ifade etmem gereken bir düşünce, kurmam gereken bir sistem, açıklamam gereken bilgiler var.' derdim.

ah sevgili dostum émile! bugün neredeyse yirmi altı yaşındayım ve tanınmamış, düşlediği kadınla birlikte olamamış biri olarak öleceğimden eminim. bırak sana çılgınlıklarımı anlatayım. hepimiz arzularımızı gerçekler gibi kabullenmez miyiz? rüyalarında taçlar örmeyen, yükselişin basamaklarını inşa etmeyen, gösterişli metresleri olmayan genç bir dostum olsun istemezdim.

ben! sıklıkla kendimi general, imparator, lord byron, sonra da bir hiç olarak gördüm. insanoğlunun ulaşacağı doruklarda gezindiğimi sandıktan sonra, dağları, aşmam gereken zorlukları fark ediyordum. içimde kaynayan öz saygım, karşılaştığım zorluklar karşısında, yününü çalılıkların dikenine kolayca kaptıran bir koyun gibi, ruhumun paramparça olmasına izin vermediğimde olağanüstü bir güce dönüşen kadere olan ulvi inancım ayakta kalmamı sağladı.

bir gün, şana şöhrete kavuşup, hayalimdeki metrese sahip olmak için bir köşeye çekilip sessizliğin içinde çalışmaya karar verdim. tüm kadınlar tek bir kadında bütünleşiyordu ve onun bakışlarıma karşılık verecek ilk kadın olacağına inanıyordum; ama her birinin içinde bir kraliçenin var olduğunu görünce, tıpkı âşıklarına doğru ilerleyen kraliçeler gibi karşıma çekingen, muhtaç, yoksunluklar çeken bir halde gelmesi gerektiğine karar verdim.

ah! yüreğimde, beğendiğim, ömür boyu tapacağım kadına aşk kadar minnet dolu duygulara da yer vardı. daha sonraki deneyimlerim bana acımasız gerçekleri öğretti. işte sevgili émile, böylece sonsuza dek yalnız yaşamayı göze alıyordum. 

kadınlar, düşüncelerindeki hangi eğilimden kaynaklandığını bilemediğim bir nedenle, yetenekli bir adamda yalnızca kusurlarını, bir ahmakta ise iyi yanlarını görmeye alışmışlardı. kusurlarını fark edemeyip kendilerini sürekli pohpohlayan ahmaklara karşı büyük bir sempati besliyorlardı. oysa zeki bir adam hatalarını telafi etmeleri konusunda onlara fazla yardımcı olmayacaktı.

deha, hiçbir kadının sıkıntılarını tek başına paylaşmak istemeyeceği kronik bir ateşli hastalığa benzer. hepsi âşıklarında doyumsuzluklarını tatmin edebilecek özellikler görmek ister. işte bizde sevdikleri yan bu!

yoksul, gururlu, yaratıcı bir sanatçı yaralayıcı bir egoizme sahip değil midir? etrafında bilmem hangi düşüncenin, her şeyi hatta metresini bile sürüklediği bir düşünce kasırgası vardır. pohpohlanmak isteyen bir kadın böyle bir adamın aşkına karşılık verebilir mi? bu âşığın kendini bir divana bırakıp kadınların sevdiği aşk oyunlarına harcayacağı zamanı yoktur, işte ahmakların kadınlar konusundaki başarısı bundan kaynaklanmaktadır. başını işinden kaldıramayan sanatçı, zamanını böyle sıradan sevgi gösterilerine harcayabilir mi? bir sözü için canımı vermeye hazır olsam da, bu tür oyunlara ben de katlanamazdım.

solgun ve kırıtkan bir kadının para işlerini yürüten bir simsarın portföyünde, bir sanatçıya tiksinti verecek bu tür soysuzluklara yer vardır. soyut bir aşk yoksul ve soylu yürekli bir adama yetmez, eşinden tüm fedakârlıkları ister. hayatlarını kaşmirleri denemek ya da gardıroplarını modaya uygun giysilerle doldurmakla geçiren kadınlar aşkta itaatin değil hükmetmenin zevkini çıkarmak isterler. 

yürekten seven gerçek bir kadın, hayatını, gücünü, mutluluğunu bağlı olduğu adama adar. güçlü erkeklere, tek düşüncesi eşinin ihtiyaçlarını karşılamak olan doğulu kadınlar gerekir; çünkü onlar için eşlerinin arzularını yerine getirememek felaketlerin en büyüğüdür. kendimi bir deha sanan ben, kesinlikle bu minik metresçikleri tercih ediyordum!

geçerliliğini yitirmiş hazineler, zihnimde henüz ne özümseyip ne tasnif edebildiğim, dahası içselleştiremediğim bilgiler ve gökyüzüne merdivensiz çıkma iddiasıyla, o güne dek kabullendiğim düşüncelerin tam tersini benimseyip, annesiz, babasız, dostsuz bir halde, herkesi düşman gibi gördüğüm o ürkütücü, kaldırımlı, kalabalıklarla dolu korkunç çölde aldığım karar çılgınca görünse de doğaldı. gerçekleştirilmesi imkânsız gibi görünenleri içerdiği için bana cesaret veriyordu. kendi kendime oynadığım bir kumara benziyordu.

planım şöyleydi: bin yüz frankın, herkesin dikkatini üzerine çekeceğim ve bana para kazandırıp isim yapmamı sağlayacak bir yapıt ortaya koyana kadar yetmesi gerekiyordu. bir tebai keşişi gibi yalnızca ekmek ve sütle beslenmeyi düşünmek, bu gürültülü paris'in ortasında krizalitler gibi parlak ve görkemli bir kimlikle yeniden doğmak üzere bir mezar kazarcasına sessiz bir mekânda kitaplara ve düşüncelere gömülmeyi hayal etmek bana mutluluk veriyordu. yaşamak için ölümü göze alacaktım. üç yüz altmış beş frankın, yoksul bir yaşam sürdürerek, yalnızca en acil gereksinimlerimi karşılayacağım bir yıl boyunca bana yetmesi gerekiyordu. gerçekten de, bir manastır rahibinin disiplinli yaşamını sürdürerek bu düşük meblağ ile geçinebilmeyi başardım.

yakından bakıldığında, toplum, alışkanlıklarımız, geleneklerimiz bana masum inancımın tehlikesini ve bu ateşli çabaların gereksizliğini anlatmaya çalışıyordu. bu sıkıntılar tutkulu insanlar için gereksizdi. başarının peşinde koşanın yükü hafif olmalıydı. üstün kişiliklerin hatası gençlik yıllarını başarıyı hak ettiklerini kanıtlamak için harcamaktı. oysa yoksun insanlar ellerinden kaçan bir gücün ağırlığını kolayca taşıyabilmek için kudretlerini ve bilgilerini biriktiriyorlardı. düşünceden yoksun, ağzı kalabalık entrikacılar gidip gelip ahmakları şaşırtıyor, yarı ahmakların güvenini kazanıyorlardı.

birileri çalışıyor, diğerleri ilerliyordu, birileri mütevazı, diğerleri cüretkârdı. üstün yetenekli kişi gururu nedeniyle suskun kalırken, entrikacı, niteliklerini sıralamaktan geri kalmıyordu. sözde güç sahibi kişi hazırlop bir itibara, küstah bir yeteneğe ihtiyaç duyarken; gerçek bilge, çocuksu düşler içinde insani armağanlarla ödüllendirileceğini umut eder."

michel houellebecq: raphaël

hakikat

erich fromm

insanoğlu, gerçeklikle ne denli eksiksiz bir ilişki içinde olursa o denli güçlü olur.

yalnızca koyun olduğu sürece ve gerçekliği temelde, kendi toplumunun insanları ve şeyleri daha elverişli bir şekilde çarpıtabilmesi ya da ustalıkla yönetebilmesi için oluşturulmuş bir uydurmacadan başka bir şey değilse kişi zayıf bir insandır. gerçeklikle olan bütün ilişkisi ona gerçek gibi gösterilen uydurma gerçeklik aracılığıyla gerçekleştiğinden, toplumsal kalıptaki herhangi bir değişiklik onun için yoğun bir güvensizlik hatta delirme tehlikesi oluşturur.

gerçekliği toplumun kendisine sunduğu bir veri olarak kabullenmek yerine kendi başına kavramada ne kadar başarılı olursa o denli güven içinde hissedecektir kendisini; çünkü herkesin ortak görüşüne ne kadar az bağımlı olursa toplumsal değişiklik, ona o denli az tehlikeli görünecektir. insanoğlu, kendi içinde, kendi gerçeklik bilgisini geliştirmek, dolayısıyla hakikati aşağı yukarı bulmak, tahmin etmek eğilimi taşır.

farkında olma halini artırma süreci, uyanma, insanın gözünü açması ve önünde ne olduğunu görmesi sürecinden başka bir şey değildir. farkında olmak demek yanılgıya düşmemek demektir, bunun başarılmasıysa bağımsızlığa kavuşma sürecini oluşturur.

bunu hiç kimse marx'tan daha açık şekilde dile getirmemiştir: "tutku, insanın, amaçlarına ulaşma çabası gösterme yeteneğidir."

goethe, bu tür bilgiyi çok kısa ve özlü bir biçimde dile getirmiştir: "insan, kendisini yalnızca kendisinin sınırları içinde tanır ve dünyanın sınırları içinde kendisinin farkındadır. gerçekten tanınan her yeni nesne, bizim içimizde yeni bir etkinlik aracı oluşturur."

durağan ve kımıltısız olan ben, dünya ile nesnelere sahip olma açısından bağ kurar. öz ise, katılma süreci açısından dünyayla bağ kurar. çağdaş insan, her şeye, otomobile, eve, işe, "ufaklıklara", bir evliliğe, sorunlara, dertlere, hoşnutluğa sahiptir. bütün bunlar da yeterli değilse bir ruh doktoruna sahiptir. hiçbir şey olmamıştır -hiçbir şey değildir-.

sanat

cemil meriç

bir çağın ideali, idealin kendisi değildir, herhangi bir idealdir. başka idealler de var. her çağın, her milletin kendine göre bir güzel anlayışı var. barbarın, derebeyinin, ortaçağ şövalyesinin, türkün, arap'ın, hintlinin..

bütün bu güzellikleri tatmaya çalışalım. genişletelim ufkumuzu.

geçen devirlerde yaşamak, yani derinleşmek ve ömrü alabildiğine uzatmak. başka ülkelerde yaşamak, başka insanlarla acı çekmek, başka insanlarla gülmek. damlayken denizleşmek. ve an'a ebediyeti sığdırmak. kalbini bütün heyecanlara açmak. yani sınır taşlarını devirmek, çağların ve politikaların sınır taşlarını. bütün insanlığı aynı büyük aşk içinde birleştirmek.

sanat, en yüce sanat, bir "communion" değil midir? sanatçının tek vazifesi vardır bence: insanları birbirine sevdirmek. iki insanı veya iki milyar insanı. sanat bir heyecan seyyalesiyle kilometrelerin ve asırların ayırdığı kalpleri birleştiren büyüdür.

21.10.2022

beni kureyza katliamı

sevan nişanyan

uhud savaşında sayıca üstün olan mekkelilerin müslümanları yeneceğine kesin nazarıyla bakılır. bu yüzden medine yahudilerinden beni nadir aşireti, müslümanların yenilgisi halinde başına geleceklerden korkarak, kararsız kalır. müslümanların beklenmedik zaferinden sonra toplanan mecliste beni nadir yargılanır. muhammed'in idam kararı vermesi beklenirken beni nadir'in koruyucusu (velisi) olan beni hazrec aşireti ileri gelenlerinin önerisiyle beni nadir tehcir edilir. malları müsadere edilir.

bir süre sonra beni nadir liderlerinden hüyeyy b. ahtab ve kinane b. el-rabi mekkelilerle temas kurarak onları medine'ye saldırmaya teşvik ederler. ayrıca doğudaki ğatafan aşiretini de mekkelilerle beraber savaşmaya ikna ederler. medine'deki diğer büyük yahudi aşireti olan beni kureyza lideri kâ'b b. esed muhammed'le ittifakını bozmama taraftarıdır. kapısına gelen hüyeyy'i hakaretle kovar. ancak hüyeyy ısrar eder, kureyşlilerin muhammed'i yeneceklerinin kesin olduğunu, bu durumdan beni kureyza'nın zarar göreceğini savunur. k'ab lanet okuyarak hüyeyy'e kapısını açar. uzun süre direndikten sonra muhammed'le (iddiaya göre yazılı belgeye dayanan) ittifakını bozar. mekkeliler ile ğatafanlılar medine'yi kuşatır. muhammed, iranlı kölesi selman'ın tavsiyesiyle kentin etrafına bir hendek kazdırır. 27 gün süren kuşatmada müslümanlardan altı ve karşı taraftan üç kişi ölür. kuşatma esnasında muhammed adamlar göndererek müttefikler arasına nifak tohumları eker.

kureyza aşireti, mekkelilerin kuşatmayı sonuçlandırmadan çekileceğinden korkmaktadır. müslümanlarla baş başa kaldıklarında başlarına geleceği bildiklerinden, adım atmak istemezler. ebu sufyan komutasındaki mekkeliler, yahudilerin savaşacağına güvenmezler, kureyza ileri gelenlerinden bazı kişileri rehin almadıkça kesin saldırıya girişmek istemezler. ğatafanlılar yahudilerin muhammed'le anlaşacağından ve mekkelilerin çekilip kendilerini muhammed'e karşı yalnız bırakacağından kuşkulanırlar. ittifak dağılır.

kuşatmanın kalktığı gün cebrail altın sırmalı bir sarık giymiş ve ipek örtülü bir katıra binmiş olarak zuhur eder. "silahları bıraktın mı ya rasulallah?" diye sorar. muhammed evet der. cebrail, "melekler henüz silahlarını bırakmadı. allah sana beni kureyza'ya saldırmanı emrediyor. ben de orada olacağım." diye cevap verir. muhammed tellal çıkararak, beni kureyza arazisinde toplanmadan kimsenin namaz kılmamasını emreder. kendisi de kureyza surlarının yanına gelerek "ey maymun soylular! allah sizi lanetledi ve intikamımı üzerinize saldı." diye seslenir. yahudiler cevaben ona hakaret ederler. aişe'nin anlatımına göre cebrail "melekler silahlarını bırakmadı, git ve onlarla savaş" der. muhammed zırhını kuşanır. yolda rastladığı kişilere "buradan kim geçti" diye sorar. onlar da "dihye b. halife geçti" derler. dihye'ye büyük sakalı ve ipekli eğeri nedeniyle "cebrail" adı verildiğini aişe belirtir.

25 gün veya bir ay süren kuşatmadan sonra kureyza aşireti teslim olmaya karar verir. müzakere için muhammed onlara beni aws aşiretinden ebu lübâbe b. abdülmunzir'i gönderir. aws aşireti beni kureyza'nın koruyucusu (velisi) ve ebu lübabe onların dostudur. erkekler onu karşılarken yahudilerin kadın ve çocukları çığlıklar atarak etrafını sararlar ve merhamet göstermesi için yalvarırlar. "muhammed'in hakemliğini kabul edelim mi?" diye sorarlar. ebu lübabe "evet" der fakat bunu söylerken eliyle boğaz kesme işareti yapar. yapar yapmaz pişman olur. allah'a ve resulüne ihanet ettiği kaygısına kapılarak koşa koşa gider, camide kendini bir sütuna bağlatır. allah kendisini affetmedikçe oradan ayrılmayacağını bildirir. muhammed bunu duyunca güler. "bana gelseydi affederdim ama şimdi ancak allah affedebilir." der. birkaç gün sonra allah'tan gelen bir vahiyle ebu lübabe'yi affeder. (bahis konusu ayetin hangisi olduğuna dair tefsirciler arasında ittifak yoktur.)

kureyza lideri kâ'b, aşiretine hitaben konuşur. başlarına gelen beladan hüyeyy'i sorumlu tutar. üç seçenek sunar. ya topluca müslümanlığı kabul edeceklerdir. bu reddedilir. ya (masada'daki yahudiler gibi) kadınlarını ve çocuklarını öldürüp, ölünceye kadar savaşacaklardır. bu da reddedilir. ya da yahudiler için savaşmanın dinen haram sayıldığı şabat günü sürpriz bir saldırı düzenleyeceklerdir. tevrat'a göre şabat günü savaşmak yahudilerin domuza veya maymuna dönüşmesine yol açacağı için, bu seçenek de reddedilir. teslim olmaya karar verirler.

bağımsız yargı beni kureyza aws aşiretinin mevalisi olduğundan, hukuken muhammed'in yargıç olması mümkün değildir. bu nedenle aws aşiretinden sa'd b. muaz görevlendirilir. sa'd hendek savaşında yaralanmış ve yarası şişmeye başlamıştır (birkaç gün sonra ölecektir). hükmü açıklar: kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere edilecektir. muhammed "allah'ın ve resulunün yargısıyla yargıladın." diyerek onu onaylar. (yargı görevinin ölmekte olan birine aktarılması muhtemelen kan davası güdülmesini önlemeye yönelik bir tedbirdir.) nusra cephesi tesadüf mü? 

resulallah karardan sonra medine'nin çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. beni kureyza erkekleri gruplar halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. toplam katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900 kişidir. idamların çoğunu ali b. ebu talib (sonradan dördüncü halife) ve zübeyr infaz ederler. komplonun lideri hüyeyy getirilir. pembe kumaştan değerli giysisini (ganimet edilmesin diye) delik deşik etmiştir. muhammed'e hitaben "sana düşmanlık ettiğim için kendimi ayıplamıyorum, çünkü allah'ın terk ettiği kişi lanetlenmiştir." der. (bu sözün anlamı açık değildir. lanetlenen kişinin hüyeyy mi muhammed mi olduğu anlaşılmaz.) sonra halkına dönerek "allah'ın emrinde haksızlık yoktur. zira israiloğulları için büyük bir katliam olacağı kitabımızda yazılıdır." der. idam edilir. (hüyeyy'in son sözleri daha sonraki islami literatürde süslenip püslenerek, yahudilerin idam kararının kendi kitaplarına uygun olarak verildiği tezine dönüşecektir.)

aişe'nin ifadesine göre idam edilenler arasında tek bir kadın vardır. "rasulallah erkekleri meydanda öldürürken kadın benim yanımdaydı, sohbet ediyor ve durmadan gülüyordu. derken bir ses adını çağırdı. 'ne var?' dedim. 'öldürecekler' dedi. 'neden' diye sordum. 'yaptığım bir şeyden ötürü' diye cevap verdi. götürüp kafasını kestiler. neşesini ve gülüşünü hayatta unutamam. öldürüleceğini biliyordu."

vakıdî'nin anlatımına göre kadının öldürülmesinin nedeni, kuşatma sırasında sur üstünden bir değirmen taşı atarak hallâd b. süveyd'in ölümüne sebep olması idi. 

öldürülecekler arasında geçmişte müslümanlara iyiliği dokunmuş olan yaşlı ebu abdurrahman el-zebîr vardır. müslümanlardan sabit b. kays rasulallah'tan rica ederek yaşlı adamın canını bağışlatır. ebu abdurrahman "karım ve çocuklarım olmadan hayatın ne anlamı var?" diye sorar. onlar da bağışlanır. "malım ve servetim olmadan nasıl yaşayabilirim?" der. malına dokunulmayacağına söz verirler. "aslanlar aslanı, güzel adam kâ'b b. esed ne olacak?" diye sorar. öldürüldüğünü söylerler. aşiretinin akıbetini sorar, hepsinin idam edildiğini anlatırlar. "o zaman bana bir iyilik yapıp beni de öldürün." der. "akrabalarım olmadan yaşamanın faydası yok, öbür dünyada onlara kavuşmak için sabırsızlanıyorum." ebubekir bu sözleri duyduğunda "akrabalarıyla cehennemde buluşacak, orada sonsuz azap görecek" diye konuşur.

idamlar sona erdikten sonra rasulallah beni kureyza'nın mallarını, kadınlarını ve çocuklarını müminler arasında pay eder. beşte bir (kamu payı) çıkarıldıktan sonra geri kalandan süvarilere üçer pay, piyadelere birer pay verilir. bu savaş esnasında müslümanların otuz altı atlısı vardır. onların hakkı, bir pay ata, iki pay sürücüsüne olmak üzere üç pay olarak hesaplanır. ganimetin beşte birinin (muhammed'e) ayrılması kuralı ilk kez bu olayda uygulanır ve daha sonra gelenek (sünnet) olarak benimsenir.

rasulallah köle kadın ve çocukların bir kısmını sa'd b. zeyd ile orta arabistan'daki necd'e göndererek, karşılığında at ve silah satın alır. esir alınan kadınlardan reyhane bt. amr'ı kendine ayırır. cariye edindiği bu kadın, muhammed'in ölümünde hâlâ onun kölesidir. muhammed ona kendisiyle nikâhlanmasını ve hicaba girmesini teklif ederse de reyhane "ya rasulallah, senin kölen kalayım, böylesi senin için de benim için de daha kolay" diyerek reddeder. islamiyeti kabul etmeyerek yahudi dininde ısrar eder. bundan ötürü muhammed onu nikâhına almaz, fakat canı sıkılır. kimi anlatımlara göre daha sonra reyhane müslümanlığı kabul ederek muhammed'i sevindirir. ancak bu anlatımla, muhammed'in ölümünde reyhane'nin hâlâ köle olduğu bilgisi çelişir.

üsküdar

ahmet hamdi tanpınar

üsküdar bir hazine idi. bir türlü bitmiyordu. valide-i cedid'in biraz arkasında aziz mahmud hüdai efendi vardı. birinci ahmed devrinin bu manevi saltanatı, nuran'ın aile gelenekleri arasına girmişti. daha yukarıda dördüncü mehmed devrinin dizginlerini birkaç sene elinde tutan selami efendi vardı.

karacaahmet'te an'anenin orhan gazi zamanına çıkarttığı, horasan erenlerinden bursa'daki geyikli baba'nın çağdaşı, belki de gaza arkadaşı karacaahmet, sultantepe'de yine celveti baki efendi yatıyordu.

nuran tarikatları çok merak ediyor fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı. bir gün istediği zaman takındığı o çocuk tavrıyla: -ben o zamanlar gelseydim, muhakkak celveti olurdum, dedi.

fakat hakikaten inanıyorlar mıydı bütün bunlara?

şark bu, güzelliği de burada. tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya; fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş. -nedir o? -kendisini ve bütün âlemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur. -bulduğu şeyin ahlakını yapabilmiş mi?-zannetmem, fakat bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış. yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış. mamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor.

bunlar milli hayatın kökleridir. bak, kaç gündür istanbul'da üsküdar'da geziyoruz; sen süleymaniye'de doğmuşsun, ben aksaray'la şehzade arasında küçük bir mahallede doğdum. hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar? büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı. bırak ki her yerde, en zengin ve müreffeh cemaatlerde bile, hayat bir yığın artıklarla, yarı yolda kalmışlarla doludur. sümbül sinan ve benzerleri bunların yardımcısıdır.

utangaçlık

balzac

iki tür utangaçlık vardır: zihinsel utangaçlık, sinirsel utangaçlık; fiziksel bir utangaçlık ve tinsel bir utangaçlık.

biri ötekinden bağımsızdır. tin dingin ve cesur kalırken, vücut korkup titreyebilir, tersi de olabilir. bu, birçok tinsel tuhaflıkların ipucunu verir.

iki utangaçlık bir insanda bir arada bulunursa, bu insan bütün ömrü boyunca bir hiç olacaktır. böyle bir tam utangaçlık "bu bir budala" dediğimiz kişinin utangaçlığıdır. bu kişide çoğu zaman bastırılmış büyük nitelikler saklıdır.

belki esrime içinde yaşamış kimi keşişlerin varlığını bu çifte kusura borçluyuz. bu üzücü fiziksel ve tinsel durum, organların ve ruhun kusursuzluğuyla, aynı zamanda henüz görülmemiş kusurlarla da ortaya çıkar.

20.10.2022

cesaret

erich fromm

insanların çoğu korku, can sıkıntısı, yalnızlık, umutsuzluk gibi duyguların varlığını kendi kendilerine itiraf etmezler. bu duyguların bilincinde değildirler. bunun nedeni çok basittir. bizim toplumsal modelimizde, başarılı insanın korkulu, sıkkın ya da yalnızlık içinde olması beklenmez. başarılı insan, bu dünyayı bütün dünyaların en iyisi olarak görmelidir. yaptığı işte basamak atlama fırsatını yakalamak için korkularını, kuşkularını, ruhsal çöküntülerini, can sıkıntısını ya da umutsuzluklarını bastırmak, bilinçaltına itmek durumundadır.

çoğu kez sözcükler bu işin tam tersini yapar: deneyimi çapraşıklaştırır, paramparça eder ve öldürür. insan ne yazık ki çoğu kez, sevgi üzerine, nefret ya da umut üzerine konuşma süreci içinde, anlatması gereken konuyla bağlantısını yitirir. şiir, müzik ve diğer sanat biçimleri, insansal deneyimleri betimlemeye çok daha uygun araçlardır. çünkü onlar, kendi kurallarına tam tamına uygun olmanın getirdiği bir kusursuzluğa sahiptirler ve insan deneyiminin yeterli ve uygun simgeleri olarak kabul edilen yıpranmış bozuk paraların belirsizliğinden ve anlaşılmazlığından uzaktırlar.

yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öge daha vardır: cesaret. ya da spinoza'nın adlandırmasıyla "direnme gücü". belki de direnme gücü belirgin, daha açık bir anlatım. çünkü günümüzde cesaret daha çok yaşama yürekliliğini değil de ölme yürekliliğini göstermede kullanılıyor. direnme gücü, umut ve inancı, boş iyimserliğe ya da usdışı inanca dönüştürerek -dolayısıyla onları yok ederek- bu ikisinden ödün verme yönünde baştan çıkarılmaya karşı koyma yetisidir. direnme gücü, dünya "evet" sözcüğünü duymak istediğinde "hayır" diyebilme yetisidir.

üçüncü korkusuzluk türüyse kendi kendisiyle kalan, kendine güvenen ve yaşamı seven, tam anlamıyla gelişmiş insanlarda görülür. doymakbilmezliği yenmiş kişi, herhangi bir tapınışa ya da herhangi bir şeye tutunmaz, dolayısıyla yitirecek hiçbir şeyi yoktur. zengindir; çünkü boştur, güçlüdür; çünkü arzularının esiri değildir. tapınışlardan, usdışı isteklerden ve düşlemlerden kopabilir; çünkü kendi içinde ve dışında gerçeklikle tam bir ilişki içindedir. böyle bir insan tam aydınlanmışlığa ulaşmışsa tümüyle korkusuzdur. goethe'nin dizelerindeki hakikati hissedebilir: 

"evimi bir hiçliğin üzerine kurdum; bu yüzden bütün dünya benimdir."

muhammed

karen armstrong

bütün mekkeliler, arabistan'ın en önemli kutsal yeri olan kabe'yle övünüyorlardı. her yıl yarımadanın her yerinden araplar hac için mekke'ye geliyor, bir kaç gün boyunca geleneksel ritüelleri uyguluyorlardı. kutsal yerin çevresinde bütün şiddet eylemleri yasaklanmıştı ve araplar mekke'de, eski aşiret düşmanlıklarının askıya alındığını bilerek, barış içinde ticaret yapabiliyorlardı. kureyşliler kutsal yer olmadan ticari başarılarını ve öteki aşiretler arasındaki, kabe'nin muhafızlığından ve eski kutsal mekanların koruyuculuğundan kaynaklanan prestijlerini elde edemeyeceklerinin farkındaydılar. fakat allah, kureyş'i özel olarak kendisi için seçmiş olmasına karşın, onlara hiçbir zaman ibrahim, musa veya isa gibi peygamber göndermemişti ve arapların kendi dillerinde kutsal kitapları yoktu.

bu nedenle yaygın bir ruhsal aşağılık duygusu vardı. arapların temasa geçtikleri yahudi ve hristiyanlar, onlara tanrı'dan vahiy almamış barbar bir halk diye meydan okuyorlardı. araplar, kendilerinin bilmediklerini bilen bu halklara karşı gücenme ve saygıyla karışık duygular içindeydiler. yahudilik ve hristiyanlık, arapların, bu ileri din biçimlerinin kendi geleneksel paganlıklarından üstün olduğunu görmelerine karşın, bölgede pek ilerlemiş değildi.

sonuçta muhammed'in dini islam, her kabul edenin allah'a varoluşunu teslim etmesi olarak bilinecektir: müslüman, bütün varlığını yaratıcıya teslim eden kişi temektir.

muhammed müslümanlara pagan tanrılara inanmayı yasaklayana kadar önde gelen kureyşlilerin açık bir karşı koyuşu da yoktu. görevinin ilk üç yılında muhammed'in mesajının tek tanrıcı yönünü fazla ön plana çıkarmadığı ve insanların, her zaman yaptıkları gibi, yüce tanrı allah yanında arapların öteki geleneksel ilahlarına da tapınmayı sürdürebileceklerini sandıkları anlaşılıyor. ama eski kültler ve putları mahkûm edince bir gecede birçok izleyicisini yitirdi ve müslümanlar horlanan ve sorgulanan bir azınlık haline geldi.

kureyş ilk müslümanların namaz (salat) kıldığını gördüğünde korkuya kapılmıştır: kureyş klanının yüce üyelerinin yüzyıllarca süren onurlu bedevi bağımsızlığından sonra, köle gibi yere kapanması kabul edilebilir iş değildir ve müslümanlar ibadetlerini gizlice yapmak için şehir çevresindeki vadilere çekilmek zorunda kalmışlardır. kureyş'in tepkisi, muhammed'in onların ruhunu kusursuz bir doğrulukla tanıdığını ortaya koyar.

isyan

cemil meriç

hayır, severek evlenmedim. hayatımı bir zebani ile birleştirecek kadar yalnızdım. yalnız ve yabancı. bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş, cehennemden kurtuluş. ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi el ele hayata atladık. ben seni tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. korkuyorum. bunları söylemekten korkuyorum. yirmi iki sene gelişen, kökleşen bir sevgi bu. bir sevgi ve bir hayranlık. hayat, hayatımız daima güzel miydi? hayır. ama mevsimleri vardı, mevsimleri var. vatanımsın benim. kokladığım havasın, içtiğim su. ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman zaman. sen hep aynı kalmasını bildin.

yuvarlanmamak için bir dikene tutunmak. ve unutmak asıl acıyı. uçurumu unutmaya çalışmak. şuurun kendini koruması bu. hep başkalarında yaşamak, başkalarının yarınını, bugününü, dününü kendine dert etmek. diş ağrısını geçirmek için tabanını dağlamak. zindanının penceresinden geçen trenlerin davetini duymak. ve zindanının dışındakilere, hadi binin trene diye haykırmak. olanla yetineceksin. goril yıldızları merak etmese "ptekantropus erektus" hil'atini giyemezdi. amip olanla yetinir. insan fetihtir, isyandır. goril başını kaldırdığı için insan oldu. dört ayaklıyı kainatın efendisi yapan bu dikiliş. hazır oyuncaktan hoşlanmaz bu çocuk. cinlerini de, tanrılarını da kendisi yaratır. kah bir masal denizinde süzülen bir yelkenlidir, kah..

19.10.2022

kemalizm

sevan nişanyan

bana kemalistler cinayet işledi dedirtemezsin, nalan. "memleketteki her kötülüğün sebebi kemalistler mi yani" diye itiraz ediyorlar bazen. "kötü arıyorsan daha faşistler var, dinciler var, cemaat var, mit var, cia var, o var, bu var. "bir bebekten katil yaratan karanlığı" sadece kemalistlere yüklemek reva mı? kaç senedir iktidarda bile değil garibanlar!"

bu arkadaşlar belli ki başka ülkede yaşıyorlar. hayatlarında tc'nin bir devlet dairesine gitmemişler. ortaokul müdürünün bayrak töreninde ağzından tükürük saça saça yaptığı konuşmayı dinlememişler. herhangi bir valiliğin cehalet ve arsızlıkla dolup taşan web sitesinde gezinmemişler. askerde "gece eğitimi" adı altında verilen alçaklık derslerine denk gelmemişler. adli yıl açılış töreni görmemişler. on dokuz mayıslarda çocukların yaptığı nazi özentisi figürleri spor zannetmişler. "türkiye türklerindir" gazetesinin başlığına dikkatle bakmamışlar. ardahan'ın kurtuluşu töreninde en önde taşıdıkları şeyi fark etmemişler. 12 eylül anayasasını okumamışlar. ogün samast'ın o meşhur bayraklı pozunda, jandarma temsilcisinin kafasının arkasından sırıtan imzayı görmemişler. geçen gün paylaştığım o nevruz fotoğrafındaki zevatın -ve onların kardeşlerinin- yakasındaki rozet ilgilerini çekmemiş. yoksa memleketin ruhuna sinmiş olan karanlığı tanımamazlık etmezlerdi.

saydıklarımın hepsinde ortak bir unsur var, farkındasınız değil mi? bir tür ikonadır, kutsal işarettir. sergiledikleri ritüel vahşete, ritüel cehalete, ritüel yalancılığa kutsallık kazandıran simgedir. o ikonanın gölgesine sığındığın zaman hiç tanımadığın birtakım insanları vatan haini soysuz düşman diye damgalayabilirsin, "terk et benim ülkemi" diye babalanabilirsin. oysa ikonanın huzurunda değilken muhtemelen mülayim bir adamsındır, bir yerde kürt'le yahut ermeni'yle yahut cemaatçiyle tanışsan az buçuk utanarak arkadaş olmaya çalışırsın. ikonanın işaret ettiği yolda, tarihe ve dünyaya dair kör cehaletin bir gurur vesilesine dönüşür. dünyaya bedel olan türkler ve horasandan gelme atalar hakkında atıp tutarsın, aksini söyleyeni kahretme gücünü kendinde görürsün. ikonanın mevzubahis olduğu yerde hakikat teferruattır, vicdan teferruattır, hakkaniyet ve dürüstlük teferruattır, espri yoktur, alçak gönüllülük yoktur, kuşku ve merak yoktur. insanlığını paranteze alırsın.

şimdi elinizi kalbinize koyup beş dakika düşünün. devlet dairesindeki atatürk portresinin anlamı nedir? sadist ortaokul müdürü sabah içtimasında neden atatürk diye haykırır? hürriyet gazetesinin başlığında neden atatürk silüeti vardır? ardahan'da temsilî ermenileri süngülerken neden atatürk büstü taşırlar? vatan sevgisi filan diye saçmalamayın allah aşkına. sebebini gayet iyi biliyorsunuz. "ben şimdi kötülük yapacağım, şimdi yalan konuşacağım, şimdi saçmalayacağım, ama arkamda yüce güç var," der o resim, "beni sakın ayıplamayın!" aslında kalbinin yarısıyla kendi de bilir ahlaksızlığını, yalancılığını. ama riya dünyasında yaşamaya alışmıştır. kalbindeki yarayı atatürk'le örter.

bu memlekette gerçekten alçakça olan, insanı burada yaşamaktan tiksindiren şeyleri listeleyin kafanızda. milliyetçi isteri. yalnız ve farklı olanı ezme hırsı. hürriyet gazetesi. yargıtay. 6-7 eylül. göt gibi konuşan genelkurmay başkanları. bürokratik hayasızlık. kürt düşmanlığı. soykırım inkârcılığı. ogün samast. devlet bahçeli. türk tarih kurumu. uzat uzatabildiğin kadar. hepsinin ama hepsinin referansı aynı kutsal figürdür. cinayet ruhsatnamesi gibi bir şey mübarek.

kutsal ikonanın boy göstermediği sahalara bakarsanız, halbuki, başka bir tablo görürsünüz. evlere bak. köylere, manava, meyhaneye, plaja, aerobik kulübüne, oto sanayi sitesine, modern sektörün büyük şirketlerine bak. bir arada yaşamakla ciddi bir sorunu olmayan, biraz ürkek, biraz cahil, mütevazı, başka memleketlere kıyasla hayli terbiyeli, "ayıp" duygusu kuvvetli, devlet söylemini kişisel yaşamına bulaştırmamaya çalışan 75 milyon normal insan!

cumhuriyetin kurucusu böyle bir kaderi hak etmiş midir, bakın o ayrı mevzu. karikatürleştirilmiş ikonasından çok farklı bir insandı şüphesiz. bu anlamda, başına gelen şey trajiktir. ama bence gene de o sonucu hak etmiştir. sebeplerini başka zaman konuşalım. "kemalizm" denilen şeyle alıp veremediğim işte budur. o ikona devrilmeden bu memlekete medeniyet gelmez derken kastettiğim de budur. yoksa cumhuriyet gazetesinde yazan üç beş bunağı yahut izmir'in gündoğdu meydanında dekolte göstermeye çıkan cici kızları memleketin en ciddi meselesi zannetmeyecek kadar aklım başımda çok şükür.

put yıkmak tabii asıl maksat. yoksa özellikle kemal, trajik bir şahsiyet olarak, ilgimi çekiyor. trajikten kastınız nedir? yalnız, tatminsiz. büyük hırsları ile gerçeğin sıradanlığı arasına sıkışmış. çıkmazlarını alkolizmle örtmeye çalışan. büyük iktidar hastalarının hepsi gibi, özünde iktidarsız.

kadın

balzac

gördükleri eğitim sayesinde her şeyi kavrayabilen erkekler, bir kadın için sevdiği adamın düşüncelerini anlayamamaktan daha korkunç bir şey olmadığını bilemezler.

bizden daha bağışlayıcı olan bu tanrısal yaratıklar ruhlarının dilini anlamadığımız zaman seslerini çıkarmazlar; duygularının üstünlüğünü göstermekten çekinirler, acılarını da, anlaşılmamış zevklerini de büyük bir sevinçle gizlemeyi bilirler. ama sevda işinde bizden daha tutkulu oldukları için erkeğin yalnızca yüreğine sahip olmakla yetinmezler; onun tüm düşüncesini de ele geçirmek isterler.

kadınların mucize derecesinde doğru sezgileri vardır.

bolluk içinde yetişen kadınlar maddesel hazların örttüğü boşluğu çabucak hissederler ve yıpranmaktan çok yorulan yürekleri onlara gerçek bir duygu alışverişinden doğan mutluluğu buldurduğunda -sevgisinden emin oldukları erkeğe de uygun gelmesi koşuluyla- orta halli bir yaşama seve seve katlanırlar.

düşünceleriyle, zevkleriyle kendi yaşamlarının dışındaki bu yaşamın cilvelerine boyun eğerler; onlar için tek korkulacak gelecek onu yitirmektir.

bir kadın için en büyük çekicilik, sürekli olarak erkeğin yüce gönüllüğüne sığınması ve zayıflığını ona gurur verecek, onun en yüce duygularını ayaklandıracak biçimde zarif bir edayla belli etmesidir.

ev hanımı

ahmet hamdi tanpınar

leyla kadehini kaldırdı ve uzunca içti. yoruldum, dedi. hiçbir zaman bu cins ev hanımlığına alışamadım. kalabalığı seviyorum ama rahat kalmam şartıyla. gelsinler, eğlensinler, gitsinler. eskiden ne iyiymiş! beylerin, hanımların misafirlerini görmedikleri bile olurmuş. aşağı yukarı yine öyle olmuyor mu! ne gezer! hepsini ağırladım, hatır sordum, hepsine candan güldüm. şu "nasılsınız" efendim? küçükler nasıl? niye getirmediniz onları?" yok mu çıldırtıyor beni! ya o fevkaladeler, ah ne kadar sevdimler, bütün o aptal hayranlıklar.. geçen günkü çay elbiseniz de çok güzeldi. hele o gri şapkanız, gri size çok yakışıyor. herkes için ayrı cümle bulacaksın. herkese başka türlü güleceksin. ve bütün bunları yumurtlayabilmek için bir mağaza satıcısı gibi kafanın raflarını karıştıracaksın.

18.10.2022

tanrı

karen armstrong

jean paul sartre, insan bilincinde tanrı'nın her zaman bulunduğu, tanrı biçimli boşluktan söz etti. bununla birlikte, tanrı varsa bile, tanrı düşüncesi özgürlüğümüzü reddettiğine göre, onu reddetmek gerektiğinde ısrar etti.

geleneksel din bize tam insan olmak için insanlığın tanrı düşüncesine boyun eğmesi gerektiğini söyler. oysa biz insanlığı özgürlüğün bulduğu beden olarak görmeliyiz.

sartre'ın ateistliği avutucu bir öğreti değildi ama diğer varoluşçular tanrı'nın yokluğunu olumlu bir kurtuluş olarak gördüler.

maurice merleau ponty, merak duyumuzu artırmak yerine tanrı'nın aslında onu reddettiğini ileri sürdü. çünkü tanrı tam bir kusursuzluğu simgeler, bizim yapabileceğimiz ya da kazanacağımız bir şey kalmamıştır.

albert camus, kahramanca bir ateistliği önerdi. insanlar, insanlığa duydukları arzuyu dışarı boşaltabilmek için cüretle tanrı'yı reddetmeliydiler. her zamanki gibi ateistlerin geçerli bir dayanakları vardı. tanrı geçmişte gerçekten bir yaratıcılık gösterisi için kullanılmıştı. olası her soruna veya duruma kapsamlı bir yanıt vermiş olsaydı, merak veya başarma duyularımızı gerçekten bastırabilirdi. tutkulu ve bağlayıcı bir ateistlik usandırıcı ve yetersiz bir tektanrıcılıktan daha dinsel olabilir.

marksist filozof ernst bloch, tanrı düşüncesini insanlık için doğal buldu. insan yaşamının bütünü geleceğe yönelmişti: yaşamlarımızı eksik ve tamamlanmamış olarak yaşarız. hayvanların tersine, asla yetinmeyip hep daha çok isteriz. bu, yaşamımızın her noktasında kendimizi aşmak ve bir sonraki aşamaya geçmek zorunda olduğumuzdan bizi düşünmeye ve gelişmeye iter: bebek emeklemek zorundadır, yeni yürüyen yetersizliklerinin üstesinden gelmek ve çocuk olmak zorundadır ve benzeri. tüm düşlerimiz ve isteklerimiz ileriye, sonra gelene yönelir. felsefe bile, henüz olmayanın, bilinmeyenin deneyimi olan, merakla başlar. sosyalizm de bir ütopya için ileriye bakar ancak, inancın marksist reddine karşın, umudun olduğu yerde din de vardır. 

feuerbach gibi, bloch da tanrı'yı henüz gerçekleşmemiş insan ülküsü olarak gördü ama bunu yabancılaşma olarak görmek yerine insanlık durumu için elzem buldu.

max horkheimer, frankfurt okulu'nun alman toplum kuramcısı, tanrı'yı bir bakıma peygamberleri anımsatan önemli bir ülkü olarak gördü. onun var olup olmadığı ya da ona inanıp inanamamak gereksizdir. tanrı düşüncesi olmaksızın kesin anlam, hakikat ya da ahlaklılık olmaz: basit olarak bir tat, bir hal ya da bir kapris sorusuyla başlar etik politika ve ahlak bilimi tanrı düşüncesini her nasıl olur da içermezse, pragmatik ve zekiden çok açıkgöz kalacaklardır.

kesin olan bir şey yoksa niye nefret etmemeliyiz'in ya da niye savaş barıştan daha kötüdür'ün hiçbir nedeni yoktur. din esas olarak bir tanrı var diye içte duymaktır. en baş düşlerimizden biri adalet özlemidir (çocukların şikayetlerini nasıl da sıkça duyarız: 'hiç de adil değil!'). din, acı çekiş ve hatayla yüz yüze gelen sayısız insanın arzularını ve suçlamalarını kaydeder. bu bizi sınırlı doğamızın farkına vardırır; hepimiz dünyanın haksızlığının son sözcük olmayacağını umuyoruz.

şiirimiz

cemil meriç

neden şiirimiz fuzuli'den haşim'e kadar uzun bir feryattır? 

kadının esir pazarlarında alınıp satıldığı bir ülkede, hassasiyetinden başka hazinesi olmayanların kaderi, gözyaşlarını incileştirmek. aşk hiçbir edebiyatta şarktaki kadar karanlık, çileli ve dikenli değildir. ve bütün türk şiirinde adı dudaktan dudağa dolaşan tek kadın yok. neden? cemiyette olmadığı için.

türk kadını kafes arkasından sokak ortasına fırlatıldı. avrupa kadını gibi salondan geçmedi. eskiden yalnız dişiydi. olgunlaşmasına vakit bırakmadan hayat arabasına koştuk. ondan nefes nefesedir. batı'da kadın rönesans'tan beri erkeğin yanı başında duyan, düşünen, düşündüren bir arkadaş. eski yunan ve roma'da da öyleydi. yalnız o çağlarda birkaç cilde bölünmüştü kadın. perikles asrı aspasya'nın asrıdır. on yedinci yüzyıl, on sekizinci yüzyıl, hatta on dokuzuncu yüzyıl kadınların eseri.

batı'da sanayi inkılabı kadını fabrikanın çarklarından biri yaptı. hangi kadını? büyük şehirlerin kenar mahalle kadınını. ötekiler şiir yazdılar, roman yazdılar, okudular ve düşündüler. yalnız o kadar mı? sevdiler ve sevildiler. aşkı yarattılar.

zavallı haşim.. aşk gecesini dolduran feryatları "sagar"a bağlıyor: yanmakta bu sagardan (içki bardağı) içenler. hangi sagar? fuzuli'yi, mecnun'u ve bütün şiirimizi kasıp kavuran bir alevle dolu sagar. zavallı haşim. hiçbir kadın sesi zindanının duvarlarını ürpertmedi.

umut

erich fromm

eğer insan umudunun boşa çıktığı deneyimini yaşamasaydı umudu nasıl daha güçlü ve bastırılmaz hale gelirdi?

umudun kırılmasının bir başka sonucuysa yüreğin katılaşmasıdır. çocuk suçlulardan katı ama etkileyici yetişkinlere dek birçok insanın yaşamlarının bir evresinde, belki beş yaşında, belki on iki, belki yirmi yaşında artık incinmeyi, üzülmeyi kaldıramayacak noktaya dayanmış olduğunu görürüz. bunlardan bazıları, ansızın bir şey görmüş ya da bir değişikliğe uğramışçasına artık buralarına geldiğine karar verirler. artık hiçbir şey hissetmemeye, kimsenin kendilerini incitmesine meydan vermemeye, ancak kendilerinin başkalarını incitebileceklerine karar verirler.

kendilerine dost ya da onları seven kişiler bulma konusunda şanssız olduklarından yakınabilirler; ama bu onların şanssızlığı değil, yazgısıdır. sevecenlik duygularını ve başkalarını anlama yetisini yitirdiklerinden kimseye dokunmazlar, kimse de onlara dokunamaz. yaşamdaki utkuları, kimseye gereksinme duymamaktır. dokunulmaz olmaktan gurur duyarlar, başkalarını incitebildiklerinden dolayı zevk duyarlar.

bu işin suç oluşturacak şekilde ya da yasal yollardan gerçekleştirilmesi, ruhbilimsel etmenlerden çok toplumsal etmenlere bağlıdır. bu insanların çoğu donmuşluklarını korurlar; dolayısıyla, yaşamları tükeninceye dek mutsuzdurlar. arada bir, bir mucize olur ve buzların erimesi süreci başlar. bunun nedeni belki de kaygı ve ilgilerine inandıkları bir kişiyle karşılaşmış olmaktır. yeni duygu boyutları açılmıştır. eğer şansları varsa buzları tümüyle erir ve tümden yok olmuş görünen umut tohumları canlanır.

17.10.2022

sefahat

balzac

ben âşığımı rakibemin yatağı yerine bir çukurun dibinde görmek isterim.

zaman çılgınlıklarımızı sorgulayabilir ama mutluluk bizi hoş görecektir.

hastalıktan ölmek yerine, son nefesimi aşk yaparken vermeyi yeğlerim.

tanrı'nın yarattığı insan türüne büyük bir saygı duyduğum söylenemez. bana milyonlar verseniz hepsini harcarım, gelecek için bir kuruşunu saklamak aklımdan bile geçmez.

yüreğim yalnızca hayattan zevk almak ve saltanat sürmek için çarpar.

toplum yaptıklarımı onaylayıp sefih yaşamımı sürdürmem için kaynak sağlamıyor mu? yüce tanrı neden bana her sabah, akşam harcayacağım parayı gönderiyor? bizim için neden düşkünler yurtları inşa ediyorsunuz? bizi yaralayanı ya da canımızı sıkanı seçmemiz için iyiyle kötünün arasına yerleştirmediğine göre, eğlencenin, sefahatin yer almadığı bir yaşam sürmem ahmaklıktan başka ne olabilir ki?

kendi dertlerime ağlamak yerine, onların sıkıntılarına gülmeyi yeğlerim.

cebimizdeki altın sayesinde, çevremizde her zaman için kendimizi huzurlu hissetmemizi sağlayacak duyguları yaratabiliriz.

erdem! onu çirkinlere ve kamburlara bırakıyoruz. zavallılar, o olmasaydı başka neye sığınacaklardı?

tüm hayatını nefret ettiğin birine adamak, sonunda seni terk edip giden çocuklar yetiştirmek, yüreğinizi parçaladıklarında, onlara, "teşekkürler!" demek; işte kadınlardan beklediğiniz erdemler bunlar. dahası özverisini mükafatlandırmak, onu daha fazla kullanabilmek için ona daha büyük acılar çektiriyorsunuz, karşı koyarsa, onu tehdit ediyorsunuz. mümkün olduğunca özgür yaşamak ve hoşlandığın kişiyi sevmek ve genç ölmek, işte benim için mutlu bir yaşamın anlamı bu!

mutluluklarımı acılara karıştırmak yerine hayatımı iki kısma ayıracağım: mutlu ve keyifli olacağım bir gençlik ve henüz öngöremediğim ama bunların bedelini kabulleneceğim bir yaşlılık.

realite

ahmet hamdi tanpınar

işlerimiz iyi gitmiyor diye tanrılara kızmayalım. işlerimiz, bizim ve bize benzerlerin küçük sakatlıklarıyla, tesadüflerin ihanetiyle her zaman bozulabilir. hatta birkaç nesil için bozuk gidebilir. bu bozulma, bu düzensizlik iç kıymetlerimize karşı vaziyetimizi değiştirmemelidir. iki ayrı şeyi birbirine karıştırırsak çıplak kalırız. hatta zaferlerimizi bile tanrılardan bilmemeliyiz. çünkü ihtimallerin cetvelinde mağlubiyet de vardır. amcanın mahkemesinin uzamasıyla bu vatan üzerindeki tarihî haklarımızın, kız kardeşinin evlenmemesiyle süleymaniye'de okunan sabah ezanının ve müslüman bir babadan doğmanızın, paranızı dolandıran emlak tellaliyle iç çehremizi yapan kıymetlerin, bizi biz yapan büyük realitelerin ilgisi nedir?

bunlar sonu cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkâra değil, şartları değiştirmeye götürmelidir. elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşları vardır. elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda hatta etimizde duyacağız. fakat bu ıstırabın bizi inkâra götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir; yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil.

atatürk

sevan nişanyan

birkaç gün sonra düzeltme gereği duydum. geçen günkü "terminatör" yazımda "karabekir'in idamı için emir verdi; gene ismet'in araya girmesiyle, ordu ayaklanır diyerek vazgeçirdiler." diye bir cümle kullandım. bu konuları iyi bilen bir dostum uyardı, hikâyenin aslını anlattı. meğer daha ilginçmiş.

15 haziran 1926'da "izmir suikasti" adı verilen tuhaf komplo ortaya çıkarılır. 26 haziran'da ankara'da istiklal mahkemesi kurulur. milli mücadele'nin örgütleyicisi ve ilk yöneticileri olan kadronun neredeyse tümü tutuklanır. bir hafta kadar süren duruşmalarda on dördü idama mahkum edilir. sıra karabekir'e gelince başbakan ismet paşa bir telgrafla gazi'ye başvurur, milli mücadele'nin iki numaralı kahramanını idam etmenin birtakım sıkıntılar doğuracağını belirterek şefaat önerir. bunun üzerine mahkeme başkanı kel ali (çetinkaya) inönü'nün de tutuklanmasını emreder. gazi bu kararı uygulatmaz.

duruşma günü elli kadar subay siyah sivil takım elbiseyle (ve şüphesiz silahlı olarak) mahkeme salonunda yer alır. mahkeme heyeti gelince ayağa kalkarlar. "otur" emrine rağmen oturmazlar, mutlak sessizlik içinde ayakta durmaya devam ederler. karabekir onlara dönüp "oturun çocuklarım" deyince otururlar. mahkeme heyetinde bet beniz atar. beraat kararı verilir. filmi yapılacak sahne, değil mi?

idam edilenler kimlerdir?

cavit bey: ittihat ve terakki'nin kudretli maliye bakanı; alman ittifakına ve enver'e muhalefetiyle ünlü; mustafa kemal'i lider olarak ilk öneren kişi; 1918 kasımında mustafa kemal'in fethi (okyar) ile birlikte kurduğu gazetenin finansörü; 1918-19'da memleketin her vilayetinde kurulan müdafaayı hukuk örgütlerinin, her kent ve kasabada aynı anda yayına geçen millici yayın organlarının ve kuvayı milliye çetelerinin tediye veznesi.

kara kemal:  milli mücadelenin istanbul ayağını örgütleyen kişi; 1918-1920 döneminde istanbul kadrolarının anadolu'ya geçmesini örgütleyen teşkilatın lideri.

doktor nazım: ermeni tehcirinin başlıca iki mimarından biri ve tek hayatta kalanı. sonradan "müdafaayı hukuk cemiyeti" adını alan teşkilat-ı mahsusa'nın liderlerinden biri.

albay arif: mustafa kemal'in ilk gençlikten beri en yakın arkadaşı; ankara'ya gelişini örgütleyen ve istasyon binasında bir süre onunla aynı odayı paylaşan kişi.

halis turgut ve rüştü paşa: milli mücadele'nin sivas ve erzurum ayaklarını örgütleyen, iki kongrenin yapılabilmesini sağlayan kişiler.

ismail canbulat: milli mücadele'nin iç terör örgütünün liderlerinden biri.

rauf bey: asıl idamı öngörülen örgüt başı rauf bey'dir (orbay); zamanında haber alıp yurt dışına kaçar. rauf, mustafa kemal olmasa milli mücadele'nin lideri olması düşünülen "ikinci adam"dır. gazi'den iki ay önce anadolu'ya "ayak basıp" milli mücadelenin ege ayağını örgütlemiştir. misakımilli'yi ilan eden meclis grubunun lideri ve ankara rejiminin ilk başvekilidir. milli mücadelenin başlangıç manifestosu olan amasya bildirgesindeki yedi imzadan ikincisi onundur. (atatürk meşhur nutuk'unda bildirgenin taslağını kaleme alan memurla yaverin adlarını anar, ama imzalayanları "diğer bazı kişiler" diyerek geçiştirir. internette kemal şakşakçılarının kaleme aldığı doksan bin anlatıda da o isimler "diğer bazı kişiler" olarak kalır.) 1938'de inönü'nün affıyla memlekete döner; ölünceye dek polis gözetimi altında yaşar.

amasya bildirgesinde imzası olan yedi askeri liderden beşi (rauf, karabekir, refet, cafer tayyar ve ali fuat [cebesoy]) idam istemiyle yargılanır fakat bir şekilde paçayı kurtarırlar. altıncısı (mersinli cemal) nutuk'ta gazi'nin alay ve hakaretlerine maruz kalır.

milli mücadele'nin en tanınmış ideologu adnan adıvar ile "star" ismi halide edip, yurt dışına kaçarak kurtulurlar. her ikisi de, 1920'de damat ferit hükümetinin idam hükmü verdiği isimler arasındadır. 

şöyle bağlayalım. sovyetler birliği'nde 1920 ve 30'larda stalin'in yaptığı "temizlikler" hakkında bugün tonla literatür var. bizde ise kemal tahir'den bu yana kimse bu konulara girmeye cesaret edemedi.

sizce vakti gelmemiş midir?

15.10.2022

hayal

ahmet hamdi tanpınar

mümtaz mavi zarfı cebine soktu. gözleri, başka bir öğreteceğin var mı? diye telefona dikili, kiracıya veda etti. adamın yüzüne garip bir utanma hissiyle bakmamıştı. hiçbir siyasi münakaşa, hiçbir sefir dosyası, yalnız bir tarafına şahit olduğu bu konuşma kadar ona vaziyeti öğretemezdi. harp olacaktı. sendeleye sendeleye yürüyor, ikide bir alnını siliyordu. "harp olacak" diyordu. bu herhangi bir seferberlikten başka türlü; daha emin, daha kat'i bir hazırlanıştı. bu yüzde yüzün, yüzde binin kat'iliği idi. demek bütün bu dükkânların içinde bu sessiz hazırlanış vardı. telefonlar işliyor, bir lahzada kalay, kösele, boya ve makine eşyası kalkıyor; rakamlar değişiyor, sıfırlar çoğalıyor, imkânlar azalıyordu.

"harp olacak. gideceğiz, hepimiz gideceğiz." korkuyor muydu? kendisini iyice yokladı. hayır, korkmuyordu. hiç olmazsa, bu anda duyduğu şeye korku denemezdi. sadece rahatsız olmuştu. içine birdenbire, renksiz, manasız bir şey, henüz cinsini bilmediği bir hayvan çöreklenmişti. ne olduğunu anlamak için beklemek lazımdı. "ölümden korkmuyorum." diyordu. bütün ömrümce ölüme o kadar yakın yaşadım ki.. ondan korkmama sebep yok. fakat harp, hatta gidenler için bile sade ölüm değildi. tek başına ölüm basit bir şeydi. bazen insan ona en son çare diye bakabilirdi.

kaç defa mümtaz, tıpkı, şurada sekiz, on kulaç su kaldı; ayaklarım karaya bastığı, kollarım toprağı kucakladığı zaman bütün yorgunluklarım bitecek diye düşünen bir yüzücü gibi, onu bir selamet toprağı, geçilmesi lazım bir karşı yaka gibi görmüştü. bu, herkes için aşağı yukarı böyle olmalıydı. hayır, kötü olan ölüm değildi; ölümün, bu basit işin, bu peşin pazarlığın birdenbire ve her şeyle beraber son derece güçleşmesi, çözülmez yumak haline gelmesi, beş on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. -bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek.

acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? ölüm muhakkak ki bir akıbet. "fakat mademki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. mademki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip walt disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!" hayır, böyle de düşünemiyordu. bu da çok basitti. bu sadece dışarıda kalmak, satıhta yüzmekti.

kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. gidenin arkasından ağlıyor, gitme! diye eteklerine yapışıyoruz. hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz. bir sofraya davet edilmiş değiliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, doğuruyoruz. hiçbirimiz hayatı maddenin arızi bir hali gibi kabul etmiyoruz. hatta bu işi anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. her şey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor. ne ölüm var, ne de hayat var. biz varız. ikisi de bizde. onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı.

merih'te bir dağ küçük bir patlayışla çöker. ayda lav dereleri kurur. kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgârların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi.

yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor; içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. insanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir biçare idi. onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmaya razı olduk, bunu kabul etmek lazım. fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor. hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı.

insanlığın talihi aklıyla zamanın dışına fırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, geniş istihalenin ortasında bir istikrar istediği için, kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. insanlığın hakiki talihi buydu. küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeye mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük homunculos'un peşine takılıp koşmasıydı. fakat asıl homunculos bir aksülamelden doğmuştu. onun için daha anlayışıydı. kendisini yaratan tecrübe ona bütün pişmanlıklarını, etrafındaki imkansızlıkların şuurunu da geçirmişti. onun için galathe'nin arabasının tekerleklerine çarpıp küçük şişesini kırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu.

kendi kendine bir masal uydurmuştu; ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. onun için ölümün sofrası oluyordu. büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. orada her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. insanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu.

hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu. hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelenmediği yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşan büyük su nergisiyim. fakat hayır, o bunu diyeceği yerde,  -mademki düşünüyorum. o halde varım, mademki duyuyorum, o halde varım, mademki harp ediyorum, o halde varım, mademki ıstırap çekiyorum, o halde varım! sefilim varım, budalayım varım! varım, varım, diyordu.

insanlıktan ümit kesmedim fakat insana güvenmiyorum. bir kere bağları çözüldü mü o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki.. bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş. harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır.

ben insanı seviyorum. onun şartlarıyla dövüşme kudretini seviyorum. kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız? hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz.

hayatında bir yığın hülyadan başka ne vardı; yarın sabah, sen de bir hayal olmayacak mısın?